Veya Maraşlı İmam neyle iştigal ederdi?
“Dincilik” kelimesini, dindarlıktan ayrı, hattâ zaman zaman dine zıt bir istismar ve skolastisizm anlamında kullanıyorum.
“Laikçilik” de benzer şekilde, laiklikten ayrı ve zaman zaman laikliği ihlal eden bir başka skolastisizm…
Dindarlığı ve dini, dincilikten; bilim metodunu ve laikliği laikçilikten tenzih ederim. Tıpkı Atatürk’ü Atatürkçülük’ten tenzih ettiğim gibi.
* * *
Önce dincilikle laikçilik arasındaki kavganın sürüp gittiği oyun alanına bir bakalım. Su üstündeki mücadelede karşılıklı cehalet hemen ön plana çıkıyor. Bunun en güzel örneği, bir millî kahramanımızla, Maraşlı sütçü İmam’la ilgili.
Maraşlı sütçü İmam. Doğru ifade bu, “sütçü imam” değil. İmam Maraşlı’dır, meslek olarak sütçülüğü seçmiştir ve anne- babası ona doğduğunda, o yöremizde hâlâ sık konan İmam adını vermiştir. Tıpkı Ahmet, Mehmet, Ayşe, Fatma v. s. gibi bir isim: İmam. Müstevliye baş kaldıran Türk milletinin aziz şehitlerinden biridir İmam.
Dinciler, “İşte, Millî Mücadele’yi bir imam başlattı… Görüyor musunuz ey laikçiler!” der.
Laikçiler de “Millî Mücadele’yi nasıl bir imamın başlattığı iddia edilebilir!” diye feveran ederler.
İfadelerdeki tarihî hatalar bir yana, dikkatinizi çekmek istediğim nokta her ikisinin de İmam’ı, imam sanmasıdır ve bu hata belki kırk yıldır düzeltilmeden günümüze gelmiştir1.
* * *
Devlet idaresinden coğrafyaya, tıptan ekonomiye kadar dünyayla ilgili problemlerin çözümünde insanlar bir birine zıt iki metottan birini seçmiştir:
- Skolastik metot:Bu problemleri çözmek için ihtiyacımız olan bütün bilgiler zaten bize verilmiştir. Bu bilgiler ya aklımıza ezelden kodlanmıştır, yahut kutsal kitapta veya din büyüklerinin sözlerinde ve davranışlarında, veya Marks, Engels ve Lenin’in eserlerinde veya Mao’nun Kızıl Kitabında veya Atatürk’ün söylev, demeç, hal ve hareketinde gizlidir. Yapmamız gereken bu gizli bilgileri mantığımızla aşikar hale getirmektir. Aksi davranış bid’attır, revizyonizmdir, karşı devrimdir, küfürdür.
- Bilim metodu:Bu bilgileri ancak gayretle, olayları, eşyayı ön yargısız incelemekle elde edebiliriz. Eskilerin söyledikleri karinedir. Onları bilmeden bu yola çıkamayız, aksi her seferinde sıfırdan başlamak olurdu. Fakat o eski bilgilerin her zaman yanlışlanabileceğini akıldan çıkarmamalı, hattâ devamlı yanlışlamaya çalışmalıyız. Çözümlere ancak gözleyerek, deneyerek, eleyerek ulaşabiliriz.
Burada büyükçe bir “Dikkat!” demek isterim. Bu iki yol problem çözmek için seçilen metotların tanımlamasıdır.
Metotların, yani aletlerin.
Burada oyumu tereddütsüz “2” numaraya, yani bilim metoduna veriyorum. Fakat bilim, hangi problemi, kimin için çözeceğimizi belirlemez. Yani değerlerimizle ilgisi yoktur, değerlerimizin kaynağı değildir. Şerif Mardin Hoca’nın ifadesiyle, “iyi, doğru ve güzel”i bilim tayin etmez. İyi doğru ve güzeli biz başka kaynaklardan elde eder, fakat bu elde edişten sonra, ona ulaşmak için mutlaka ve mutlaka bilim metodunu kullanırız.
Değerlerimizin kaynağı kültürümüz, tarih şuurumuz, dindarsanız dinimiz, ve nihayet, ister dindar olun ister olmayın, insanî değerlerimizdir. İslâm medeniyetinin yükseliş çağlarında hâkim zihniyet de budur. Metotta (2)’den (1)’e geçiş, İslâm medeniyetinin çöküşünü işaretler. Avrupa’da da (1)’den (2)’ye geçiş, Avrupa Orta Çağı’nın sonunun ve Batı’nın yükselişinin başlangıcıdır.
Eğer bir “dinci” tehlike varsa, ki gerek yakın dünya tarihi, gerekse Türkiye’de olup bitenler böyle bir açık ve yakın tehlikenin varlığını gösteriyor, doğru savunma (1) ve (2) tarzlarını tartışmaktır. Skolastisizm ile bilimi tartışmaktır. O zaman laikliğin de, Müslümanlığın da, Atatürk’ün de bilim metodundan yana olduğu görülecektir.
* * *
Şimdi dinin üç cephesine dönelim: Millî kültürün bileşeni olarak din; kişinin aşkın inançlarının ve dünyaya bakışının kaynağı olarak din; ve nihayet ekonomi yönetiminden devlet idaresine, nasıl harp edileceğinden hastalıkların nasıl tedavi edileceğine kadar kaynak olduğu iddia edilen sözde din.
Laiklik ve sekülerizm, sadece bu üçüncüyü tashih için, skolastik hatayı engellemek için ortaya çıkmıştır. Yoksa laikliğin millî kültürün din bileşenine veya kişilerin inançlarına yönelmesi söz konusu olmamalıdır. Olamaz.
Gel gör ki skolastik yaklaşım toptancıdır. Totaliterdir. İster komünist ister siyasî ümmetçi olsun, insanların bütün faaliyetlerini ve düşüncelerini kontrol altına almak ister. Bu tahakkümü sağlamak için de— ister parti deyin ister kilise—kontrol etme saplantısında yandaşlarından bir polis denetimi ve zorlama mekanizması kurmaya kalkar. Çünkü o, mutlak doğruyu bulmuştur. Onun doğrusunun münakaşası yapılamaz. Tartışan veya şüphe eden kâfirdir. Altın çağdaki büyük adamların düşünceleri ve o düşüncelerin yorumlarının, şerhlerinin üstüne bir yenilik getirmek küfürdür. “Bid’at”tır. İslamiyet’e skolastik karanlığı çökmeden “Her dem yeni doğarız, bizden kim usanası”, “Dünküler dünde kaldı cancağazım/ Şimdi yeni şeyler söylemek lâzım” anlayışı, çöküş devrinde yerini, yenilik = bid’at = küfür anlayışına bıraktı. İkbal ve Akif’in, “asrın idrakine söyletmeliyiz İslâm’ı” feryadı da bu anlayışı değiştiremedi.
Dünyayı aydınlatan İslam medeniyetinin, Avrupa’yı aydınlattıktan sonra onun karanlığını âdeta devralması, mutlaka iyi anlaşılmalı, incelenmelidir.
* * *
Gerçek şu ki, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçilirken skolastik düşünce tarzı bizim insanlarımızın kafalarında da büyük çapta hâkimiyetini sürdürüyordu. Gerçi biz, İslâmiyet içinde ve onun da ötesinde bütün Asya’da bağımsızlığını koruyabilmiş, emperyalizme vücudunun büyük parçalarını kaptırmakla birlikte hayatiyetini muhafaza edebilmiş tek devlettik. Bu enerji, bu millî canlılık 20. asrın, başı dik, hür Türkiye’sini yarattı. Fakat 29 Ekim’i 30 Ekim’e bağlayan gece ülkedeki bütün skolastik kafalar birkaç saat içinde birden bire sağlıklı düşünmeye başlamadı.
Devlet idaresi ve dünya işlerinde bütün kadrolarımız, yanılmaz otoriteyi taklit ve şerh yerine özgün düşünceye, tarafsız gözlem ve tecrübeye geçmedi. Devletin ilkelerinde millîye ve bilime yönelişten hoşlanmayanlar yer altında eski skolastik yollarına devam ettiler. Fakat asıl çelişki, yenileşme hareketinin içindeki skolastik unsurlardır. Onlar, orijinal düşünce, bilim metodu yerine eski alışkanlıkları aynen sürdürdüler. Skolastiğin temeli taklit, şerh ve otokrasidir. Onlar, sadece taklit ve şerhin kaynağını değiştirdiler. Duvarlardan hadis ve hilyeleri indirip yerine vecize ve fotoğraf astılar. Mevzu hadislere paralel mevzu vecizeler bile uyduruldu. Taklit edilecek kaynak olarak da Avrupa’yı seçtiler.
Atatürk ile Atatürkçüler arasında hep şu diyalogu hayal etmişimdir:
Atatürk: En hakikî mürşit ilimdir, fendir.
Atatürkçü: Estağfurullah efendim. Siz varken ilmin, fennin lafı mı olur?
Dinciler ve laikçiler, bir birinin anti tezi değil, birbirinin simetriğidir.
* * *
Bu kör dövüşünde hem din hem de laiklik kayıptadır. Her iki kayıp da millî kaybımızdır. Türkiye’nin kaybıdır.
Laikçilik dincilikle mücadele ediyorum diye millî kültürdeki din bileşenine, kişinin inançlarına da cephe alıyor. Avrupa’da futbolcular takım halinde haç çıkarırken laiklik tehlikeye düşmemekte fakat Hakan Şükür’ün “kutlu doğum haftasında galip gelelim” dileği veya birisinin Cuma namazına gitmesi, bir cenazede ellerin açılarak dua edilmesi laikliği tehlikeye atmaktadır!. Cumhuriyet bayramında Kızılay meydanında Viyana valsi ise laiktir!
Bu kadar geniş bir cepheye yapılan saldırının başarıyla sonuçlanması mümkün değildir ve bu vahim hatalar, millet devletini yok etmeğe yönelen dinci tehdidin kâr hanesine yazılır. Daha önce de yazdığım gibi laikçiliğin verdiği mesaj, “Ben bu milleti çok seviyorum ama tarihi, kültürü, dili ve dini değiştirilmeli”dir ki dünya üzerinde hiç bir millet buna evet diyemez.
Dinci cephe, din adına millî devleti hedef almaktadır. Bazı Batılı merkezlerle birlikte hedef seçilen “Kemalizm” düpedüz Türk Milliyetçiliği’dir ve Türk Milliyetçiliği Türkiye Cumhuriyeti’nin dayandığı temeldir. Dinci cephenin Atatürk karşıtlığı aslında Türk karşıtlığıdır; devletimizin meşruiyet kaynağına, kuruluş felsefesine karşıtlıktır. Fakat laikçi tarafın ilkel, toptancı, gözü kara hareketleri bu tehdidi maskelemektedir. Laikçilik savunuluyor diye Türk milletinin kültüründeki din bileşenine, insanların aşkın inançlarına saldırmak, mağlubiyete mahkûm olmaktır. Bunu ne Stalin ne Mao başarabildi. Ders alınırsa tarih tekerrür etmez.
Türk millet devletine yönelen tehdide karşı halkın uyandırılması isteniyorsa millî değerlere dayanmak zorundayız. Daha önceki milliyet düşmanlarının asıl yenilgisi, Türk devletinin başbakanının Libya Lideri Muammer Kaddafi’nin “yardımcısı” olması ile başladı. Türk milleti dinine bağlıdır. Fakat milliyetine de sonuna kadar bağlıdır. Bu iki bağ, zaafımız değil, gücümüzdür. Ulusalcılar, “milliyet” utangaçlıklarını bir yana bırakıp, dünya görüşlerini başka milletlere aleyhtar olmak yerine Türk milletini sevmeye dayandırmak zorundadırlar.
Kör dövüşü toplumun bir kısmını millet sevgisinden uzaklaştırırken, bir kısmını da Müslümanlıktan uzaklaştırıyor. Sofu imamın dinden çıkarması misali… Burada bilhassa İlahiyat Fakülteleri ve kardeş dallardaki akademisyenlerimize ve gönül adamlarına sorumluluk düşer. İslamiyet’in hakkıyla değerlendirilebileceği ortam, belki de bunun yapılabileceği tek ortam Türkiye’dir. Sulandırılmış İslâmiyet’ten, ılımlı Müslümanlıktan değil, Müslümanlığın “ana temaları”nın, insanlara sunduğu hürriyetin, yaşama sevincinin, iç huzurunun ve yaratıcılığın yeniden doğuşundan bahsediyorum. Yalnız dindarlara, yalnız Müslümanlara değil fakat diğer dinlerin mensuplarına, hatta dinsizlere de ışınlarını gönderecek bir aydınlanma cehdinden bahsediyorum. Tıpkı Yunuslar’ın Mevlanlar’ın çağındaki gibi. Endülüs’ün parlak dönemindeki gibi. Fakat ne yazık ki, bu bilim ve gönül adamları, bir taraftan dincilerin, diğer taraftan laikçilerin tasallutu karşısında, pek azı hariç, sessiz kalmakta veya kaçamak, politik cümleciklerle yetinmektedirler.
Sunulan yeniden inşa fırsatına sırt çevirmek kolay affedilmeyecektir.
__________________________________________
[1] Rahmetli Galip Erdem ağabeyimin kulaklarını çınlatmak isterim. Sütçü İmam ne zaman buradaki gibi istismar edilse acı acı gülerek gerçeği o anda etrafında bulunanlara anlatırdı.