Bir uzun yoldan, bir papaz gelmişti Kûfe’ye; yorgun argın, fakat hep düşünceli, hep endişeli bir papazdı. Kûfe’de Halife ve Emirülmü’minîn olan zâtı görecek, onunla konuşacaktı. Halifeye soracakları vardı. Yıllardan beri düşünüp dururdu; bir sonuca varamazdı.

Tanrı’yı düşünürdü her gece ve her gündüz; Tanrı’nın kanunlarını düşünür, bunca peygamberlerin kitaplarını ve bu kitapların uyulmasını zaruri kıldığı emirleri düşünürdü. Birinde yapılması istenilen öteki dinde yapılması yasaklanan bir hareketti. En iyi ve en son demişlerdi kendi dinlerine; Peygamber İsa Hazretleri Tanrı’nın kelâmını, bin bir güçlük içinde yaymış, inananlarla inanmayanlar arasında yıllar süren çekişmeler olmuş, sonunda inananlar zafer kazanmıştı.

Fakat Hazreti Muhammed çıkmıştır birdenbire ortaya; bir gece karanlığında, parça parça bulutlardan bir bembeyaz aklık içinde sıyrılan dolunay parlaklığıyla, çölden, -kimsesiz ve yetim bir safiyetle dolu- Hazreti Muhammed çıkmıştı. Ve ne varsa âlemde -canlı, cansız ne varsa- hepsinin üstünde hâzır ve nâzır olan bir tek Tanrı’yı -bir büyük ve Ulu Varlığı- anlatmaya başlamıştı. Sevgiyi, dostluğu, kardeşliği yaymıştı. Tanrı’nın, esirgeyici ve bağışlayıcı; Tanrı’nın koruyucu olduğunu söylemişti, insanlar, ışığa hasret pervaneler gibi, Hazreti Muhammed’in çevresinde toplanmıştı.

Son din büyük ve gerçek din, sevgiyi emrediyordu; dostluğu, kardeşliği huzuru emrediyordu. Büyük kırgınlıkların, küskünlüklerin, kinlerin ve düşmanlıkların üstüne sevgi ve aşk elini uzatmıştı. Yeni din güzeldi… güzeldi ama, bir uzun yoldan yorgun argın ve perişan bir yolculuktan sonra Kûfe’ye gelen papaz, kendi dinini düşünüyordu daha çok.

Kendi dininde de cehennem vardı; yeni dinde, İslâmiyet’te de cehennem vardı. Ve Tanrı, Müslümanları’ı da, eğer hak ettilerse, cehenneme gidebileceklerini beyan buyunıyordu. Bu nasıl olacaktı? Müslümanlar’dan da cehennemde yanacaklar olduğuna göre bu dinin, Hıristiyanlıktan farkı neredeydi.

Papaz Kûfe’ye gelir gelmez daha ayağının tozuyla Halife Hazreti Ali’yi görmek istedi. İsteği, derhal kabul olundu ve Emirülmü’minîn Hazreti Ali, misafirinin bir Hıristiyan papazı olduğunu bile düşünmeden, herhangi bir Tanrı kulu diye, yakınlık ve dostluk gösterdi. Papaz, çok defa kendi dindaşları arasında bile görmediği bu yakınlık ve dostluktan şaşırarak, endişelerini ve durup dinlenmeden aklını zorlayan soruyu anlattı. Hazreti Ali, önce hiç bir cevap vermedi. Düşünüyordu. Belki, vereceği cevabın, bir gönül üzüntüsüne sebebiyet verebileceğinden endişe ediyordu. Bir süre sonra kalktı. “Benimle geliniz” dedi papaza, “Belki yolda cevap verebilirim…” Bir hayli yürüdüler. Kûfe’nin çarşısına gelmişlerdi. Ve yürüdükleri sürece, Hazreti Ali, hiç konuşmamıştı. Birden, bir fırının önünde durdu. Fırıncı, fırınını kızdırmış, temizlemiş, hamuru hazırlamıştı. İçeri girdiler, papaza, inci siyah maşlahını çıkarmasını söyledi; kendisi de cüppesini çıkarıyordu. Papazın maşlahını aldı ve kendi cüppesinin içine sardı güzelce, her ikisini birlikte, cehennem misali kızmış olan fırının içine attı. Bir alev yükseldi o ânda; bütün fırını doldurdu. Hazreti Ali, boynunu bükmüş, gözleri bir görünmeyen varlığa dağılmış, sessizce oturuyordu. Neden sonra usulca kalktı. Fırının kapağını açtı ve elini uzatıp, sıralı cüppeleri aldı, yavaşça açtı. Kendi cübbesi pırıl pırıldı, sanki o alevden bir ışıltı pırıltı cüppeye geçmişti. Fakat papazın maşlahı yoktu; tamamen yanmış, kül olmuştu. Papaz donup kalmıştı; ağzını açıp bir kelime söyleyecek gücü kalmamıştı. Nasıl olmuştu da Hazreti Ali’nin dıştaki cüppesi pırıl pırıl yenilenmiş, içteki kendi maşallahı yanıp kül olmuştu? “İşte…” dedi; Hazreti Ali papaza; “Müslümanlar cehennemde böyle yanacak, Müslüman olmayanlar da böyle…” Papazın yanan maşlahından kalan külleri gösteriyordu…

Bir yanıt yazın