Bir insanın Müslüman olduğunu gösteren beş türlü ibadet vardır. Başka bir deyişle, galat-ı meşhur, yani İslâm’ın şartları olarak bildiğimiz bu beş türlü ibadetin olduğunu biz, Hz. Peygamber’in Cibril hadisinden öğreniriz. Zaman içerisinde sınıflandırmalar yapılarak bedenî ibadet tasnifine konulan oruç ise, beş ibadetten birisidir. Peki, yazımızın başlığında olduğu gibi sormak gerekirse, oruç sadece bedenî bir ibadet midir gerçekten?

Mülahaza ettiğimiz mefhumu ortaya koyarken onun bir kavram olarak etimolojisine bakmayı faydalı buluyoruz. Oruç kelimesinin kökeni Farsçaya dayanır. Kelimenin bizim dilimizde oruç hâlini alma serüvenini incelediğimizde ilk önce Farsça “rûz” sözcüğüne rastladık; gün veya gündüz demek. Sözcüğün bize geçişi ise “rûze” yani günlük anlamıyla olmuş. Biz Türkçede r ve l harfleriyle başlayan sözcüklere harekeye uygun sesli bir hemze getirdiğimizden, bu kelimeye “o-rûze” demişiz. Daha sonra “o-rûze” dilimizin söyleniş özelliklerince önce “oruc” son olarak da “oruç” olarak kalıplaşmış. Yine Farsçasından yola çıkarak “rûze-dar” öbeğine baktığımızda da bunun oruç tutan anlamına geldiğini gördük. İşte bu hususu “rûze”nin köken anlamı olan günlük ile ya da gün veya gündüz ile birlikte ele aldığımızda karşımıza insanın gündüzleri kendini tutması mahiyetinde bir sonuç çıkıyor. Yani belli başlı ilk akla gelenler olarak yemeye, içmeye, cinsî durumlara karşı insanın, imsak dediğimiz muayyen bir vakitten itibaren kendini tutması. Zaten imsak kelimesi de Arapça “m,s,k” kökünden oluşan ve yine anlamı tutmak olan bir kavramdır. Biz oruç mefhumunu bu şekilde açıkladığımızda, onun yalnızca bedenî ibadet olarak anlaşılma gerekçesini tutma fiilinin ancak bedenle yapılabilecek bir iş olabileceğini düşünmekten kaynaklı olduğunu varsayıyoruz. Çünkü yerken de içerken de bedenin bazı hareketleri esastır. Zira Arapça “f,t,r” kökünden gelen ve açılmak anlamında olan iftar vaktinde, imsaktan beri tutulup bırakılmayan âzaların hareketlerinde serbest kalması durumu vardır. Bu yüzden biz oruç bedenî bir ibadet değildir diye bir iddiada bulunmuyoruz, bizim tezimiz orucun aynı zamanda zihnî ve hatta gönlî bir ibadet olduğu yönündedir.

Orucun sadece bedenî bir ibadet olmadığını söylerken tutmak kavramından başlayıp mülahaza etmemizin bir sebebi var. İbadetin diğer yönlerini fark edebilmemiz için bedenin tutulması elzem de o yüzden. Bedenin tutulması, aslında bedenin bazı hareketlerinin bir süreliğine durdurulmasıdır. Zihin ve gönül, ancak bedenin durdurulduğu bu huzur yahut sükûnet aralığında çalışabilir. Ârif milletimizin “bir dur bir düşün” deyişi tam da bununla ilgilidir. Bu deyişte kast edilen düşüncenin durması değil, düşünmenin olabilmesi için düşünenin durması gerektiğidir. Orucun tutulduğu esnada da bedenin hareketsiz kalması, insanın durması, düşünceyi başlatacak olandır. Bedenin hareketinin durduğu yerde zihnin ve gönlün hareketi başlıyor. Yaradan bu sebeple insanın fıtratına yemekten, içmekten hatta konuşmaktan kesilme güdüsünü koymuştur. Çünkü düşünmek öyle bir eylem ki yerken, içerken, konuşurken, çalışırken bilcümle hareket hâlindeyken gerçekleşmesi mümkün değil. Son aldığınız en basit kararı bile, yürürken dâhi olsa düşünmediğinizi, bu kararı hareketsiz bir anınızda verdiğinizi aklınıza getirerek rahatlıkla onaylayabilirsiniz bunu.

İnsanın her vakitte idrak etmesi gereken düşünme ibadeti iken, oruçta öyle bir mesaj var ki hiç değilse bir ay süreyle de olsa, zihnin ve gönlün hareketini başlatmak kaydıyla bedenin hareketini tatil etmesi bekleniyor insandan. İnsan denilen bizse, Türk – İslâm medeniyetinin en güzel tezahürlerinden olan mahya kültüründen gelme “Ey Oruç! Tut bizi…” sözünü mânâlandırmak yerine yazıyı daha ışıklı ve daha parlak yazdırıp minarelerin arasına öyle asmanın derdine düşüyoruz. Orucun bize durup düşünmek adına bir lütuf olduğunu göremiyoruz; tefekkürün oruçla iç içe geçmiş bir ibadet oluşunu sırredemiyoruz. Orucun bizi tutmasındaki mânâ olan bedenin durdurulmasını bir süreliğine yaptığımızı zannederek ibadetin tamamlandığına inanıyoruz. Oysa o sırada bedenimizi durdurmamızın yanında, zihnimizi ve gönlümüzü harekete geçirmediğimiz gibi şeklen bedenin hareketine izin verilen zamanda, ruhumuzu da durdurup bedenimizin hareketsiz kaldığı anların acısını çıkartıyoruz. Öyle yiyoruz, öyle konuşuyoruz, öyle saldırıyoruz ki akşamları, bedenimiz bile bizden daha çok pişman oluyor gündüzleri hareketsiz kalmasına; bizden utanıyor bizim için. Zaten orucu tuttuğumuz vakitte üstümüze düşen zihnî ve gönlî ibadeti de yerine getiriyor olsaydık, orucu asıl açarken tutmamız gerektiğini de akletmiş olurduk.

Zihnî ve gönlî ibadet; yani düşünmek, yani tefekkür etmek. Hz. Peygamber, “Düşünmek, ibadetin yarısıdır; az yemekse ibadetin ta kendisidir.” diye buyurur; bu çok açık bir ifade bizim için. Orucun sadece bedenî ibadet olmadığını izah etmeye çalışırken oruç ile tefekkürün ilişkisini ortaya koyan kurtarıcı bir söz âdeta. Düşünmenin her ibadetin yarısını teşkil ettiğini, az yemenin de ibadetin tamamı olduğunu öğrendiğimizde, oruç ibadetinde neredeyse hiç ibadet etmediğimiz gerçeği çarpıyor yüzümüze. Çünkü biz düşünmeyerek ibadetin yarısını boş bırakıyor, çok yiyerek de dolu kısmını boşaltıyoruz. Oruç iştahı, şehveti ve saldırganlığı tutmaktır; gönlün kapılarını aralayıp zihnin melekelerini hızlandırmak için. Yukarıda ruhu da durdurmak demiştik; ruhu durdurmak, oruç tuttuğumuzu sandığımız hâlde nefsi durduramamak demektir. Oruç tutarken nefsi durdurup ruhu harekete geçireceğiz; öyle ki oruç belli saatlerde aç kalmak zorunluluğundan sıyrılabilsin, öyle ki oruç bile isteye aç kalma iradesinin sağlayacağı durağanlıkla zihnimizin ve gönlümüzün hareketini yani düşünme ibadetini ve tefekkürü mümkün kılabilsin.

İnsanoğlu harekete alışmış bir varlıktır, akan hayatın içinde sürekli kendisinin de akması gerektiğini düşünür; daima hareket etmek ister. Bu hıza değil, aksine durmaya ihtiyacı olduğunu düşünemez. Çünkü düşünmek için durmasının şart olduğunu, durmaya mecbur olduğunu bilemez. Bilse bile durmayı, kendini durdurmayı beceremez. İşte bu insana, Ramazan ayı bahşedilmiş bir zaman dilimidir en azından. Oruç ibadetini yerine getirdiği anların içerisinde hareketsiz kalan insan, bunun sebebini açlıktan dolayı tutulduğu hâlsizliğe yorar. Oysa Yaradan’ın ondan beklediği, düşünmenin ondan istediği şey bu değildir. İnsan oruçlu olduğu süre zarfında aç kaldığı için hareket etmek istemez ve bunu doğru sanır. Kendisinin yiyip içmediğinden ötürü hareketten men edildiğini ve durduğu zamanda düşünmesi gerektiğini anlayamaz ya da anlamak istemez. O aslında akşam kavuşmayı bekledikleri uğruna gündüz ettiği perhize odaklanmıştır; düşünmesini dâhi tâkâtini bırakmayacak bir iş addederek bunu perhizinin önünde bir engel olarak görür. O düşünüyorsa bile iştaha, şehvete ve saldırganlığa izin çıkacak olan vakti düşünmektedir; daha doğru bir ifade ile düşlemektedir. Fıtratımıza cevapsız kalamayız; sadece imsak ile iftar arasında değil, iftar ile imsak arasındaki vakitte de ruhumuzu harekete geçirmeliyiz. Yemekten, içmekten ve konuşmaktan kendimizi alıkoyduğumuz zamanda bedenimizin durgunluğundan istifade ederek; yemeye, içmeye ve konuşmaya engelimizin kalmadığı zamanda da hareket etme arzusundaki bedenimizi durdurarak zihnimizi ve gönlümüzü harekete geçirmeliyiz. Hülâsa mağaramıza, kendimize, içimize çekilip tefekkür etmeliyiz. Dilimizi, gözümüzü kapatıp düşünce melekelerimizi açmalıyız. Bir değirmen taşına benzeyen müdrikemizin içi boş bir şekilde dönmesiyle kendini bitirmesini beklemeden, o değirmen taşına aklın mahsulünden atmalıyız; oruç ibadetinin bu sırlı nimetine muhayyilemizde yer açabilmeliyiz.

İnsanın benliğine, tinine oldukça iyi gelecek psikolojik tarafını yadsımanın mümkün olmadığı oruç ibadetine sosyolojik hikmetler yüklenmektedir. Buna göre oruç, yoksullarla empati kurabilmek için yapılan bir ibadettir deniyor; zannediyoruz ki bazen bizim de giydiğimiz ibadeti bedenen tamamlamamıza çekilebilen güzel bir kılıf bu. Hâlbuki ne kadar saçma, oruç ibadetinin böyle bir yönü olsaydı yoksullar bu ibadetten muaf tutulurdu. Diğer yandan bizim yanlış da olsa bu düşünceye kapılıp empatimizi gün içinde gelişigüzel bir perhizle yapmaya kalkışmamız daha büyük bir yanlış; yanlış olduğu kadar rezildir de. Bu yüzden biz diyoruz ki tek gayesi; yemekten, içmekten, cinsellikten uzak durmayla arzu gücünü, kavgadan, gürültüden, konuşmaktan uzak durmakla da öfke gücünü, insana bastırtmak ve dizginletmek olan orucu tam yerine dosdoğru konumlandırmak olmazsa olmazdır. Bu da ancak düşünmekle imkân dâhilinde olacaktır.

Sözün özü biraz bilinç akışı, biraz yüreğimizden düşenler olarak tamamlamak istediğimiz bu yazıda, kendimizce çok önemli bulduğumuz bir esrara değindik. Esrar dememizin de nedeni şu ki her ibadette olduğu gibi oruç ibadetinde de ibadetin bakmakla değil görmekle sezinlenebilecek taraflarından vardır. Bunlar ise herkesin nâzârı bir olmayacağından fıkıh ve ilmihâl kitaplarında yer almaz. O yüzden biz oruç ibadetinin özünde olan tefekkür mefhumunu açıklamak, aynı zamanda orucun da kabuğunda doğrudan yer almayan ihlâslarını anlayabilmenin ancak düşünme ibadetiyle mümkün olacağını söylemek istedik. Daha doğrusu böyle bir konuyla dertlendiğimizden dolayı kalemi elimize aldık.

Maksadımız düşünmesi durmakla gerçekleşecek olan insanla oruç ibadeti düşünmekle makbul olacak Müslüman’ı kendi havsalamızın imbiğinden geçirerek buluşturmaktı…
Maksat hâsıl oldu mu takdir sizin efendim selâm ve dua ile Ramazan’ınız mübarek olsun!

Bir yanıt yazın