Türk-İslâm kültüründe sanat, fert ve cemiyet olarak insanın, <<objektif kalıplardan>> sıkılarak kendine yönelmesi, kendi sübjektifliğinde mutluluk araması ve nihayet merhale merhale kendini de aşarak <<Mutlak Yaratıcı hamleye doğru>>, içinden geçen bir yol yakalaması tarzında gelişmiş bulunmaktadır.

İslâm’da ilim, eşya ve olaylara, okunup sırları çözülmesi gereken birer <<ilâhî mesaj>> gözü ile bakar, ilim adamı, kendi sahasına giren konularda <<ilmin kriterlerine uyarak>> çalışır, eşya ve olayların bağrına yerleştirilmiş <<ayetleri>>, hikmetleri, münasebetleri yakalar ve tekabülleri hesaplar; mümkünse kanun ve prensiplere bağlamaya çalışır. Yine ne kadar mümkünse, bu kanun ve prensipleri, ameli programlara bağlar, yani tatbik imkânını araştırır. Bilindiği üzere İslâm’da <<ilim ve amel>> beraber olmalıdır. İslâm’da sanat ise, fert ve cemiyet olarak bizzat insanın kendine yönelişi, kendi sübjektif yapısını ortaya koymasını, kendi dert, çile, ızdırap, özlem ve mutluluklarını dile getirmesini temin ederken, bir taraftan da insana ümit, şevk ve dayanma gücü telkin eder. Mutlak güzel olan Allah’ın, canlı ve cansız bütün varlıkların ve tezahürlerin bağrına yerleştirdiği <<güzellik mesajlarını>> yakalayarak teselli bulmasını temin eder. O, <<neylerse güzel eyler>>. Görmüyor musunuz, sanat, Yunus Emre’nin dilinde ve elinde ne kadar şahane mertebelere ulaşabilmektedir. Sinan’ın elinde <<taş>> nasıl şiirleşmekte ve kelime-i tevhid ile pişerek ve olgunlaşarak <<manevileşmektedir>>. İslâm sanatında, canlı cansız bütün tabiat, üç boyuttan kurtulmakta, kendi kendinden geçmekte, <<tevhid>>de fâni olarak sonsuzluğu aramaktadır.

Batı’da sanat, eşya ile insan arasında, sübjektif bir münasebet olarak kaldı. Oysa İslâm’da sanat, eşya ile insan arasındaki bu münasebeti, o kadar inceltip yüceltti ki bütün kâinat, içinde yalnız <<kelime-i tevhid>> ve <<kelime- şahadet>> okunan muhteşem bir İslâm mabedine döndü. Bütün âlem, <<vahdetin>> sırlarını fısıldar duruma geldi. Sanat, din ile birleşti, <<seyr-i afakî>>, <<seyr-i enfüsî>> ve <<seyr-i mutlak>> merhalelerini ve tasavvufun sırlarını keşfetmeye başladı.

Batı dünyasında sanat, bütün farklı ekollerine rağmen, insanın fert ve cemiyet olarak <<bunalımlarını>> veya <<özlemlerini>> tabiata bulaştırması tarzında cereyan edecektir. Batı’da klâsik sanat, objektif dünyanın bir kopyası biçiminde doğduğu; romantizm, objektivizme karşı insanın sübjektif dünyasından doğan zayıf bir tepki oldu. Realizm, objektivizmin, insanın iç dünyasındaki bu kıpırdanışlar üzerine yeniden bir sağanak gibi boşalmasını ifade eder. Empresyonizm ile Batılı sanatkârda sübjektivizm yeni bir isyan çığlığı basar; fovizm, objenin çirkinliği ve vahşiliğini insan idrakine fark ettirmeğe çalışmaktadır.  Kübizm, Batılı sanatkârın <<üç boyuta>> hayranlıktan kolay kolay kurtulamadığını ortaya koydu. Sürrealizm, yine bir yücelme ifade etmedi, eşya ve kalıplara isyan, onlar çirkinleştirme tarzında bir intikama dönüştü. Mamafih, Batı sanatında gittikçe sübjektif müdahaleler artmakta; sübjektif, nonfigüratif ve abstre sanat gelişmeleri ile insanın iç dünyası, objektif ve müşahhas münasebetlere iyice meydan okumakta; insanın, eşya dünyasındaki, idraki hapsedici kayıtları kırıp hür bir sanat hamlesine ulaşmasını ve eşya dünyasındaki esarete isyanı gittikçe güçlenmektedir. Ancak, bu noktada bile Batı sanatı, henüz İslâm sanatının çok uzağındadır. Batı sanatında bunalımlıdır, huzursuzdur, bir madde dengesinin ötesinde ruhi bir perişanlık ifade etmektedir. Bugün Batı sanatı, Grek ve Roma putperestliği dönemi ile birlikte içine yuvarlandığı manevî çöküntü devrinin bunalımlarını bir arada vermeye çalışmaktadır. Ancak, bu durumda Batı, İslâm Sanatına olan hayranlığını gizleyememekte ve fakat onu anlayamamaktadır. Picasso, el-Hamra sarayı karşısında hayranlığını ortaya koymakta ve fakat onu inşa eden ruhu kavrayamamaktadır.

Türk-İslâm medeniyetinin doğurduğu ve yoğurduğu sanat, bundan asırlarca önce bile, modern sanat akımlarına öncülük edecek bir anlayış ve seviyeyi temsil ediyordu. <<Modern sanat>>, abstre, nonfigüratif, sübjektif ve tabiatın taklidinden uzaklaşan karakteri ile âdeta bizim sanatımıza yaklaşmak istemektedir.

Selçuklu ve Osmanlı devirlerindeki Türk sanat eserleri, hatta bugün dahi, halkımızın ortaya koyduğu sanat eserleri (kilimleri, halıları, nakışları, tarihi yazısı, çinisi, tezyinatı, mezar taşları, şiiri, masalı…) abstrenin, tabiatın kopyasından sakınmanın, sübjektifliğin, hareket ve esnekliğin bütün temellerini taşır. Türk ve İslâm sanatından bilerek yapılmış, irreel ve fantazyaya <<kaçan>> unsurlar üzerinde yeniden düşünmemiz gerekir. (Bu konuda daha geniş bilgi için, Burhan Toprak’ın Din ve Sanat adlı kitabındaki, Luis Massingnon’un<<İslâm Sanatı>> başlıklı makalesine bakınız. (Kitap, Varlık Yayınları arasında çıkmıştır.)

Türk-İslâm medeniyetinden süzülüp gelen değerli ve <<çağın sanat anlayışına>> dahi öncülük edebilecek karakterdeki sanatımızı ve sanat anlayışımızı -aşağılık duygularına kapılarak- Greko-Lâtin kültür ve medeniyetine kapılarak asla feda edemeyiz. Çağdaş Batı, bizim sanatımıza ve tarihî sanat anlayışımıza hayranlık duyarken, bizler, <<medeniyet değiştiriyoruz>>kompleksine kapılarak, sanatımızın mücerret, sade, sübjektif ve bilinerek yapılmış <<irreel>> ve fantezi yönünü, politeizmden doğan Greko-Lâtin sanatını müşahhas, huzursuz ve objektif karakterine kurban edemeyiz. Bu hem yazık hem ayıp olur. Türk-İslâm medeniyetinden doğan sanat eserleri, çağdaş sanata ve insanın iç dünyasına, Greko-Lâtin sanatından daha yakın durmaktadır.

Sanatta, şahsiyet ve üslûp esastır. Picasso’dan Rafael’in sanat ve üslûbunu istemeyeceğimiz gibi Türk-İslâm kültür ve medeniyetinden de -kendi sanat ve estetik telâkkilerinin aksine- şahsiyetine aykırı düşen sanat ve üslûplara uygun eser ve hamleler istenemez. Bu istenirse ne olur? Sanat da ve estetik de hiç istenmeyen bir durum ortaya çıkar. Sanat da kopyaya taklitçiliğe röprodüksiyona, şahsiyetsizliğe ve üslûpsuzluğa düşülür.

Başka millet ve kültürlerin sanatı karşısında heyecan ve hayranlık duyulması normaldir, fakat bunlar kopya edilmez, taklit edilmez. Bu, büyük bir sanatkârın, diğer büyük bir sanatkârın eserini beğenmesi ve takdir etmesi yanında, onu asla taklit etmeyi düşünmemesi gibi ele alınmalıdır. Tıpkı bunun gibi, Türk milletinden ve Türk sanatkârından, şu veya bu kültür ve medeniyetin anladığı tarzda, resim, heykel, beste, bina… yapması istenemez. Sanat <<âlemşümul güzeli>> aramakla birlikte milliyetçi ve şahsiyetçidir. Bir sanat eserinde daima şu üç imza, bir arada bulunmalıdır. Sanatkârın şahsiyet ve üslûbu, milli kültür ve medeniyetin rengi ve damgası, çağı hayran bırakan ölçü, teknik ve incelik.

Türk-İslâm sanatında, tabiattaki obje ve ilişkiler taklit edilmez. Varlığın bağrına serpiştirilmiş ve her anı yeniliğinde yakıcı soluğunu hissettiğimiz <<yaratıcı iradenin>> obje ve olaylardaki <<formu>> törpüleyen ve hiçbir varlığı ve formu kararınca bırakmayan, onları devamlı bir yenileşme içinde tutarak <<yaratma hamlesinin>> içinde eriten, sonsuz, tükenmez ve mücerret <<tevhidin sırrını>> yakalamak gayreti vardır, Türk-İslâm sanatında.

Bütün obje, varlık ve olayları, bir fotoğraf gibi dondurarak katılaştıran Batılı sanatkâr, kendine bir çıkış kapısı ararken ve bizim Türk-İslâm kültür ve medeniyetimize yabancılaşmış <<sanatçılar>>, hangi kapıları çalıyorlar?

 

KAYNAKÇA

Seyyid Ahmet Arvasi, Türk İslam Ülküsü I, Sayfa 295

Bir yanıt yazın