Türkçemizin güzelliklerini anlatmaktan daha çok dillerin fert ve millet hayatındaki yerini bulmaya çalışacağımız bu yazımızda dili, konuştuğumuz kelimeler toplamı olarak değil bir sosyal müessese olarak görüyoruz ve bize bu fırsatı verdiği için Türkçemize şükranlarımızı sunuyoruz.

Her insan bir toplumun ve tabiatın içerisine doğar. Toplum ve tabiatla iç içe olan insan, kendisini var etmek ister. Kendisini var eden değerler ile kavramlar oluşturur; bu kavramlar ile düşünür ve hisseder. Kendisini ifade etmek için dili kullanır. Aynı zamanda insan kendisinin meydana getirdiği anlam değer dünyasını ve kavramları, içinde bulunduğu toplumdan alır ve farkında dahi olmadan sosyal bir varlık olmanın ilk adımlarını atar. Ahmet B. Ercilasun’un söylediği gibi: “Dil, sosyal bir kurumdur. Bütün sosyal kurumlar gibi cemiyetin üstündedir ve ona hakimdir. Kendi kaide ve prensiplerini onu kullanan fertlere kabul ettirir.”  Hocamızın tespiti dilin, cemiyeti ve ferdi aynı şekilde etkilediğinin göstergesidir. Önceki yazılarımızı okuyanlar dilin, din ve ahlaktan bu noktada ayrıldığını göreceklerdir. Din ve ahlak, ferde ve topluma ayrı mesajlar verirken, dil aynı mesajı hem ferde hem de topluma kabul ettirir.

Dilin önemini daha iyi anlayabilmek için eğer dil olmasaydı diye kendimize bir soralım. Vereceğimiz cevaplar çok ilginç olacaktır. Eğer dili ortadan kaldırırsak işaret ile mi anlaşırdık? Biliyorsunuz o da bir dil, ya da duman, o da sadece dilin farklı aktarım metodu olduğu için, dil olmasaydı insanı sosyal bir varlık olmaktan koparmış olacaktık. Galiba dil olmasaydı hiçbir şey olmayacaktı. Hatta belki din dahi olmayacaktı. Hatırlayın Hz. Adem’e isimleri sayması emredilmişti ve Hz. Adem isimleri saydığı için melekler secde etmişlerdi. Aslında dilin kaynağına gittiğimizde yüce rabbimiz tarafından bizim fıtratımıza işlendiğini açık bir şekilde görmüş oluruz. Fakat dillerin tek bir merkezden ortaya çıkmasının imkânının olmadığını düşünüyorum. Eğer tek bir dilden çeşitlenme meydana gelseydi kelimeler ve anlamları bakımından çok büyük farklar olsa bile yapı bakımından aşırı bir fark olmayacaktı. Mesela diyelim ve bir örnek oluşturalım, bütün dillerin Türkçeden çeşitlendiğini düşünelim. Farklı coğrafyalardayız ve yeni gördüğümüz her canlıya ve eşyaya farklı kelimeler veriyoruz. Eklediğimiz ekler de çeşitleniyor. Her şeyin sonunda günümüze geldiğimizde aynı anlama gelen iki cümle söyleyelim ve cümlemiz Türkçe: ”Benim adım Ali, senin adın nedir?” olsun aynı cümlenin karşılığı: “minun nimeni Ali, mika on sinun nimesi?” olsun. Hiç anlaşılmıyorsa bir de şu şekilde bakalım, “ben-im ad-ım Ali, sen-in ad-ın ne-dir?” – “min-un nim’i’-e-ni Ali, mika-on sin-un nim’i’-e-si?” buradaki verdiğimiz örnek Fince ile Türkçe arasında yapılmıştır ve hece hece çeviri karşılığıdır. Bildiğiniz üzere Türkçe ile Fince Ural-Altay dil ailesine mensuptur Fince Ural, Türkçe Altay dil ailesine girer ve arasında çok ciddi farklar vardır. Kelimeler ve ekler birbirine benzemese dahi eklerin konumu ve cümlenin kuruluşu aynıdır. Finler ile dil akrabalığımız tarihte tespit edemediğimiz kadar eskilere gitmektedir. Böyle olduğu halde cümle kuruşumuz ve kelime oluşturma şeklimiz aynı kalmıştır. Bunun sebebi insanın, içinde doğduğu toplumun dil sistematiğine göre düşünmesidir ve bu yıllar geçse de değişmeyecektir.

Dünyada diller üzerine pek çok iddia bulunmaktadır fakat günümüzün akademisyenleri aşağı yukarı aynı görüşte ittifak etmektedirler. Günümüzde diller yapılarına göre üç gruba ayrılmaktadır. Bunlar tek heceli, bükümlü ve eklemeli dillerdir. Bu üç gruptan dil aileleri meydana gelmiştir.

Kısaca bahsetmek gerekirse: Tek heceli diller, her kelimenin kök halinde bulunduğu ve eklerin olmadığı dillerdir. Bu yüzden kelimeler cümle içerisindeki yerlerine göre anlam kazanır. Heceden ibaret olan kelimeleri ayırt etmek için gelişmiş bir tonlama sistemine sahiptir. Aynı hece, tonlamasına göre pek çok anlama gelebilmektedir. Çin-Tibet dil ailesi bu gruptadır.

Bükümlü diller, kökler ile birlikte eklerinde olduğu, fakat kelimeler türetilirken kökün de değiştiği dillerdir. Bükümlü dillerde kök sadece ünsüzlerden oluşur ve ekler kökün başına ve sonuna gelebilir. Hint-Avrupa dil ailesi ve Hami-Sami dil ailesi bu gruptadır.

Eklemeli diller ise, kökün değişmediği, eklerin kök önüne ve sonuna gelerek farklı kelimelerin türetildiği dillerdir. Ural-Altay dil ailesi bu gruba mensuptur.

Konumuza geri dönecek olursak, biz bu ilmi çalışmalar ışığında şunları söylemek istiyoruz. Dillerin yapılarına göre üç farklı grupta toplanması bize göre dillerin kaynağının tek merkezden değil üç farklı merkezden kaynaklandığının bir göstergesidir. “Göklerin ve yerin yaratılması, dillerinizin ve renklerinizin farklı olması da O’nun (varlığının ve kudretinin) delillerindendir. Şüphesiz bunda bilenler için elbette ibretler vardır.”(Rum-22) ayetini bu bağlamda düşünebiliriz. Bir başka görüşe göre, insanoğlunun bir dil meydana getirmeden farklı coğrafyalara dağıldığı ve farklı coğrafyalarda dili meydana getirdiği ihtimalidir. Biz her iki görüşü de makul buluyoruz. Tabi bu bizim görüşümüzdür ve hatalı düşünmüş olabiliriz.

Dillerin meydana gelmesinde diğer bir etken tecrübedir. Tecrübe derken coğrafya dâhil yaşantı ve hafızayı kastediyorum. Yani genelden özele doğru bir gelişmeden bahsediyorum. Her millet yaşadığı tecrübelere göre bir anlam değer dünyası inşa eder. Nevzat Kösoğlu: “Bizim, dünyamızda olmayan varlığın, dilimizde yeri yoktur. Bu, duygu ve düşüncenin gücü ile dilin gelişip, zenginleşmesi arasındaki açık ilişkiyi ortaya koyar’’şeklinde bu konuyu özetler.

Sınırlı bir ömrü olan insanlar, nesiller oluşturarak arkalarında biyolojik olarak devamını bırakırlar. Bu yüzden nesilleşmek insanların ölümsüzlüğüdür. Ölümsüzlüğün sırrına eren nesiller yalnız maddi olarak değil, manevi olarak da bir sonraki nesillere miras bırakırlar. Bu miraslardan biride dildir. Yani insanlar tecrübe ettikleri olaylara veya durumlara göre geliştirdikleri çözümleri kendilerinden sonraki nesillere aktararak bir hafıza oluştururlar. Dil bu hafızanın nesiller boyunca devam ettirilmesi ile ortaya çıkar, aynı zamanda bu hafızayı nesillere aktaran yine dildir. Nicolas Ostler dilin nesiller ile bağını şu şekilde açıklıyor: “Lisanımız, bizi bir kültür sürekliliğin içine yerleştirir, bizi geçmişle bağdaştırdığı gibi gelecekte aynı dili konuşacak yoldaşlarımıza yarattığımız anlamı taşır”. Prof. Dr. Mehmet Kaplan ise: “ Her millet dilini ve kültürünü yüzyıllar boyunca yoğurur. Bu esnada o, akan bir nehir gibi, içinden geçtiği her topraktan bazı unsurları alır. Her medeni milletin konuşma ve yazı dili, karşılaştığı medeniyetlerden alınma kelime ve deyimlerle doludur. Bu bakımdan her milletin dili, o milletin çağlar boyunca yaşadığı tarihin adeta özetidir. Dile bu gözle bakılırsa mana kazanır.” şeklinde güzel bir ifadeyle dilin milletlerin hafızası olduğuna vurgu yapıyor.

Dillerin meydana geliş sürecine kısaca değindik, kendimize göre makul cevaplar getirmeye çalıştık. Bundan sonraki bölümde dilin kültür ile ilişkisini ve millet hayatındaki yerini tespit etmeye çalışacağız.

Dilin kültürdeki en belirgin hali sözlü kültürdür. İsminden de anlaşıldığı gibi dil aslında kültürün sözdeki karşılığıdır. Aynı coğrafyada birlikte yaşayan gruplar tabii olarak aynı tecrübeleri yaşarlar, aynı tecrübeleri yaşayan toplum ortak duygu birliğine varır. İşte dil, ortak tecrübeden kaynaklanan duygu birliğinin açığa vurulmasıdır. Açığa vurulma şekli ise dilin sistemleşmesine doğru atılan bir adımdır. Bir döngüye benzetecek olursak “Ortak tecrübe=>Duygu Birliği=>Duygunun açığa vurulması=>Dilin sisteme dönüşmesi=>Tecrübe ve duygunun sistem içerisinde açığa vurulması” bu döngü birbirini besleyen bir yol izler.

Sözlü kültürden devam edelim ve aktarılma yollarına bakalım. Günümüze geldiğimizde birçoğumuzun abartılı olarak değerlendirdiği destanlar, geçtiği dönemin bizlere kadar aktarılmasının da sırlarını içerisinde barındırmaktadır. Destanların günümüze kadar aktarılmasını sağlayan sır, içerisinde bulundurduğu abartılar değildir, destanların çocuklara anlatılmasıdır. Ortak bir tecrübe yaşayan bir toplum, kendi tecrübelerini kendilerinden sonraki nesillere aktarmak ister demiştik. Bu tecrübelerin çocuklara aktarılmasını sağlayan en güzel çözüm destanlardır. Doğrudur destanlar abartılıdır fakat kimse küçük yaştaki çocuklara başlarından geçen bir olayın doğrudan anlatılmasını bekleyemez. Dikkat edin masallar da çocuklara anlatılır ve abartılıdır. Çocukların anlayabileceği seviyede onların hayal dünyasına hitap eden, çocuklara toplumun zihniyetini kazandırmayı amaçlayan anlatımlardır. Destanlar ile farkı destanların yaşanan bir hadisenin çocuklara anlayabileceği seviyede aktarılmasıdır. Bizler ise destandaki abartıyı değil gerçekliği görmeye çalışmalıyız. Eğer hala abartılı olduğunu düşünüyorsak soyutlama kabiliyetimizde problem var demektir. Soyutlamada zekâyla alakalıdır. Zekânızı geliştirmeye çalışmanızı öneririm.

Sözlü kültürün başka bir parçası da şiirdir.  Bu konuda İskender Öksüz hocamızın tespitini aşağıda vererek devam etmek istiyoruz:

“Geçmiş Nesillerin bilgilerini, nasihatlerini gelecek nesillere aktarmak için yazının keşfinden önce insanların bulup düzenledikleri metotlara “sözlü gelenek” diyoruz. Sözlü gelenekte mesajın fazla çarpıtılmaması için hafıza yöntemleri kullanılıyordu. Mesajın her satırı aynı boyda ve yapıda parçalara ayrılıyor, her satırın sonuna veya başına aynı sesler yerleştiriliyordu. Bu yöntemlerden birincisine vezin, ikincisine kafiye diyoruz. Mısra sonlarını kafiyeli söylemek hâkim metot. Türk şiirinde mısra başlarında da kafiye kullanılmış. Herhalde vezin ve kafiye kullanmaktaki ilk maksat, mesaj herhangi bir şekilde bozulursa vezin ve kafiyede bozulacağından nakledenlerin yanlışlığın farkına varmalarını sağlamaktı. Fakat bu pratik maksat nazmın müziğine ölümsüzlük sağlamış, insanoğlunun edebiyatının en güzel örneklerini verdirmiştir. “ İskender Hocamızın tespiti bu konuda çok önemlidir. Eğer dili böyle görürsek dilin, hem kendi edebiyatını zenginleştirdiğini hem de taşıdığı muhteva ile zihniyet inşa ettiğini görmüş oluruz. Bu da dilin kültürün taşıyıcısı olma vasfını tekrardan hatırlatan bir gerçektir.

Sözlü kültürün başka bir parçası atasözleridir. İsminden de anlaşıldığı gibi “ata-sözü”. Ortak bir atası olmayanın ortak bir atasözü olmaz. Ortak ata şuurunun en güzel göstergesidir. Nesillere aktarılan tecrübelerin en kısa ve öz olarak söylenişidir.

Dilin kültürdeki başka bir yansıması ise deyimlerdir. Somut bir durum üzerine soyut bir anlatım olan deyimler, kültürün köklü ve mütecanis olduğunun göstergesidir. Milletin yaşadığı her yerde, unutulan bir tecrübenin tekrarı üzerine aynı tabirin kullanılması birliğinde göstergesidir.

Konumuzu dallandırıp budaklandırmadan devam edelim. Dilin bağlayıcı vasfına eğilelim. Dil en başta bir anlaşma aracıdır ve biz ancak aynı dile sahip olanlarla ideal bir iletişim kurabiliriz. Dikkat ederseniz aynı dili konuşabilenle demiyorum. Bunun sebebi dilin, kelime çevirisini akıldan yapmak olmadığıdır. Çünkü dil yalnız kelime değildir. Dil kendisini var eden nesillerin ortak hafızasının ürünüdür. Yalnız kelime çeviri yeteneğine sahip birinin böyle bir hafızayı devralması beklenemez. Bu aynı dili konuşan insanlar içinde geçerlidir, konuşmak yetmez. Dil bir kitap gibidir. Kitabı okumayı bilmek yetmez. Okuyup anlamak gerekir. Dil böyle bir hazineyi yalnız arzu edenlere verir.

Kültür bir manada bir hafıza işidir ve bu hafızanın hayata geçirilmesi ile kendisini gösterir. Hafızanın hayata geçirilmesi ortak bir hayat tarzını, bir başka değişle sistem içerisinde ahenk oluşturur. Ahenkli bir toplumun en ileri seviyede tekâmülü milletleri meydana getirir. Dil, bu noktada hafızanın aktarılması adına en etkin vasfı yüklenmektedir. Bu sebepten dil, kültürün ve milletin ayrılmaz bir parçasıdır. Ferdin kendisi olma şuurunun en büyük kaynağıdır.

Buraya kadar olan bölümde dilin kültür ile ilişkisini ve millet hayatındaki yerini tespit etmeye çalıştık. Bundan sonraki bölümde dilin medeniyete katkısını incelemeyi uygun buluyoruz.

Dil, duygu ve düşüncenin gücü ile zenginleşip gelişir. Her milletin duygu ve düşünceleri farklıdır ve dili de o ölçüde gelişir. Arap ve Fars dilinin şiire yatkınlığı, İngiliz dilinin diplomasiye yatkınlığı, Türk dilinin ise Askeriyeye yatkınlığı milletlerin duygu ve düşüncelerine göre şekillenmiştir. Yani dilin gelişimi, bir kültür sürekliliğinin içerisinde olurken aynı zamanda bu gelişme dilin medeniyete adımını da attırır.

Dilin zenginleşip gelişmesinde iki unsur önemli rol oynar. Birincisi ilmi çalışmalardır diğeri ise dil ile yapılan edebiyattır. Her millet yaşadığı çevreye adapte olmak ister. Çevreye daha iyi adapte olabilmek için çalışmalar yürütür. Adapte vasıtalarını geliştirir ve zenginleştirir. Zaten medeniyet bu şekilde meydana gelir. Fakat üreten millet ürettikleri vasıtalara kendinden olan isimler koyar. Bu isimlerin kavram haline gelmesi ile millet o kavramı da hesaba katarak düşünür. Bu sebepten düşünme kelimeler ile değil kavramlar ile olur. Bir insanın hafızasındaki kelimeler, kavramsallaştığı ölçüde düşünme gücünü arttırır. Bilim üretemememizin bir sebebi, öz-Türkçecilik zırvaları ile kavramlarımızın çöpe atılmasıdır. Çünkü kelime tek başına hiçbir şey ifade etmez. Bizler o kelimeden anladığımız ve hissedebildiğimiz ölçüde düşünebiliyoruz. Bizim her kelimemize hislerimiz ve anlamlandırma şeklimiz sırlanmış gibidir. Bu sırra haiz olamayan zirzoplar bizim kelimelerimizi baltalarken anlam değer dünyamızı yok etmişlerdir. Bu aşağılık hareket, milleti farklı bir milletin dili ile konuşmaya mecbur etmekten daha kötüdür. En azından dilini yeni öğrendiğimiz milletin anlam değer dünyasına sahip olurduk. Fakat bizi anlam değer dünyası olmayan bir yaratık haline getirmeye çalıştılar. Niye bilim üretemediğimiz meydandadır. Düşünmeyen insan, anlam değer dünyası olmayan insan asla ve asla bilim üretemez. Ne yazık ki bu kelime değişimi bilinçli bir şekilde sürekli yapılıyor. Her zaman otuz kırk yıl öncesinin yazdıklarını zor anlıyoruz. Bir başka deyişle bu durum, baltalanan anlam değer dünyamızın yeniden yeşermesi ile tekrar baltalandığının göstergesidir. Dilde değişme elbette olacaktır fakat bu gereksiz kelimelerin kendiliğinden kuruması ile daha fazla gelişmek için olacaktır. Dili geliştireceğiz diye yok etmek anlaşılabilir bir durum değildir.

Dili zenginleştiren diğer bir unsur edebiyattır. Edebiyat dilin, en güzel biçimde vücut bulmasıdır. Edebiyatçıların elinde dil, en güzel formu ile kendisini gösterir. Edebiyat aynı zamanda dilin medeniyete yaptığı hamledir. Dil medeniyete kendisini en güzel biçimde edebiyat ile hazırlar. Bir dilin medeni olup olmadığını edebiyatına bakarak anlayabilirsiniz.

Dili kullanan ve geliştiren nihayetinde insandır. Yetişmiş insan gücü olan milletler hem ilme katkıda bulunurlar hem de kendi dillerini geliştirirler. Eğer bir milletin yetişmiş insan gücü yoksa dil, kültür çevrelerine teması ölçüsünde gelişir ya da değişir. Fakat bir milletin bizde olduğu gibi yetişmiş insan olarak gördüğü vasat aydınları varsa o milletin başına her şey gelebilir. Vasat aydınların ellerinden dil dâhil her şey nasibini alır. Çünkü bu vasat aydınların ‘dünya üzerinde bilmediği ilim olmadığından’ gördüğü her bir şeyi olması gereken durumuna getirmek ister ve burnunu sokar. Dolayısıyla ya bunların ideal gördükleri seviye çok dipte olduğu için aşağıya çekerler ya da kelimesinin tam haliyle haindirler.

Konumuzu dağıtmadan devam edelim. Her millet kendi kültürel zeminini korumalı ve insan sermayesini bu zemine tohumlamalıdır. Yetişen insan, tabiri yerindeyse köklü bir çınar gibi kültür zemininden beslenmeli fakat meydana getirdiği meyvesi topraktan farklı olmalıdır. Şahsiyet dediğimiz kavram bundan başka bir şey değildir ve elzemdir. İlmi yapacak olan, edebiyat âlemine adını yazdıracak olan insandır bu sebepten ancak kökleri ve dallarıyla bir bütün halinde bunu başarabilir. Bir benzetme yapacak olursak ağacın üzerine yükseldiği toprak kültür ise meyvesi de medeniyettir, ağacın kendisi ise topraktan kökleriyle beslenen ve onu meyveye çeviren insandır. Yani kültürü ile uyumlu olan şahsiyettir.

Sonuç olarak, Türkçemizin hayli yıprandığı, zor zamanlar geçirdiği, birikimlerinin ve estetiğinin tüketildiği bir çağda yaşıyoruz. Türk coğrafyasındaki lehçe farkları gerek Türk hükümetlerinin yanlış tutumu gerekse Rusya ve Çin hakimiyetinde kalmış Türk topluluklarına yapılan asimilasyon politikaları ile meydana gelmiştir. Bu dil farklılıklarının giderek artması uzun vadede kültürel bağların da kopması sonucunu doğurabilir ve bu durum önü alınamaz bir yıkıma sebep olabilir. Daha hala umutlarımızın devam etmesi, gerek dil gerekse kültür bakımından her ne olursa olsun bağlarımızın kopmadığını görmemizdendir. Bu bağları görmek hepimize umut vermektedir. Ayrıca Türklerin dünya üzerinde en fazla zulme uğrayan millet olmasının sebepleri arasında bu bağları göremeyen vasat aydınlarımız büyük rol oynamaktadır. Maalesef Türkün Türk’ten başka dostu yoktur sözü Türk’e Türk’ten başka zarar verecek düşman yoktur olarak değişmelidir.

Türk’e dost olduğu kadar düşmanına düşman olan, Türk’ü tanıyan ve seven, kendini Türk gibi hisseden ve Türk gibi yaşamaya özen gösteren bir nesle ihtiyacımız vardır. Şahsiyetini Türk kültürü ile inşa eden, tecrübelerini Türk tarihinden alan, kendi alanında medeniyet üretmeye yetkin bir nesle ihtiyacımız vardır. İnandıkları uğruna korku nedir bilmeyen Türk’ün menfaatleri ölçüsünde hataya düşmeyen, yönetilemeyen, yönlendirilemeyen, programlanamayan ve kandırılamayan bir nesle ihtiyacımız vardır. Bu nesil ülküleri uğrunda yorulmak bilmeyen, insanı insan olarak gören, kendisini önce Türk milletinin daha sonra tüm insanlığın hizmetkarı gören Türk Milliyetçileri olacaktır ve Türk milleti ancak kendisini en çok seven tarafından yönetildiğinde huzur bulacaktır. Şüphe yoktur ki Türk’ün yüce davası Türk Milliyetçilerinin omuzlarında yükselecektir ve Cihan muhtaç olduğu adil bir düzene ancak böyle kavuşacaktır. Rabbim bu fedakârlığı gösterecek her bir Türk gencinin yardımcısı olsun. Allah Tüm insanlığın yardımcısı olsun. Tanrı Türk’e yâr olsun!

Bir yanıt yazın