Âdemoğlunun varlık sahasına çıktığı andan bugüne en büyük, en çetin meselesinin “inanmak” olduğu; güneş kadar açık ve kesin bir hakikat. Bizden öncekilerin yaşadığı, bizim de yaşamakta olduğumuz bu “çetin problemi”, bugün ve yarın yaşayacak olan insanımız için daha hafif sarsıntılarla, yaşayacakları çatışmanın tahribatını en aza indirerek çözmelerine yardımcı ve rehber olmak, hepimizin en temel vazife ve sorumluluğu olduğuna inanıyorum.

Hayatın ilk insanla başlayıp devam edegelen kesintisiz bir hat üzerinde devam edecek olan “seçilmiş insanların/peygamberlerin” tebliğ ettikleri; Allah’tan başka ilah ve büyük tanımayan, çağın/modernitenin mabutlarını reddeden, modern Firavun, modern Tiran ve Tağutların hâkimiyet ve hüküm koyuculuğunu reddeden, yetim, yoksul ve fakirleri koruyan, açları doyuran çıplakları giydiren, mazlum ve mağdurların yanında yer alan, haksızlık ve zulme dimdik “kıyam” duran, ”şerefli ve kutlu bir Tevhid Yürüyüşü” olduğuna inanıyorum.

Tarih, kesintisiz bir “Tevhid Yürüyüşüne” şahitlik ettiği gibi felsefi düşünce veya ideolojilerin ve “seçilmiş insanlar” tarafından “Tebliğ” edilen dinlerin kendilerini hedeflerine ulaştıracak, gayelerini/ideallerini gerçekleştirecek “İnanmış İnsan Ordusunu” yetiştirmek için kıyasıya bir rekabet ve mücadele içinde olduklarına da şahitlik ediyor. Her felsefi düşünce veya ideoloji ve din; insanı muhatap alır ve insana hitap eder, insanın aklını ve/veya kalbini hedef alır. Geleceği imar ve inşa iddiası taşıyan felsefi düşünce ve/veya ideolojilerin hedef kitlesi, genç insanlardır. Zira enerji deposu genç insanlar aynı zamanda mensubu oldukları milletin “geleceğidir”,”yarınıdır”. Enerji deposu gençliği ele geçiren veya kontrol eden felsefi düşünce/ideoloji veya “din”, o gençliğin mensubu olduğu milleti ve o milletin yarınını ele geçirmiş, geleceğini inşa etmiş olmaktadır. Yakın tarihimiz bu hakikatin acılarla dolu şahitliğini yaparken yaşadığımız günlerin canlı şahitlik ettiğini ve bizzat bizim de şahit olduğumuzun unutulmayacağına inanıyorum.

                Bir milletin sahip olduğu en büyük “hammadde” insanıdır, “gençliğidir”. İnsanını/gençliğini, ait olduğu kültür ve medeniyet dairesi içinde, “bugünkü” ve “yarınki” ihtiyaçlarına göre “milli” ve “beşeri” tecrübeyle donatacak talim ve terbiye/eğitim metoduyla yetiştirmeyen milletler; dünyanın en değerli madenlerine, en zengin altın/petrol yataklarına sahip olsalar bile “yok olmaktan” veya kendilerini ”hür” zanneden “tok esirler” yığını olmaktan kurtulamayacaklardır. Kendi kültür ve medeniyet dairesini “doğru/güzel ve iyi” anlamında tanımayan insan, içinde yaşadığı topluma yabancılaşacak/kendine yabancılaşacak çeşitli kültür ajanları vasıtasıyla bir başka kültür ve medeniyet dünyasına ait olarak içinde yaşadığı topluma düşman olarak kendi toplumunu tahrip etme veya parçalama faaliyetinde bulunacaktır. Kendi toplumunu tahrip veya parçalama faaliyetinin doğruluğuna inanan insan, başkalarını da yaptığının doğruluğuna inandırmaya çalışacak veya inandıracaktır. Bunu yapabilmek için bütün “kıymet hükümlerimizi”/”temel değerlerimizi” tahrif veya tahrip edecek, istismar etmekte bir beis görmeyecek, makamı/maddeyi rüşvet olarak, adalet ve emniyet kuvvetlerini baskı aracı olarak kullanacaktır. Bu sonuç, “kültür emperyalizm”inin tabii sonucudur, biz bu “kader”i yıllardır yaşamaya mahkûm ediliyoruz. Biz buna mahkûm olmadığımıza, insanımızı-özellikle gençliğimizi- Türk-İslam Kültür ve Medeniyet dairesinde, “milli ve beşeri” tecrübe ile teçhiz ederek veya başka bir ifadeyle insanımızın “zihniyet dünyası”nı, doğru/güzel/iyi manasında yeniden inşâ ederek, “kültür emperyalizm”inin zihni esaretinden kurtularak “hür”leşebileceğimize inanıyorum.

Köklü, derin ve muhteşem bir tarihi tecrübeye sahip olan aziz milletimizin tarihini okumak ve bilmek, doğru tahlil ve yorumlarla geleceğimize ışık tutmak en büyük vazifemizdir. Tarihi bilmek demek; tarih okumak demek değil bilakis hadiseleri tahlil edip doğru yorumlayarak, bugünü ve yarını aydınlatabilmektir. Tarihi hadiseler daha sonraki dönemlerde “tıpkı”/”aynen” değil, “bir değişik benzeri” olarak gerçekleşir ve bütün mesele, “bir değişik benzeri” hadiseleri, doğru/güzel/iyi benzeştirip/eşleştirip bunun tahlil ve yorumunda düğümleniyor. Bir misal olması açısından; Hasan Sabbah’ı ele alalım. Dün Türk-İslam âleminin başına bela olan “Alamut Kalesi”ni mesken tutmuş Hasan Sabbah ile bugün “Kandil”i mesken tutan “Öcalan ve PKK” ile benzeştirip/eşleştirip tahlil ve yorumda bulunabilir miyiz? Bugünün Cengiz’i kim olabilir? Dün Alamut’u yok eden Cengiz, bugün Alamut’u/Kandil’i besleyip büyütüyor olması düşüncemizi benzeştirmemizi/eşleştirmemizi ne kadar ve nasıl etkiler?

14 asır önce, “Allah’ı dünya işlerine karıştırmayan, servet ve iktidarın yalnızca kendi hakkı olduğuna inanarak, servet ve iktidara sahip olmak(siyasi, iktisadi ve sosyal menfaatlerini temin ve devam ettirebilmek) için, “din” de dâhil olmak üzere bütün kutsalları, insanı ve maddeyi sonuna kadar vahşice doymak bilmeyen bir iştiha ile “istismar” eden, hakkı/doğruyu/güzeli/iyiyi tebliğ etmeyi yasaklayan anlatılmasına, anlaşılmasına, öğrenilmesine mani olmak için her türlü vasıtayı kullanan, bir “Ebu Leheb” ve zihniyetinin varlığını biliyoruz. Ebu Leheb ve zihniyeti, bugün de vardır, yarın da var olmaya devam edecektir. Tam burada kendimize soralım: Bugün “Ebu Leheb” ve zihniyetini, kim veya kimler temsil etmektedir? İçimizdeki Ebu Lehebler ve onun iş birlikçileri/yardımcıları kimlerdir? Onların en bariz vasıfları nelerdir? Ve biz onları dost, yardımcı ve müttefik kılmış mıyız kendimize?

Kayı boyuna mensup bir aşiretten, cihan devletine giden yolu adım adım inşa eden “Hoca Ahmed Yesevi Dergahı”nın dervişlerini, gazi dervişlerini, alperenlerini tahlil edip yorumlamak bizim için “tarih ve ilim” adına bir namus ve vefa borcudur, ihmal edilemez bir vazifedir. İnsanımızı/dervişlerini, Türk-İslam Kültür ve Medeniyet dairesi içinde talim ve terbiye ile eğiterek, aşiret şuurunu “cemiyet şuuru”na, dergâh ve zaviyelerde oluşan dar “cemaat şuuru”nu “cemiyet şuuru”na inkılâb ettiren Hoca Ahmed Yesevi’nin bugünkü “bir değişik benzeri” kimdir? Kim olabilir? Türkistan’ı, Anadolu’yu, Rum illerini adım adım gezen, kuş konmaz kervan geçmez yerlerde dergâhlar/zaviyeler inşa ederek insanımızı ve insanları sevgiyle/aşkla, ilim ve hikmetle yoğuran gazi dervişler/alperenler siz olabilir misiniz? Anadolu’ya ve Rum illerine gelen kadınlarımızı/kızlarımızı günün şartlarına, ihtiyaca göre talim ve terbiye ile yetiştiren “Bacıyan-ı Rum”, sevgi ve aşk dolu kalple gaza ve fetih ruh ve şuuruyla yaşayan “Gaziyan-ı Rum”, yaptıkları iş ve mesleği en doğru en güzel en iyi bilen ve yapan, yaşadıkları dönemde aranılan, vazgeçilmez olan, kardeşlik/yardımlaşma ve dayanışmanın dünya çapında örnekliğini/ilkliğini yaşayan/yaşatan “Ahi”ler kim olabilir? Onlar, yaşadıkları dönemin ihtiyaç duyulan “Türk insan modeli”dir ve hayatın her sahasında var ve hakimdir. Peki, bizim yaşadığımız bugünlerde, yaşadığımız zamanın ve yarının ihtiyaç duyduğumuz “Türk insan modeli” var mıdır? Yetiştirilmekte midir? Ve hayatın her sahasına hakim midirler? Bu soruya verilecek cevap bizim ne yapacağımızı, ne yapmamız gerektiğini çok açık bir şekilde gösterecektir. Biz, ihtiyacımız olan insan modelini veya “model insanı” yetiştirebiliyor muyuz? Yoksa kendi insan modelimizi yetiştiremediğimiz, insanımızı yetiştirme vazifesini üstlenen aile, kurumlar ve temsilcileri asli vazifelerini yapmadıkları veya yapamadıkları için mi bu haldeyiz?…

Siz düşüncelerinizi bizimle paylaşın ki “sizin düşünceniz bizim düşüncemiz” olsun, aklımızdaki sorular cevap bulsun. Selam ve dua ile…

Şehit edilen Fırat Y. ÇAKIROĞLU’na Allah-u Teala’dan rahmet; ailesine, dava arkadaşlarımıza ve Türk milletine taziyelerimi sunarım…

Tavsiye Edilen Kitaplar:

-Yesili Hoca Ahmed, M.N. SEPETÇİOĞLU

-Hacı Bektaş-ı Veli,  Emine IŞINSU

-Hacı Bayram-ı Veli, Emine IŞINSU

-Bir Ben Vardır Bende Benden İçeru, Emine IŞINSU

Bir yanıt yazın