Değerli kardeşim Türk milletinin hemen tamamına yakınının mensubu olduğu İslam dini şüphesiz kendini din olarak tanımlayan inanç sistemleri içerisinde akla, ilme, düşünmeye adalete ve insan hayatına en fazla önem veren inanç sistemidir. Ancak bu durumun Türk milletinin güncel hayatına yansıması, pek teoride göründüğü gibi değildir. Bugün Türk halkı ve diğer tüm müslüman toplumlarda daha önceki yazılarımızda da zaman zaman sebeplerine değindiğimiz bir fikri ve maddi geri kalmışlık ve ahlaki çöküntü vardır. Müslümanın tarifi elinden ve dilinden tüm müslümanların emin olduğu kişi iken nüfusunun %99’u müslüman olan Türkiye, OECD ülkeleri arası fertlerin bir birine olan güvenini ölçen endekste Meksika’nın hemen üstünde sondan ikinci sıradadır. Kimse de bu endeksler için, bunlar dış güçlerin uydurması dikkate almayın, demesin bugün yediden yetmişe hepimiz karşımıza çıkan insanlardan bir zarar gelmesin diye kurduğumuz sosyal ilişkilerde devamlı tedbir alıyoruz. Kaybolan bir cüzdanın içi dolu halde sahibine iadesi çok sıra dışı bir olay haline gelmiş durumda.
Nasıl oldu da sefere çıkan Türk ordusunun neferleri, içinden geçtiği üzüm bağlarına asla dokunmuyor iken aynı neferlerin bir kaç yüz yıl sonra yaşayan torunları güvensizlik ve yolsuzlukla anılır oldular.
Sosyal değişimleri tek bir sebeple açıklamak sağlıklı bir yaklaşım değildir ancak bu değişimlerin meydana gelmesinde önemli kök sebepleri de belirlemek mümkündür.
Türk milletinin bugün içinde bulunduğu maddi ve manevi çöküntünün en önemli kök sebeplerinden biri eğitim sistemidir. Yani Türk Milli Eğitim sisteminin, kendi milletinin ihtiyacı olan insan tipini yetiştirememesidir. Milli eğitim sistemimizin bugünkü sohbetimizle alakalı olan kısmı da Din eğitimi konusundaki yetersizlikleridir.
Sevgili kardeşim kendine dönüp bir sor, bugün sahip olduğun dini bilgileri nereden öğrendin? Daha genel soracak olursak Bugün Müslüman Türk çocuğu dinini nereden öğreniyor. Bu konuyu kendine konu olarak seçen bir anket şirketi şu cevapları almış:
%30 Kitaplar (Piyasada basılıp satılan dini kitapların çok büyük kısmı cemaat ve tarikatlara ait)
%45 İnternet (İnternet üzerinde dini yayın yapan sitelerin çok büyük kısmı cemaat ve tarikatlara ait )
%20 Birilerine sorarak (Dikkat edin etrafımızdaki, bir bilen diye bilinen abi ya da ablaların çoğu, cemaat tarikat mensubu ya da din görevlisidirler)
%5 Kararsız
(Anketin tamamını 20.06.2017 tarihli Yeniçağ gazetesinde bulabilirsiniz)
Dikkatinizi çekmeye çalıştığım anketin de hemen hemen aynı sonuca ulaştırdığı mesele, gündelik hayatımıza temas eden dini figür ve bilgilerin çok büyük kısmının Milli Eğitim ve Diyanet teşkilatı üzerinden değil Cemaat ve Tarikatlar tarafından geldiğidir.
Dini, örgün eğitim anlamında nasıl öğrenebilirim dediğimizde de oklar bizi ağırlıklı olarak yine cemaat ve tarikatlara yönlendirmektedir. Bu durumda dini anlamdaki çöküntünün kök sebeplerini araştırırken cemaat ve tarikat müslümanlığına biraz daha yakından ışık tutmak gerekli olmaktadır.
Türk’ün müslümanlığı kabulünden sonraki dönemlerden Anadoluya gelinceye kadarki macerasının izini sürmek isteyen bir kişi aslında Yesevi dergahında başlayan ve Rumelinde biten bir aşk serüvenini izlemektedir. Çağımızın Dede Korkut’u rahmetli Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun ‘CAN OCAĞINDA PİŞEN AŞ’ romanı bu serüveni anlatır.
Tüm bu serüven boyunca İslam dininin halk tarafından anlaşılmasını sağlayan yaygın dini eğitim kurumları olarak tarikatları görmekteyiz. Bundan önceki bir kaç yazımızda tasavvuf nedir, tarikat nedir, şeyh veya mürşit ne demektir sorularına cevap vermeye çalıştık. Son yazımız da tarikat şeyhlerinin adeta ilahlaştırılmasının sebeplerini ortaya koymaya çalıştık. Bu yazıda ise Tarikat kültürü içinde sıkça duyduğumuz bazı kavramları izah etmeye çalışacağım.
Bu kavramlardan ilki ve belki de en önemlisi “rabıta” kavramıdır. Arapça ‘rabt‘ kelimesinden türeyen bu kavram birleştirmek, bitiştirmek manalarına gelir. Kavramsal olarak kişi ile Allah arasında kurulması gereken bağa işaret etmektedir. Günümüz tarikatlarında kişinin tarikata bağlılığını beyan etmesi anlamına gelen tarikatın şeyhinden aldığı ders sırasında müride öğretilir.
Rabıtanın ilk aşaması kişinin mürşidine empati yapması anlamına gelebilecek olan ve ‘Burada benim yerimde şeyhim olsa ne yapardı ‘ şeklinde özetleyebileceğimiz haldir.
Bir sonraki aşamada müride Allah’a yaklaşmak için gözlerini kapatarak şeyhinin yüzünü hayal etmesini ve şeyhinin iki kaşının arasından müridin kendi kalbine doğru süt renginde olan ilahi feyzin (bilginin) aktığını hayal etmesi tavsiye edilir. Böylece müritle şeyhi arasında bir bağ kurulmuş olur. Bu bağın devamında ise şeyhin ruhlar aleminde peygamber soyundan geldiği kabul edilen kendi şeyhleri kanalıyla adeta ruhlar aleminde bir boru hattı döşermişçesine Hz. Peygambere bağlandığını ve onun da Allah’a bağlandığını hayal eder. Bu şekilde mürit manevi bir olgunluğa erişmeye çalışır.
Daha sonraki aşamalarda ise mürit hayalinde şeyhini bir ışık halkası olarak düşünür ve kendisini o halkanın merkezine oturtur. Yüzünü nereye dönerse hep o ışığa dönmüş olacaktır. Son aşamada ise kişi kendi varlığını şeyhinin varlığında yok eder.
Bu operasyonun tamamına rabıta kurmak ya da rabıta yapmak denilir. Bu metotla kişi Allah’a yaklaşmayı ve onu tanımayı hedefler. Şimdi burada Allah’a nasıl yaklaşılıyor derseniz o tarafı ciddi soru işaretleri taşıyor.
Bakara Suresi 186. Ayette: Kullarım sana benden sorarlarsa ben gerçekten çok yakınım. Dua edenin çağrısına, bana çağırıp yakardığı anda cevap veririm. Hadi onlar da bana karşılık versinler, bana inansınlar ki doğru ve iyiyi bulabilsinler’. Diyor. Yani Allah gerek dualarımızda gerekse kendine yaklaşma çabalarımızda bırakın bir şeyhi peygamberimizin bile aradan çekilmesini çünkü kendisinin bize zaten çok yakın olduğunu söylüyor. Bu konuya destek olan Kaf Suresi 16. Ayette Allah şöyle buyuruyor: Yemin olsun ki, insanı biz yarattık. Nefsinin ona neler fısıldadığını da biz biliriz. Biz ona, şah damarından daha yakınız. Bize şah damarımızdan daha yakın olan bir varlığa ulaşmak için nasıl olurdu biz araya onlarca yaşayan ve ölmüş olan zatları sokmaya çalışırız?
İşte tam bu noktada Allah bize bir manevi hastalığımızı hatırlatıyor: Zümer Suresi 3. Ayette :’ Gözünüzü açıp kendinize gelin! Arı duru din yalnız ve yalnız Allah’ındır! O’ndan başkasını veliler edinerek, “biz onlara, bizi Allah’a yaklaştırmaları dışında bir şey için kulluk etmiyoruz.” diyenlere gelince, hiç kuşkusuz Allah onlar arasında, tartışıp durdukları konuyla ilgili hükmü verecektir. Şu bir gerçek ki, Allah, yalancı ve nankör kişiyi iyiye ve güzele kılavuzlamaz.’
Peygamberimizin İslam’ı tebliğ etmek için gönderildiği topluluk bize anlatıldığı gibi dinsiz bir topluluk değildi. Tam tersine son derece dindar bir topluluktu ve Kabe’nin kutsallığı üzerinden dini ticarete alet eden bir şımarık yönetici kitle vardı. O dönem putlara tapma eylemi olarak Kur’an’ın bize bildirdiği eylem yüceler yücesi olan Allah’a yaklaştırmak için putların vesile kılınması ya da şefaatçi kılınması idi.
Vesile kılmak, şefaatçi kılmak ne kadar da günümüzde sık duyduğumuz kelimeler değil mi? Yani bu gün şeyhe rabıta yaparak Allah’a yaklaşmaya çalışmak ile o günkü putperestlerin putlarını kullanarak Allah’a yaklaşmaya çalışmaları arasında pek de büyük bir fark görünmüyor.
Peki o zaman aklıma şu soru geliyor: Nereden çıktı bu rabıta uygulaması ve dini bir fayda elde etmek için kullanılan bu yöntemin dinin temel kaynaklarında yeri var mı?
Tasavvuf tarihini incelediğimizde rabıta yazılı metinlerde ilk olarak 1447 yılında ölen Nakşibendi tarikatı şeyhlerinden Yakup Çarkhi’nin eserlerinde geçiyor. Ancak sistemli olarak rabıtaya yönlendiren ilk kişi Hindistan müslümanlarından İmamı Rabbani lakaplı Ahmet Faruk Serhendîdir (1563-1624 ). Osmanlılar döneminde ise Halidi Bağdadî (1778-1826 ) bu fikrin öncülüğünü yapmışlardır. İleriki yazılarımızda bu iki şahsiyetin ortaya koydukları dinî yaklaşımın tarikatlarda nasıl bir zihniyet değişimine sebep olduğuna değineceğiz.
Çocukluk yıllarımdan hatırlarım uzak doğu dövüş sporlarını konu alan filmlerde öğrenci ringde dayak yer ve muhakkak filmin bir yerinde gözlerini kapatıp ustasının ona öğrettiği teknikleri ve hocasını hayal eder ve sonra kalkıp rakibini bir güzel pataklardı. İşte aslına bu sahne bize rabıta uygulamalarının kaynağına götürüyor. Orada dövüşen öğrenci ile hocası arasındaki ilişki, aslında bir mürit şeyh ilişkisidir. Uzakdoğu felsefelerinden kaynaklanan bu inanç kültürler arası geçiş ile Hint müslümanlarına ve oradan da bize gelmiştir.
Peki rabıtayı savunanlar buna delil olarak hangi kaynakları gösteriyorlar? Bu konuda en fazla kullanılan iki ayeti ve buna getirilen yorumlar şöyle:
Maide Suresi 35. Ayet: Ey iman edenler! Allah’ın buyruğuna ters düşmekten sakının; O’na varmaya vesîle arayın. O’nun yolunda gayret gösterin ki, kurtuluşa erebilesiniz.
Bu ayet için rabıta yapmak Allah’a varmak için bir vesilelerden biridir derler. Halbuki bu yorum ayetin genel manasına çok aykırı bir yorumdur. Burada kişinin okuduğu bir kitap, tabiatta yaptığı bir gözlem, sohbet ettiği bir insan ve daha başka bir çok şey kişinin Allah’a yönelmesi için bir sebep oluşturabilir. Vesileyi rabıta ile sınırlandırmak veya bu kelimeden rabıta anlamı çıkarmak en basit bir anlamda ayetin manasını çarpıtmak demektir.
Yine Yusuf Suresi 24. Ayette şöyle der: Yemin olsun, kadın onu arzulamıştı. Eğer Rabbinin gerçeğe dikkat çeken delilini görmeseydi, o da onu arzulamıştı. Biz böylece ondan, kötülüğü ve fuhşu uzak tutuyorduk. Çünkü o, bizim samimi/seçkin kullarımızdandı.
Bu ayette yapılan zorlama, yorumda şöyle derler: Yusuf peygamber tam Züleyha’ya yöneleceği sırada Allah’tan bir delil olarak bir anda karşısında Babası Yakup peygamberin yüzünü gördü. Ona Rabıta yaptı ve böylece o büyük günahı işlemekten kurtuldu. Bu ayetin manasını ne kadar tahrip eden bir yorum olduğunu sanırım siz de benim kadar net görüyorsunuz. Allah’ın bir peygamberini bir günahtan alıkoyması için gösterebileceği binlerce delil dururken. Kendisine şirk koşulmasına sebep olacak bir şekilde Yakup peygamber’in yüzünü göstermesi dinin temel prensipleri ile çelişmektedir.
İşin temelinde yatan en büyük sorun milletimizin inanç esaslarının dayandığı prensipleri doğru anlamamasından kaynaklanıyor. İslam dininin yegane şüphe götürmez kaynağı Kur’an’ı Kerimdir. Ve Kur’an’da açık bir hüküm olmayan bir mesele bir inancın temeline konu olamaz. Yani yukardaki ayetlere zorlayarak ve ayetin anlamını eğip bükerek rabıta, Kur’an’da vardır demek büyük bir zulümdür. Kur’an’daki hiç bir ayet bir başka ayetle çelişmez. Ancak ayetler bir birini açıklar. Rabıtanın olamayacağına dair olan bir sürü ayeti görmezden gelerek bu ayetlere rabıta manası vermek dinin dibine dinamit koymaya benzer. Kaldı ki peygamberimizin yaşadığı dönem ve sonrasındaki 700 yıllık süreçte bu kadar önem atfedilen bir kavrama hiç bir İslam alemi eserlerinde yer vermezken bir anda 1500’lerde ortaya çıkan kavram ve uygulama adeta bir bulaşıcı bir veba salgını gibi önce Nakşibendiliğe oradan da Halidi Bağdadi sonrası bir çok tarikata sirayet etmiştir.
Peki size şu soruyu sormak istiyorum dinin genel ibadetlerine baktığımızda onlardan direk olarak ayrılan ve Allah’la araya aracı koymak olarak anlayabileceğimiz rabıtanın Müslüman Türk evladına ne gibi bir zararı vardır? Niye bu mesele üzerinde bu kadar duruyoruz?
Bunun nedeni şu rabıta uygulaması ile din Allah’ın tekelinden çıkarılıyor. Adeta kulla Allah arasına giren bir din adamı ya da şeyhler sınıfı ortaya çıkarılıyor. İslamda ruhbanlık yoktur diyoruz ancak bu uygulamayı kabul ettiğimiz takdirde fiili bir ruhban sınıfı yaratıyoruz. Bunun doğal sonucu olarak kişiler arası ilişkilerden tutun da kişinin millet ve devletine karşı tüm sorumlulukları da dahil bu sınıfın onayına bağlanıyor. Çünkü şeyhin rızası olmadan Allah’ın rızası olamayacağı müritler arasında yayılmaya başlıyor. Sonrasında şeyhin rızasını kazanma yolu şeyhe ve dergaha hizmet ve himmet gibi farklı maddi külfetlere bağlanıyor. İş müritlerden para toplama ile başlayıp onların hangi siyasi partiye oy vereceklerine kadar gidiyor ve daha da ileri gidip müritlerin cinsel yönden istismarına kadar varabiliyor.
Cennete gitmeyi Allah değil de Allah’ın dünyada yaşayan veli kullarından gelen onaya bağlayan mekanizmanın içinde mürit kendi benliğini ve şahsiyetini yitiriyor. Allah’tan başkasına kulluk etmemek demek olan dinin en temel prensibi olan Tevhid içerisine şirk karıştırılıyor. Bu durumda hazreti peygamberin putperestlerle yaptığı mücadele anlamını yitiriyor. Doğrudur elhamdülillah hiç bir putun, heykelin önünde secde etmiyoruz lakin kanlı canlı şahıslara veya ölmüş olanlarına putperestlerin putlarına yükledikleri anlamı yüklüyoruz. Gizli şirkten ve riyadan kurtulmak için başlamış olduğumuz tasavvuf yolculuğunu açık şirkle noktalıyoruz. Cenabı Allah bizi bu durumdan muhafaza etsin.
Dine her sonradan yapılan ekleme gibi belki zamanında iyi niyetle din alimlerinin yapmış olduğu rabıta açılımı bugüne gelindiğinde büyük tahribatlara yol açar bir durumdadır.
Bir sonraki sohbetimizde yine tarikat ve cemaatler tarafında üzerinde çok konuşulan vesile kılma, nazarla irşat yüzü suyu hürmetine dua etme şefaat gibi konular üzerinde durmayı planlıyoruz.
Sağlıcakla Kalın
Tanrı Türkü Korusun