Derler ki, Manisa’da Muradiye Camii, yüzyıllarına karartamadığı kocaman bir ışık yumağı gibi pırıltılı aklını Manisa’nın bir genç köylüsüne borçludur. Hele o yumak yumak büyüyen ap-ak camiinin duvarlarında, daha beyaz, daha ışıklı; bir donmuş kar gibi saf beyaz ama ılık ve yer yer ışıldayan taşlar, yüzde yüz o Manisalı köylü gencin ellerinden aklanmış, parmaklarından ışıklanmıştır.
Yine derler ki, Manisa’daki Muradiye Camii’nin Mimar Koca Sinan’dır; şu İstanbul’u dev parmaklarıyla göğe ulaştıran, kubbe kubbe kucaklayan Koca Sinan’dır; göz göz olmuş pencerelerinden, ışıklı bir ikindi sonunda, İstanbul’u bir haşmete bürünüp hayran tebessümleriyle süzen Koca Sinan’dır.
Manisa’da, Muradiye Camii yapılırken, Koca Sinan, gün ışırken gelir, gün batana kadar –orada- adım adım, el el, parmak parmak camiinin yükselişini, -gözlerinde hep susan, hiç konuşmayan bir düşünceyle- seyredermiş. Ünlü Merkezefendi’nin, Manisalılar’a, avuç avuç mesir macunu serptiği ‘‘bîmârhane’’ nin karşısındaki küçük bir tepeciğe bütün Manisa’yı ışıklandıracak bir ilahi pençe oturtmanın heyecanını gizliden gizliye içinde ürperen bir deprenişle duyar, en küçüğünden en büyüğüne –en önemlisinden en önemsizine kadar- her işçiyle teker teker ilgilenirmiş. Birinin biraz yüzü mü asık? İzin verir… O günkü ücretini de ödetir, dinlendirirmiş; bir başkasının biraz canını sıkkın mı gördü? Yüzünü güldürünceye kadar yanından ayrılmazmış. Gün olmuş, Koca Sinan eline kazma kürek almış çalışmış; gün olmuş taş taşımış, toprak taşımış… Ve cami, mimarından kazmacısına kadar herkesin akan teriyle birlikte yoğrulmuş.
Ve bir gün… gün ışırken, iş başı yeni yapılmışken, Manisa köylerinden henüz bıyığı terlemiş bir genç işçinin, akıl almayan bir garip çalışma içinde bocaladığını görmüş Koca Sinan. Çocuk denecek kadar genç köylü işçi, ağır ve kocaman bir taş kucaklıyor, uzaklardan, camiin yanına kadar getiriyor, toprağa ve ustaların yonttuğu öteki taşların yanına bırakıyormuş gibi yapıp, -bırakmadan- kaldırdığı gibi ilk aldığı yere geri götürüyormuş. Bir, iki, üç, dört… bu, hep böyle devam etmiş. Genç, hiç birinde de taşı toprağı bırakmamış, öteki taşlara değdirmemiş…
Koca Sinan bir tuhaf olmuş bunu görünce… Yavaş yavaş, korkutup gücendirmemeye çalışarak, gencin yanına varmış; eline omuzuna koyup durdurmuş: ‘‘ oğul? ’’ demiş; ‘‘ Nedir bu senin yaptığın, anlayamadım. Maksadın nedir? ’’
Genç, taş kucağında olduğu halde bir yutkunmuş, iki yutkunmuş; kızarmış, ter su olup akmış yüzünden. Ama Koca Sina’nın pırıl pırıl göz bebeklerine karşı yalan söyleyememiş: ‘‘ Beni bağışla ağam… ’’ Demiş; ‘‘ Gencim. Bu gece, düşümde, bir iştir oldu; kirlendim. Bir yoksul köylüyüm, bir gün çalışamazsam aç kalırız evcek o gün. Sabahtan onun için iş başı yaptım ve boy abdesti almaya fırsat bulamadım; hamam, biliyorsun ki, çok uzakta. Bu mübarek camiye böyle kirli halimle taş taşıyamam. Ellerimle kirlenecek taşları ne bu camiye, ne de şu taşların yanına bırakamazdım. Ama gündeliğimi de hak etmem gerekti; hak etmezsem haram lokma yemiş olurdum. Onun için bu taşı böyle taşıyorum işte. Akşama kadar taşıyacağım ve sonunda, götürüp bir yana atacağım uzakta. Ne yapalım; bir taş kirlensin bari… ’’
Dolmuş Koca Sinan’ın göz bebekleri ama, genç köylüden utanıp ağlayamamış. Usulca; ‘‘Git…’’ demiş… ‘‘İzinlisin bugün. Var hamama yun da gel…’’
O gün, caminin yapımını durdurtmuş Koca Sinan. Çarçabuk, caminin yanına bir hamam yaptırtmış… İşçiler için; genç işçiler için daha çok.
Ve o günden sonra, her işçinin elini sürdüğü taş daha ak, daha parlak olmuş.
Manisalı köylü gencinin elinin değdiği taşlar ise aktan da ak parlaktan da parlakmış. Cami duvarlarında göz alan beyazlıktaki taşlar o taşlarmış işte. Manisalı köylü, o taşlarda, o cami den, yüzyıllar boyu ak ak bakar olmuş…
Mustafa Necati Sepetçioğlu / Türk İslam Efsaneleri / Sayfa: 81-83