Kavim = Irk = Millet ve ontolojik ırkçılık

Bir önceki yazıda tenkit ettiğimiz yazarlar “ırkçılık”ı hedef aldıysa, bu bizi niçin ilgilendiriyor? Bu normal şartlarda çok haklı bir sorudur. Fakat söz konusu Siyasî İslamcılar olunca bu sorunun cevabı farklıdır. Çünkü onların anlayışında ırk, kavim, millet, hepsi aynı şeylerdir. Daha doğrusu hepsi klan demektir.

Bu bir yerde Siyasî İslamcılığın metot olarak skolastiği benimsemesinin sonucudur. Son bin yıldaki toplumlardaki iş bölümü, sosyal sınıflar, yaygınlaşan ve dünya siyasetinin baş aktörü hâline gelen millet yapıları onların kaynaklarında yoktur. Olmayınca da bunları ellerindeki terminoloji ile ifade etmeğe kalkarlar ve tabiidir ki hata yaparlar.

                Millet, eski Arapçada aynı dili konuşanları ifade ederken zaman içinde ümmet anlamını kazanmış, özellikle Osmanlı döneminde daima ümmet anlamında kullanılmıştır. “Osmanlı Millet Sistemi” dendiğinde kastedilenler Devlet’i Aliye içindeki ümmetlerdir: Ortodoks Milleti, Yahudi Milleti, Katolik Milleti, Protestan Milleti, Müslüman Milleti gibi. Kilise konusunda aralarında sürtüşme çıkan Hristiyan gruplar, kendi istekleri üzerine ayrı millet kategorisine alınırdı. Günümüzde de Siyasî İslâmcılar “millet, milletimiz” dediklerinde şuurlu olarak Osmanlı’daki ümmet anlamını kastetmekte ve kendi kanaatlerince fikrî ahlâksızlık değil, kurnazlık yapmaktadırlar.

                Ümmet kelimesinin İslâmiyet’in ilk zamanlarında siyasî birliği ifade ettiği anlaşılıyor. Müslümanların azınlıkta olduğu Medine’de kaleme alınan Medine Anlaşması’nda bütün Medine halkının Hazreti Muhammed başkanlığında bir ümmet olduğu belirtilmektedir ki bunların arasında anlaşmada “müminun” diye bahsedilen Yahudiler de vardır.

                Kavim ise genellikle kabileden küçük, aralarında kan bağı bulunan aileler, yani “klan” anlamında kullanılmaktadır. Bunun Türkçe karşılığı “sop” kelimesidir. Mesela Kureyş kavimden büyüktür ve içinde birden fazla kavim vardır. Haşimîler (beni Haşim- Haşim oğulları), Ümeyye oğulları (Emeviler) Kureyş’in kavimleridir. Bunu Ruhi Fığlalı hocamız şöyle anlatır:

“Esasen bedevî cemiyetinin temeli sop’a [kavim] dayanır. Her çadır bir aileyi; çadırlar topluluğu [hayy] ise, sop’u meydana getirir. Akraba bağlarıyla birbirlerine bağlı kavimlerin bir araya gelmesi de kabile’yi teşkil eder.[1]

Siyasî İslamcılar, önce siyasî, ancak siyasetin izin verdiği ölçüde İslamcı olabildikleri için bu kelimeleri sanki hep bugünkü anlamında kullanılırmış gibi kullanırlar. Bu da yetmeyince kavim = ırk = millet yalanına başvururlar. Bu yüzden onların ağzından “İslam kavmiyetçiliği, yani ırkçılığı, yani milliyetçiliği reddeder, millî devlete karşıdır” gibi hükümler işitmek olağandır. Hâlbuki İslam kaynaklarında bırakın bu hükümleri, bu kavramlar yoktur. Meselâ “kavmiyet” kelimesine 19. asırdan önce lügatlerde rastlanmaz[2].

Onlara göre, bilhassa “Türk” bir milletin— millet diye bir kavramın yokluğunda– değil, bir kavmin, yani ırkın adıdır ve aslında böyle bir ırk da mevcut değildir. Dolayısıyla Türk yoktur. Olsa bile bu coğrafyada 20, 36, 54 (sayı değişkendir ve gittikçe artma eğilimindedir) başka ırk vardır. Sonuçta Türk Milleti’nin egemenliği diye bir şeyden bahsedilemez. Peki egemenlik kimindir? Bu devlet hangi hukuka dayanır? Bu sınırlar neye göre çizilir?

Irkları aşan bir sosyolojik birim olan milleti reddeder; kana, genetiğe dayandığını sandığınız “ırk”a göre parçalarsanız yaratacağınız eser, her türlü emperyalistin kolayca at oynatabileceği, bölük pörçük bir ırklar mozayiğidir. O halde Türkiye, bir sürü kavmin, “ırk”ın rastgele dolaştığı, Dubai Hava Alanı Transit Salonu gibi bir yerdir. Bu salonun sahibi yoktur; dolayısıyla herkes Türkiye üzerinde manda iddiasında bulunabilir…

Bu parçalayıcıların, bu zihnî bölücülerin yaptığı ırkçılıktır: Ontolojik ırkçılıktır[3].

 

                Hayalî tarihler, hayalî devletler

Siyasî İslamcılar “Bizi bir birimize bağlayan asıl kuvvet Müslümanlığımızdır” derler. Böylece, üstü kapalı olarak millet devletinin (yabancı dillerden tercüme “ulus-devlet”in) yerine bir alternatif de teklif ettiklerini düşünürler: İslâm devleti. Yine onlara göre Müslümanlar dünya üzerinde, dinin doğuşundan bu yana hep İslâm Devleti çatısı altında ve birlik hâlinde yaşamışlar, bu devlet ve çatı ancak son zamanlarda küçük bir kesikliğe uğramıştır ve en kısa zamanda kaldığı yerden devam edecektir; etmelidir. Etmelidir, çünkü bu, İslâm Devleti, Müslümanlığın gereğidir. Bunu kabul etmeyen kâfir olur. Türkiye’deki siyasî ümmetçiler tabloya biraz daha ayrıntı ekler. İslâm Devleti’ni kesintiye uğratan — zaten bütün kötülüklerin atası — Atatürk’tür. “Doksan yıllık reklâm arası” da işte bizim başarısız millet devleti tecrübemizdir ve yakında, pek yakında Türk olmaktan kurtulduğumuzda, hiçbir millî iz taşımayacak, ki ben buna Dubai Hava Alanı Transit Salonu gibi diyorum, “ırkçılığa” yer olmayan bir İslâm Devleti kurulacaktır. İslam Devleti’nin nasıl kurulup nasıl işleyeceği de bellidir, çünkü şeriat, her şeyi adım adım tarif etmiştir.

*  *  *

Önce İslam Devleti’nden başlayalım: İslamiyet, devletler için değil, insanlar için vardır. Devletin nasıl kurulup nasıl işleyeceği hiçbir dönemde dinin konusu değildir. İslamiyet bunu insanlara bırakmıştır. Nitekim Hazreti Peygamber, kendisinden sonra kimin nasıl halife olacağına dair hiçbir şey söylememiştir.

İlk halife Hz. Ebubekir’i kabile ileri gelenleri toplanarak seçmişlerdi. Hazreti Ömer ise Hz. Ebubekir’in vasiyetiyle tayin edilmiştir. Nasıl halife olunacağı belli değildir ama halifeliğin nasıl sona ereceği daha belirgindir: Dört halifeden üçü katledilmiştir!

Emevî ve Abbasî devirleri birer altın çağ değildir. Başta peygamber ahfadına yönelen katliamlar, mezhep imamlarına uygulanan eziyetlerle doludur. Çeşitli milletlerin sulh içinde bir arada yaşadıkları çağlar da değildir. Henüz millet seviyesine gelememiş Arap toplumuna İslamiyet çok şey getirmiştir ama toplum hâlâ millet şuurunda değil, klan, yani kavim şuurundadır. İbn-i Haldun’un Mukaddimesi, ta 14. asrın sonunda Arap devlet siyasetinde hâlâ klan ve kabile bağlarının başat rol oynadığını, kabilelerin nasıl bir birini devirerek şehirleri ele geçirmeğe çalıştıklarını anlatır.

Siyasî İslamcılar, adı üstünde, İslâmiyetin siyaseti de bütün detayıyla belirlediğini iddia ederler. Bu iddia, haliyle, tarihteki “İslâm devletlerinin yapıp ettiklerinin sorumluluğunu da İslâmiyet’e yüklemek demektir. Bugün Müslüman dünyasının içinde bulunduğu zilletin de İslâmiyet’ten kaynaklandığı anlamına gelir. İslâm devleti kusursuzdur da yöneticiler kötüydü, tutacak savunma değildir. Sizin kusursuz İslâmî siyaset kurallarınız kötü yöneticilerin başa geçmesine nasıl izin vermiştir? Düşmanlar bizi aldattı, aynı derecede aşağılayıcı bir savunmadır. Niçin aldandınız? Sizin kusursuz İslâm devletiniz aldanmaya bu derece yatkın mıdır?

İslâmiyet’i aşağılamadan bu bahsi sonuçlandırmanın tek yolu, İslâmiyet’in siyaset için değil, insan ahlâkı, insan vicdanı, insanın hürriyeti velhasıl temel insan değerleri için var olduğunu kabul etmektir. Devlet veya şirket yönetmek için değil. Devletlerin yükselişi de çöküşü de insanın sorumluluğundadır, dinin değil.[4][5][6][7]

Milletsiz devlet kurulabilir mi? “Bizi bir birimize bağlayan asıl kuvvet İslâmiyet’tir” cümlesinin saklı iddiası “kurulabilir” şeklindedir; hatta bir adım öteye geçer: Kurulmalıdır!

Tarihe ve sosyolojiye bakalım. Din, ayrı inanıştakileri bir birinden ayırmada etkili bir rol oynuyor. Geçen asırda Hindistan’la Pakistan’ın, daha dün eski Yugoslavya’daki Müslümanlarla Hristiyanların bir birinden ayrılmasını buna örnek gösterebiliriz.

Peki birleştirme?

Birleştirmede dinin rolü ancak milliyetle birlikte olursa ortaya çıkıyor. Milliyetler ayrı ise din birleşmeyi sağlayamıyor. Irak Kürt ve Arap olarak ikiye ayrılmak üzeredir. Arap Irak da Şiî ve Sünnî olarak ikiye… Demek ki, bırakın milliyetleri, aynı dinin ve milliyetin mezhepleri bile bazen bölünmeye sebep olabiliyor. Suriye’de benzer şekilde tek dine sahip halk milliyetlere, hatta mezheplere bölünmek üzeredir.

İslâmiyet Hindistan’ı Pakistan’dan ayırmıştır ama Batı Pakistan’la Doğu Pakistan’ı bir arada tutamamış, Bengal etnisitesi Batı Pakistan’dan ayrılmıştır. Şimdi kopan o devlete Bangladeş diyoruz…

İslâm ülkelerinin tarihi boyunca devletler aşiret, kabile, mezhep ve siyasetin fay hatları üzerinden bölünmüş, Müslümanlık bizi bir arada tutamamıştır. Osmanlı’nın üç tarzı siyasetinden İslamcılığın başarılı olamayışı da bizi birbirimize bağlayan kuvvetin İslamiyet olmadığının son ve acı dersidir. Osmanlıcılık çalışmayıp gayrimüslimler devletten ayrılınca ikinci siyaset, İslamcılık denenmiş, bu da çökünce son savunma hattı, Türkçülük’te karar kılınmıştır.

Şimdi tarihin hiç bir döneminde başarıya ulaşmamış bu deneme tekrarlanmak istenmektedir. Başarısızlıkla sonuçlanmış bir teşebbüsü tekrarlayıp bu sefer farklı bir sonuç beklemek akıllı işi değildir. Arzu eden bu sakil yolu şahsî hayatında deneyebilir. Ama Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerin yıkıp enkaza karşı “Bizi birbirimize bağlayan asıl kuvvet İslâmiyet’tir” vecizesini söylemeye kimsenin hakkı yoktur.

Milliyet emperyalizme karşı vatan müdafaasında en güçlü unsurdur. Din için aynı şeyi söylemek maalesef mümkün değildir. Fransa Mısır’ı bizden koparırken El-Ezher uleması Napolyon’un aslında Müslüman olduğuna çok kısa zamanda ikna olmuştur. Türkistan’da Rus işgali kan döke döke ilerlerken Ceditçiler denen Türk Milliyetçileri buna direnmiş, Kadimciler adı verilen o zaman ve mekânın Siyasî İslamcıları ise, klasik, “İbadetimize engel olmadıkları sürece Ruslar işlerimizi yürütsünler, ne zararı var” ihanetine sapmışlardır.

Yunanistan’ın Batı Trakya Türkleri’nin bu sıfatı kullanmasına engel olup onlara “Elen Müslümanları” demesinin bir hikmeti olsa gerek. ABD’nin, SSCB’nin parçalanışı boyunca “Türkistan”, “Orta Asya Türkleri” demekten dikkatle kaçınıp “Asya Müslümanları” sözünü tercih etmesinin bir hikmeti olsa gerekir. Hikmeti, Tom Nairn söylemiş: “Milliyetçiliğe muhalefet, kesinlikle eski veya yeni imparatorlukları desteklemek demektir[8].

Kaynakça:

[1] Ruhi Fığlalı, “Günümüz İslam Mezhepleri”, İzmir İlahiyat Vakfı Yayınları, 2. Baskı 2011, sayfa 43.

2 Ali Yardım, a. g. e. ve oradaki atıflar.

3 İkbal Vurucu, “Sona doğru Kürt açılımı- Demokratikleşme mi yıkım projesi mi?” Sarkaç Yayınları, 2003

4 Bu konuda genel olarak İslamiyet’in, özel olarak İmam Maturidî’nin görüşleri için bakınız: Sönmez Kutlu, “Ehl-i sünnet siyaset anlayışının dinî temellerinin sorgulanması”, e-makâlât Mezhep Araştırmaları, I/1 (Bahar 2008), ss. 7-26.

5 http://www.emakalat.com/index.php/emakalat/article/viewFile/3/5

6 ve Sönmez Kutlu, “İmam Maturidî’ye göre diyânet- siyaset ayrımı ve Çağdaş Tartışmalarla Mukayesesi”, İslâmiyât Dergisi, VIII (2005), Sayı:2, sayfa 55-69

7 http://www.sonmezkutlu.net/?pnum=158&pt=Maturidi%27de+Diyanet+Siyaset+Ayr%C4%B1m%C4%B1

8 Philip Spencer ve Howard Wollman,”Nationalism- A Critical Introduction”, Sage Publications, 2002 sayfa 42.

Bir yanıt yazın