İlk yazdı; Sarayköy ve çevresi, soğuk bir kışın ilk yaza dönüşmesiyle canlanmıştı. Bir derviş, sırtında birkaç kucak ağırlığındaki odun dengiyle Tapduk Emre Dergahı’ndan içeri girdi. Odun dengini, kapının arkasına usulca bıraktı. Şöyle bir baktı onlara ; içlerinde bir teki bile eğri değildi. Hepsi seçilmiş, hepsi ,bir gönül gözünün seçen ve anlayan bakışlarından geçip beğenilmiş odunlardı. Bütün bir kış, kışların içinde en azılı bir kış boyunca bu Derviş, bu dergahtan, böyle girmiş ; kapının ardına bıraktığı odun dengine bir bir hep böyle bakmıştı. Seçilmiş ,eğrisiz , gerçek bir insanın içi ve dışı arasındaki doğruluk ve apaçıklık gibi pürüzsüz odunlarla , bu dergahtan içeriye odunun bile eğrisinin giremeyeceğini anlatmak istemişti. Sabahın ilk gün ışıklarıyla başlayan alaca aydınlığından akşamın o esmer sisi inince bir bir ,ormanda ağaç ağaç, dal dal dolaşmak ve her Allah’ın günü böylece bıkıp uzanmadan , yorulup yüksünmeden gölünün uyarınca odun toplamak, bulduğu en sonuncu kuru dalla odun dengini tamamlamak, sonra kim bilir nerde, dergahtan ne kadar uzakta bu dengi sırtlamak -belki tepeler,bayırlar, dereler aştıktan sonra- getirip dergahın kapısının ardına bırakmak… Bu, onun, -bu garip Dervişin çilesiydi; doldurulması gerekti. Bu çile dolunca; çiğ iken pişecekti; ham iken olgunlaşacaktı… Yanacaktı; kısaca, kurtulacaktı.
O gün, o ilk yazdı ; kışın ilk yaza dönen gününde -gün akşama ererken- o garip Derviş getirdiği odunlara bakarken , aynı zamanda, bir yoğruluşun sonunda , yeni bir kalıba döküldüğünü de hissediyordu. Yorgun değildi; sabahın alaca karanlığında oduna çıkarken nasıl kendini biliyorsa, nasıl dinç idiyse yine -şu anda yine- öyleydi.
Bu derviş,bu garip,Yunus Emre’ydi…
Dilden dile,gönülden gönüle-zamanın ve mekanın da üstünde-yaşayan bu adam,o gün çilenin son günün,son saatini,saatin son anını dolduruyordu.İçinde,dış görünüşü gibi bir gariplik,bir tatmin olmayıştı.Çile bitmişti-evet-hem de beklenilenden ve istenilenden daha düzgün,daha anlayışlı ve uysal bitmişti.Ama Yunus Emre ,bu garip derviş,çile boyunca kendi arzu ettiği gibi piştiğine inanmıyordu.Daha bir çiğlik ,bir pişmemiş arzu,bir ham hayal vardı bir yerinde;bilmediği,görmediği ama hissettiği bir yerinde ;içinde,sinirlerinin ve kılcal damarlarının bile henüz eremediği derinliklerinde olgunlaşmamış ,hoşgörüye ulaşmamış bir yanmamışlık vardı;bunu seziyordu.
Yorgun ve terli yüzünü,şadırvanın serin suyunda yıkarken içinde sezdiği o yanmamışlığı söndürmek için nasıl ve nereden –bu şadırvandakinden daha da serin –bir su bulabileceğini düşünüyordu.
Bu düşünce içinde,yüzünü bile kurulamadan,varıp şeyhi Tapduk Emre’nin katına çıktı.El bağlayıp boyun büktü.Taptuk Emre de bir ulu ,bir ermiş kişi idi.Derviş Yunus’un o el bağlayışından ,bu boyun büküşünden o saatte anladı ve izin verdi,dedi ki:”Sen,o içindeki yanmamışlığı;pişmemiş,noksan kalmış çiğliği her zaman duyacaksın .Sana izin ;istediğin yere git ve dilediğin kadar gez.Seni bekleyeceğim…”
Derviş Yunus,bu izin üzre ,artık geceye dönen akşam üstü dergahtan çıktı.Yollar bir karanlıktı,bir çataldı,bir bilinmez yönlere doğru kara ve meçhul,uzayıp gidiyordu.Çile doldurduğu günler boyunca,bu çatal,bu karanlık yolllardan nice bin kereler geçmişliği vardı;gökteki yıldızları nasıl görüyorsa avucunun içini-açıp bakmadan-nasıl biliyorsa,Derviş Yunus,bu yolları da bilirdi öylece.Ama bu gece,bildiklerini de bilmiyordu.Yollardan birine-bir uzun incesine-bıraktı kendini.Yollar yol olduğundan beri hiç bitmemişti;yine bitmedi.Bir yere geldi ki,artık oradan öteye gitmemek gerekti.
Burada, bir kavak ağacının altında, üç derviş oturmuştu. Konuşmadan halleşiyor; söyleşmeden dilleşiyor, gönülden gönüle geçen bir seste birleşiyorlardı. Yunus Emre ,selam verip üç dervişin yanına oturdu. Neden sonra konuştular onun ile. Nereden gelip nereye gittiğini sordular. Yunus bir şey söylemedi.
Üç dervişten biri el açıp dua etti bir zaman sonra, üç kişinin ortasında bir sofra belirdi…sofranın üstünde türlü çeşit yemekler .Yunus Emre ‘yi de çağırdılar sofraya; yemekleri birlikte yediler.
Üç gün üç gece böyle oldu. Her gün bir başka derviş dua ettı. Her gün, duanın üstüne, bir sofra hazır halde geldi, kuruldu. Her gün yediler. Ve, yemekten sonra ,söyleşmeden dilleşmeden –gönül gönüle-halleştiler.
Dördüncü gün dervişler el açıp dua etmediler. Yunus bekledi; dervişler bekledi… Yunus bekledi… Dervişler yine beklediler, sonunda bir derviş:” Ey can! dedi ,Dile !…Destur senindir ; niğmetlenelim …”
Yunus bir döndü ; içinde o çiğ, o pişmemiş şey, korkuydu depreşti. Ne yapacaktı? El açıp ne diyecekti? Kime kimin için , kimden medet umacaktı? Ama elleri açılmıştı ister istemez :”Tanrım!” diye inledi gönül diliyle; “Beni utandırma işte ,bütün hamlığımla karşındayım …”
O anda, Yunus’u diken diken eden , o sessiz -gönül ehli- dervişleri şaşkınlıktan çıldırtan bir şey oldu :Dört ayrı sofra ,dört ayrı zengin ve nefis yemeklerle dolu yavaş yavaş ,süzüle süzüle inip, dört kişinin önüne kuruldu , kimse elini uzatıp yiyemedi ;donmuş gibiydiler .Dervişlerden biri korka korka :”Ey canlar canı ,ne dua ettin söyle…”dedi.
Yunus Emre utanmıştı. Güçlükle :”Hiç…”dedi; ”Elimi açtım ve … Tanrım, bütün hamlığımla karşındayım işte , beni utandırma dedim !”
Dervişler birbirlerine baktılar. Yunus ,”Siz ne dua edersiniz ?”diye sordu. Derviş : ”Yunus Emre adına dua ederdik “dedi ;”Tanrım Yunus Emre aşkına bizi bugün de doyur , der idik…”Daha cümle bitmeden dervişler Yunus Emre’nin birden kalktığını ,bir acı yel gibi dönüp karanlığa karıştığını gördüler. Bir sırdı bu can, sanki, yine sır olmuştu. Yalnız gecenin ve karanlığın içinde , geceyi ve karanlığı parçalayan sesi duyuluyordu. Bir şükran çığlığı idi bu , bir kurtuluş haykırışıydı. Şöyle diyordu:
Miskin Yunus çiğ idik
Piştik elhamdülillah…
Türk-İslam Efsaneleri S: 70,71.72.73