‘‘Bugünü kontrol edenler, geçmişi kontrol edebilirler. Geçmişin kontrolünü elinde tutanlar, geleceği kontrol ve tayin edebilirler.’’ ORWELL

İnsan, ancak mazisi kadar var ve güçlü olabilir. Toplumlar da insanlardan müteşekkil olduğu için, mazileri kadar var ve güçlüdür. Toplumların var olabilmesi, varlıklarının güçlü bir şekilde devam ettirilebilmeleri için, güçlü-doğru bir mazi bilgisine, tarih şuuruna sahip olmaları gerektiği izahtan vareste bir ‘‘fıtri kanuniyet’’tir. İnsan ve toplum hayatı, bu <<fıtri kanun>> içinde akıp giderken; bu kanunu ihmal ve inkâr eden insan ve toplumların yok olduğu veya yok oluşa sürüklendiğini, kanunun farkında olan insan ve toplumların doğru/kuvvetli bir mazi-tarih şuuruyla kendilerini teçhiz ederek varlıklarını güçlendirdiklerini, güçlü olarak varlıklarını devam ettirdiklerini müşahede edebiliyoruz.

Tecrübeli insandan veya insanın tecrübesinden bahsederken, aslında biz, o insanın mazi derinliğinden, mazisinde saklı bulunan doğru/yanlış, güzel/çirkin, iyi/kötü yaşama denemelerine sahip olduğuna inandığımızı/bildiğimizi ifade ediyoruz. İnsan için doğru olan bu husus; bir meşrep, cemaat, tarikat, bir topluluk ve millet için de doğrudur. Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz, tek insandan başlayıp millete, ümmete kadar bütün insan toplulukları, <<NİÇİN>> ve <<NASIL>> sorularının cevaplarını mazilerinde/tarihlerinde saklı tutarlar. <<NİÇİN>>, <<NASIL>> ve diğer sorularının cevabını merak eden, öğrenmek/bulmak isteyen insan ve toplumlar mazilerine/tarihlerine dönüp araştırma yapmak mecburiyetindedirler. Mazilerini/tarihlerini; samimi, doğru ve sadece hakikati ortaya çıkartmak gayesiyle araştıranlar/öğrenenler, kendilerine faydalı oldukları gibi mensubu olduğu topluma da en güzel en doğru hizmeti yapmış olurlar. Belki kendilerinin ve mensup oldukları topluluk ve toplumun da geleceğini tahmin ve tayin edebilirler. Evet, kendilerinin, mensup olduğu topluluk ve milletin geleceğini tahmin ve tayin etmek isteyen, bu güç ve iradeye, sabır ve azme sahip olduğuna inanan insanlar! Mazimiz/tarihimiz sizler tarafından araştırılıp öğrenilmeyi, milli tecrübemiz ile beşeri tecrübe yoğrularak yeni, yepyeni bir terkiple yeniden bir Türk-İslam medeniyet hamlesinin başlatılmasını tarifsiz bir hasret ve arzuyla bekliyor… Dün birkaç defa yapabildiğimizi bugün yapmamak/yapamamak için hiçbir sebep yok. Eğer varsa bir sebep, o da <<yapabileceğine inanmamaktır.>> Yapabileceğine inanan, inanmış insanın önünde, hiçbir engel dayanamaz. Zira tarih, bir inanmış insanın neler yapabileceğinin müşahhas misalleriyle dolu ve tarihi tarih yapan, o inanmış insanların yaptıkları/yapabildikleridir…

Daha dün millet olma şuuruna ulaşmış, devlet kurmuş olan toplumlar, yorulup usanmak bilmeden mazilerini/tarihlerini araştırıyor, öğrenmeye çalışıyor. Bununla birlikte diğer milletlerin tarihlerini de araştırıyor/öğreniyor, kendi milletine öğretiyor. Biz, tarihimizi bile doğru olarak yaz(a)mıyor, okumuyor, okuyamıyoruz. Yaptığı tarihi, doğru olarak yazamayan ve oku(ya)mayan bir milletin geleceği nasıl olabilir? O milleti, nasıl bir gelecek bekliyor olabilir?

Mazi/tarih, insanın veya toplumun yarına, geleceğe tuttuğu projektördür. Gece karanlıkta önümüzü/yolumuzu aydınlatan ışık olmazsa yolumuzu kaybedeceğimiz veya bir çukura-uçuruma düşeceğimiz ne kadar kat’i ve kesinse, doğru ve kuvvetli bir tarih şuuruna sahip olmayan bir milletin de, kendini var ve güçlü kılan tarihi mecrasından sapması, yok olmakla yüz yüze gelmesi, uçurumun kenarında dolaşması veya uçuruma düşerek, ihmal ve inkâr ettiği tarihin tozlu sayfalarında yerini alması da o kadar kesin ve kat’idir.

İnsanın mazisi nasıl sadece savaş ve barıştan ibaret değilse, bir milletin tarihi de, yalnızca savaş ve barıştan ibaret değildir. Bilakis tarih, bir milletin nasıl yaşadığının, neye-nasıl inandığının, neyi-nasıl, niçin yaptığının, eşyaya/maddeye ve insana nasıl hükmettiğinin, eşyayı ve insanı nasıl gördüğünün, niçin ve nasıl savaş ve sulh yaptığının, coğrafyayı nasıl işleyip vatanlaştırdığının, bütün bunları yaparken; nelerden ne derece fedakârlık ve feragatte bulunduğunun, çektiği ızdırapların, yaşadığı mutlulukların, katlandığı acıların, sabrının, azminin, inancının ve iradesinin hikâyesidir. Diyebiliriz ki tarih, bir milletin <<Dünya görüşü>> nün, dünyaya bakışının, <<zihniyet dünyası>> nın ve bu <<zihniyet dünyası>>ndaki değişmelerin/kırılmaların aynasıdır. Biz tarihe çok uzaklara gitmeden bu açıdan bakmak istiyoruz.

Astronomi ilminin olmazsa olmazı rasathaneler <<Allah’ın işine mi karışıyorsunuz?>>, <<Melekleri mi gözlüyorsunuz?>> ithamı ile ve <<bid’at>> sayılarak yıktırılmıştır. Bu hadise İslam’ı anlama ve kavrama açısından yaşadığımız büyük <<zihniyet kırılması>>nın apaçık su yüzüne çıkmasıdır. Ağır şartlar ihtiva eden <<Karlofça Antlaşması>> nın imzalanması, Osmanlı Türk Devleti’ni idare edenlerde, <<temel değerler>>imizde <<tereddüt>> meydana gelmesiyle neticelenerek yeni bir <<zihniyet kırılması>> yaşanacaktır. Askeri yenilenme-ilerleme gayretleri, idari kadroların Grek/Latin/Hristiyan kültürüyle olan münasebetlerinin sıklaşmasını sağlayacak, bu kültürel münasebetler zaman içinde Osmanlı Türk toplumunun kültürü aleyhine bir mahiyet kazanacaktır. Takip eden zamanlarda <<Gülhane Hatt-ı Hümayunu>> 2.Mahmud’un ‘‘fes-setre-pantolon’’ (kıyafet) modernliği, Avrupa’ya tahsil için gönderdiğimiz insanlarımız, ‘‘Tanzimat Fermanı’’ ve devlet idaresine hâkim <<Enderunî-Avdetî>> zihniyetli kadroların teşvik ve tavsiyeleriyle -kanun zoruyla- yaşadığımız <<zihniyet kırılması>> kesafet kazanacaktır. Bu arada yaşamak mecburiyetinde kaldığımız savaşlar, acı kayıplarla neticelenirken, görmek zorunda kaldığımız acı-ızdırap dolu tecavüz ve kanlı katliam manzaraları <<zihniyet dünyamızın kırılmasını>> daha da derinleştirecektir.

Rasathanelerin yıktırılması, Karlofça Antlaşması, Kabakçı Mustafa, Patrona Halil isyanları, Celali isyanları, Genç Osman’a yapılan hakaret ve tecavüz, Yeniçerilerin serkeşlikte ve tecavüzde sınır tanımamazlığı, devletin kendi ordusunu imha etmesi, <<Vaka-i Hayriye>> ilan etmesi, Gülhane Hattı Hümayunu, Tanzimat Fermanı… Zihniyet dünyamızın kırılma noktaları dikkatle incelenip gerekli dersler ve doğru sonuçlar çıkarılmalıdır. Yaşadığımız bu <<zihniyet kırılması>> kendimize ve bize ait olan <<temel değerler>>imize itimadımızın sarsılmasıyla neticelenerek Avrupa’ya-Batı’ya ait <<temel değerler>>in kabul edilmesiyle sonuçlanacaktır. Karlofça’yla başlayan çözüm arayışları kültürel münasebetleri başlatacak, eğitim/yenilenme-modernleşme çabaları, müessese iktibasları ve Enderunî-Avdetî idareciler marifetiyle kesafet kazanacaktır. Kesiflik kazanan kültürel münasebetler ve Avrupa’da eğitim gören AYDIN(!)larımızın gayretleriyle şuur altımıza <<bizden bir şey olmayacağını>> veya <<bizim bir şey yapamayacağımız>> düşüncesini silinmeyecek şekilde kazır. O hale getirilmişizdir ki, bazı aydınlarımız(!) Macaristan’dan <<damızlık ERKEK>> getirmeyi bir çözüm olarak teklif edebilecektir. Osmanlı Türk Devleti’nin yıkılmasını önlemek için ‘‘Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük’’ fikri hareketleri çözüm teklifleri olarak tarih sahnesinde yerlerini alırlar. Gayri Müslim unsurların art arda imparatorluktan kopması ‘‘Osmanlıcılık’’ın iflasını ilan ederken, kendimizi bir anda bir Dünya harbinin içinde buluveririz. 1. Dünya harbinde Müslüman milletlerden bazılarının, işgalci düşman kuvvetlerle iş birliği yaparak isyan etmeleri, ‘‘İslamcılık’’ fikrinin de devleti korumaya yetmediğini gösterecektir. 1. Cihan harbi sonrasında Osmanlı Türk Devleti, bütün toprakları işgal edilmiş, maddi ve manevi bütün kaynaklarını tüketmiş olarak teslim olmuş, ‘‘geleceğini’’ düşmanlarının lütuf ve merhametine bırakmıştır. Düşmanın lütuf ve merhameti yoktur, <<SEVR>>i imzalatarak, Balkanlardan-Kafkaslardan-Afrika ve Arap yarımadasından temizlediği Türk’ü, Türklüğü, üzerinde yaşadığımız <<Vatan>> coğrafyasından da temizleyerek, bin yıl önce başlattığı <<Haçlı Seferleri’ni>> tamamlamak arzusundadır. Türk Ocakları’ndan yetişen bir avuç Türk Milliyetçisi <<MİLLİ MÜCADELE>>yi başlatmak üzere Anadolu’ya geçerler. Bir avuç Türk Milliyetçisinin başlattığı <<Milli mücadele>>ye, Türk Milleti’ni meydana getiren toplumun bütün kesim ve tabakalarından insanımız, bütün varlığıyla destek olarak, <<İstiklal mücadelemizi>> başarıyla neticelendirerek Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni hep birlikte kurmuşlardır.

Yeni Türk devletini kuran kadrolar, yeni bir zihniyet dünyasıyla insanımızı inşa etmeyi-yetiştirmeyi düşünür. Türkleşmek, İslamlaşmak ve Muasırlaşmak olarak özetleyebileceğimiz bu düşünce tam olarak gerçekleştirilemediği gibi, Cumhuriyeti idare eden kadrolar <<Milli mücadele ruhunu>> okullara/fabrikalara/tarlalara ve sokaklara ulaştıramamış, hâkim kılamamıştır. Türk tarihini, Türk kültür, iman ve inancını -hayat tarzını- Türk Milleti’nin meselelerini ve çözüm yollarını araştıran Türk Ocakları 1931 yılında kapatılarak <<Halk Evleri>>ne dönüştürülür. Halk Evleri, Batı kültürü ve hayat tarzını yaygınlaştırmak için bir kültür ajanı olarak kullanılacaktır. Türkçülük sadece bir kan, soy, ırk bağı olarak değerlendirilecek; düşünce, iman, inanç ve hayat tarzı olmaktan çıkarılıp uzaklaştırılacaktır. İslam’ı doğru anlama-kavrama adına yaptırılan/yazdırılan Türkçe tefsir (Elmalılı Hamdi), Türkçe meal ve Buhari tercümesiyle sınırlı kalacak, <<Tevhid-i Tedrisat>> Kanunu doğru olarak uygulama sahası bulamayacaktır. Netice olarak derin bir <<zihniyet kırılması>> yaşayan milletimiz, her türlü kültürel ve ideolojik taarruza açık ve savunmasız olacaktır. Bununla birlikte zaten var olan <<kültür ikizleşmesi>> ve <<kültürel yarılmalar>> daha da derinleşecektir. Vatan sathında, devleti idare edenler, aydınlar(!) ile idare edilenlerin yani Türk Milleti’nin hayat tarzı/temel değerleri birbiri ile taban tabana tezatlık arz edecektir. Bu kültürel çatışma bugünlere dek sürüp gelecektir.

Misyoner-yabancı okullarında talim-terbiye/eğitim gören aydın(!) ve idarecilerimiz, bir Fransız, İngiliz, Amerikan, Alman veya Rus gibi giyinip, onlar gibi düşünüp yaşamayı <<medenilik, modernlik, çağdaşlık>> olarak görüp-inanıp, uyguladıklarından, insanımızın da onlar gibi olması öyle yaşamaları, öyle düşünmeleri için ellerinden gelen gayret ve fedakârlığı(!)  fazlasıyla yapacaklardır. Bunlar Cumhuriyet döneminde <<devşirme-avdetî>> zihniyetinin devamı ve temsilcisi <<Müstemleke aydın>>larıdır. Devşirme-avdetî zihniyetli müstemleke aydınlarının idare ettiği vatan toprakları işgale, millet de köleleştirilmeye hazırdır.

Kültür ikizleşmesinin, kendine yabancılaşmanın ve kültürel yarılmanın her geçen gün artıp derinleştirildiği toplum, her türlü istismara açık, her türlü kültürel ve ideolojik taarruz için verimli bir zemin meydana getirmektedir. Dünyaya hâkim olan Kara ve Kızıl Emperyalizm/sömürgecilik zihniyeti, her yol ve metodu kullanarak Türk Milleti’ne taarruz ederler. Bayrakları, flamaları, tankları, topları, üniformalı askerleri yoktur, bu yüzden görünemezler. Bu yüzden bir savaştan, taarruzdan veya mücadeleden bahsettiğinizde, kültürel ve ideolojik sömürgecilikten habersiz yığınlar, safdil aydınlar(!), idareciler size gülerek bakar geçer. Masum isteklerle başlar her şey ve 60’lı yılların sonuna doğru masum isteklerle başladı bütün dünyada öğrenci hareketleri. Bütün dünyada 70’li yılların başında durulan öğrenci-gençlik hareketleri, Türkiye’de bütün hız ve kesafetiyle büyüyerek devam ediyordu. Devam ediyordu zira Türkiye, <<Emperyalizmin-Komünist olmayan dünyanın zayıf halkası>> idi ve Çarlık Rusyası’ndan bu yana Rusların sıcak denizlere -Akdeniz’e- inmek hayali, aynı zamanda hayati bir gerçektir. Milli mücadele yıllarından itibaren yığınak yapmışlar-içimizden insan devşirmişlerdi- zaman ve zemin müsait görülünce, önceden devşirdikleri insanlar marifetiyle taarruz ederek, kaleyi içten ele geçirmeye çalışıyorlardı. Bu yol daha masrafsız, kayıpsız ve risksizdi. Nihayetinde savaş/mücadele düşman topraklarında ve düşman milletin insanları arasında yapılıyordu.

  1. Cihan harbinden sonra dünya, iki kutba ayrılıyor: Liberalist Kapitalist maddeci Batı, Marksist Sosyalist maddeci ülkeler. Bu iki iktisadi sistem dışında bir sistemin var olacağı düşünülmüyor, düşünülemiyordu. Arap-İslam âleminde İslam’la Sosyalizmi barıştırma ve bağdaştırma arayışları sürüp giderken, Türkiye’de bir grup münevver insan bunalımdan çıkış yolu olarak <<Milli bir yol>> olduğunu dillendirmeye, anlatmaya başladılar. Kendimize yabancılaşmadan Türk kalarak İslam olarak yeniden, yeni bir medeniyet kurabileceğimizi söylediler. Türk ve İslam kalarak bunalımdan çıkabileceğimizi, bunun da ötesinde Türk devletini <<lider devlet>> Türk Milleti’ni <<lider millet>> yapabileceğimizi vaat eden <<Milli yol>> münevver/akademisyen ve üniversite öğrencileri arasında hızla büyüyüp taraftar bulmaya başlayınca Sovyet Rusya yaptığı planın tutmayabileceği endişesi ile ülkemizdeki taraftarlarına gereken talimatı vermekte gecikmedi. Bizi idare eden <<müstemleke aydınları>>nın liyakatsizlikleri, yanlışları ve ihmaller zinciriyle birleşen cehaletimize ilaveten, kendilerine vazife çıkarıp <<darbe yapmak için sabırla bekleyenler>>in en hafif tabiriyle gafletleri yüzünden on yıllarımız, binlerce insanımız, enerjimiz heba olup gitti.

Dünyada ve Türkiye’de öğrenci hareketleri ivme kazanırken, Kudüs Amerikan Girişimcilik Enstitüsü, Arap-İslam dünyasında yaptığı araştırma sonucu şöyle bir tespitte bulunur: <<Orta Doğu’da milliyetçilik ve milli kimlikler yok edilmeli, bunun için de Orta Doğu, ‘‘OSMANLILAŞTIRILMALIDIR(!)’’. Böylece bölgede Batı çıkarlarına karşı çıkacak milli güç ve direnç kalmayacak, sistemlerin çarkları rahatlıkla dönecektir. ABD için en tehlikeli düşman ve tehdit, <<BAĞIMSIZLIK>> isteğidir. Asla hoş görülemez.>> (Düşünce Özgürlüğü Çıkmazı/Emin DEĞER Yayınları sayfa:256)

Sovyet Rusya’nın, 71 Mart’ında, <<Askerî liderliği>> yok edilen Sovyetist-Sosyalist hareketin Türkiye’de başarıya ulaşamayacağını, 70’li yılların ikinci yarısında <<Gün SAZAK>> Bey’in bakanlığı sonrasında net ve açık olarak gördüğünü; üçüncü bir yolun olduğunu söyleyen milliyetçi/ülkücü hareketin, Türk Milleti’nin teveccühüne daha fazla mazhar olmaması, güçlenmesine mani olabilmek için alternatif model ve umut olmaktan çıkarılmasını ülkücü hareketin şiddet ortamına çekilmesinde gördüğünü, bu düşüncenin Kara Emperyalizmin temsilcisi ABD tarafından da desteklendiğini ve bu konuda mutabık kaldıklarını söyleyebiliriz.

Liberalist Kapitalist, Marksist Sosyalist ve siyasi İslamcı sistemlerin ortak noktası, milliyeti/milleti red, inkâr veya önemsiz görmeleri yani << Beynelmilel >> oluşlarıdır. Bizim için Liberal ve Marksist sistemlerin bu reddiyelerini anlamak kolayken, İslamcı olduğunu söyleyen -dindar olduklarından şüphemiz yok- insanların; Kur’an ve sünnette milliyeti/milleti veya soy şuurunu red ve inkâr etmeyi emreden veya zımnen öyle anlaşılabilecek bir <<NASS>> bulunmamasına mukabil, toplumların farklı <<DİL>>, <<RENK>> ve <<SOY>>lar halinde yaratılmış olmasının, Allah’u Teâla’nın varlığının ve kudretinin <<AYET>>lerinden olduğunu ve bunda <<HİKMET>>ler bulunduğunu bildiren <<VAHYÎ BEYAN>> lar apaçık ortada iken, soy, milliyet/millet varlığını reddetmelerini anlamak mümkün olmuyor. İnsanlığın ve İslamlığın apaçık düşmanı olan Liberalist Kapitalist ve Marksist Sosyalist zihniyet dünyasıyla beynelmilelci siyasi İslamcı zihniyet dünyasının birlikte hareket etmesi sonucu; siyasi İslamcılığın, milli düşünce, güç ve irade sahibi hareketlere karşı hasmane tavır almamasını zaten bekleyemezdik. Liberalist ve Marksist dünyanın da siyasi İslamcı hareketlere yakın durmalarını veya müşterek hareket etmelerini daha kolay anlayabiliriz. Bu yakın duruş ve müşterek hareket tavrı, modern zamanların <<çağdaş Ebu Leheb’i>> ABD’nin, Türk-İslam coğrafyasındaki menfaatlerinin devamını, kurulan çıkar tezgâhlarının çarklarının problemsiz işlemesini/dönmesini ‘‘milli güç ve direnç noktalarının ve <<BAĞIMSIZLIK>> isteklerinin yok edilmesini’’ temin ve garanti etmenin en kolay yolu olarak görülürken, bunun Sovyet Rusya’nın da aynı coğrafyadaki menfaatlerini temin ve garanti ettiği açıktır.

Modern zamanların <<çağdaş Ebu Leheb’i>> ABD ve Sovyet Rusya’nın, Türk-İslam coğrafyasındaki menfaatlerinin, çıkar tezgâhlarının, çarklarının problemsiz dönmesinin önündeki yegâne ve tek engelin; Türkiye’de ortaya çıkan, Türk tarihi, kültürü ve imanından-inancından kaynaklanan <<milli bir çözüm>> teklifi sunan milliyetçi-ülkücü hareket olduğu apaçık ortadadır. ABD belgelerinde; ABD tarafından o dönemin bütün siyasi parti ve liderleriyle iyi ilişkiler kurulup, bunların kontrol edilebildiği, sadece MHP’nin (milliyetçi-ülkücü hareketin) kontrol edilemediğini, fakat 12 Eylül 1980 darbesinin bunu sağladığını, darbeyi gerçekleştirenlerin de <<bizim çocuklar>> denerek taltif edildiğini apaçık okuyabiliyoruz. Darbeden sonraki yıllarda, Kudüs Amerikan Girişimcilik Enstitüsü’nün tespit ve teklifi olan: <<Türk-Arap coğrafyasında <<NEO OSMANLICILIK>> Osmanlılaştırma projesinin uygulamaya konmuş olduğu da izahtan vareste olarak ortadadır.

 

Darbe liderliğinin Konya mitinginde yaptığı konuşmada <<darbeyi yapmak için, şartların olgunlaşmasını sabırla bekledik>> beyanı, darbecilerin iyi niyet ve samimiyetten uzak ve en hafif tabirle gaflet içinde olduğunun açık ifadesidir. <<Kardeş kavgasına son vermek>>, <<huzur ve barışı temin ve tesis etmek>> ifadesi, darbeye ve sonraki zamanlarda yapılacaklara, yaşanacaklara meşruiyet kazandırmaya yönelik ifadeler olarak değerlendirilebilir.

Siyasi zeminin mevcut politik aktörlerden temizlenerek, arz-ı endam etmesi planlanan yeni aktörlere alan açılabilmesi; kontrol edilemeyen, milli çözüm teklifleri rol-model olabilecek milli düşünce, güç ve irade merkezi milliyetçi-ülkücü hareketin tasfiye ve atomize edilmesini sağlayacak; zihniyet dünyamızda derin kırılmalara netice vererek takip eden zaman diliminde uygulamaya konulacak ‘‘Kudüs Amerikan Girişimcilik Enstitüsü’’nün tespit edip projelendirdiği <<NEO OSMANLICILIK>>, Osmanlılaştırmanın zeminini ve aktörlerini güçlendirerek, Türk-İslam coğrafyasındaki ABD ve Sovyet Rusya’nın menfaatlerinin ve çıkar tezgâhlarının problemsiz dönmesini temin ve garanti edecek tek ve en makul(!) çözüm yolunun vasıta ve hizmet aracı olarak bir askeri darbenin görüldüğünü; 12 Eylül 1980 darbesinin bu gayeleri gerçekleştirmeye hizmet etmesi için yönlendirilip değerlendirildiğini düşünüyoruz. Bu sebeplerle diyoruz ki, 12 Eylül 1980 darbesinin tek ve gerçek hedefi ve mağduru, ABD ve Rusya’yı rahatsız eden milliyetçi-ülkücü harekettir… Darbenin; siyasi, iktisadi, sosyal ve kültürel tesirlerini Türk toplumunun bütün tabakalarında açıkça müşahede ederek yaşıyoruz. Müşahedelerimiz ve yaşadıklarımız, üzerimizdeki operasyonun bitmediğini, nihai hedefe ulaşıncaya kadar devam edeceğini gösteriyor…

Selam ve dua ile…

Bir yanıt yazın