Türkçem benim ses bayrağım diyor Fazıl Hüsnü Dağlarca. Son zamanlarda bayrağa yönelik münasebetsiz ithamlar, kabile dili diyebilecek kadar küçük görülen birtakım ifadeler sarf ediliyor. Basınımızın özgürlük teraneleri ardına saklanan bu şaklabanlar tirajı teraziye koyulsa değerinin çok üstünde gösterecek yerli(!) gazetelerde kalem oynattıkları malumunuzdur. Elbette camiamızın önde gelen münevverleri bu konu hakkında önceden olduğu gibi şimdi de hizmetini esirgemiyorlar. Onlar kadar olmasa da ilmimiz yettiğince bir iki kelam etmek isterim. Dil şuuru tarih şuuruyla paralel bir şekilde ilerler ve millet dediğimiz gerçeklik bu iki temel üzerinde varlığını devam ettirir.
Müsvedde kalemlerin dediği gibi Türkçe ‘‘ilkel bir kabile dili’’ midir? Dilbilimciler, dünyada ‘‘ilkel dil’’ olarak nitelendirilebilecek bir dil olduğunu kabul etmezler. Her toplum yaşam tarzını, dünya görüşünü, evrene karşı tutumunu kendi ihtiyaçları ve olanakları doğrultusunda anlatmaya çalışır. Eğer dünyaya karşı kendisini kapatmış bir toplumda yaşıyorsanız başka milletlerle kültür alışverişine girmez, kelime hazinenizi en alt düzeyde tutmuş olursunuz. Dünyayı algılayışınız kelimeleriniz kadardır. Türk cihan hâkimiyeti mefkûresini taşıyan Türk milletinin dilini kabile dili benzetmesi yapmak akıl fukaralığını gösterir. Bırakın kabile dilini Türkçe ‘’imparatorluk dili’’ dir. Hareketli bir millet olan Türklerin ömrü, at üstünde mücadele ederek geçerdi. Dünyanın en zor coğrafyalarından biri olan Anadolu’da devlet kurduktan sonra diğer milletlerle etkileşimleri ticaret, diploması, savaş yoluyla artar. Üstünlük sağladığı dönemlerde diğer milletleri egemenliği altına alıp kendine has Türk kültür havzasına katar ve kaynaştırır. Elbette Türkçemiz de bu durumdan nasibini alacaktır. Kılıçlarımızın girebildiği tüm coğrafyalarda Türkçe dalgalanmaya başlar. Arapça, Farsça, Latince ve diğer dillerden kelime alırken onları kendi eleğinden geçirerek heybesine katar. Birini alınca diğerine vefasızlık yapmaz, anne şefkati gibidir Türkçe. Her birinin ayrı ayrı özelliklerini sever. Kelimeleri kabiliyetine uygun yerde kullanır. Örneğin ‘‘siyah’’ sözcüğü ‘‘kara’’ sözcüğünün kuyusunu kazmaz. Dedik ya Türkçe anne gibi davranır diye. ‘‘Siyah’’ı yârin zülfü için ‘‘kara’’yı yârin gözlerine lâyık görür. Bu iki kardeş kelimenin evi, barkı ayrıdır. Biri diğerinin sınırını geçmez. Tıpkı ‘‘ak’’ ile ‘‘beyaz’’ gibi. Siz hiç beyaz akçe siyah gün içindir dendiğini duydunuz mu? Yakın zamanda kelime faşistliği yapan bir güruh çıktı ki sormayın. Kökeni Türkçe olmayan kelimeleri budayalım, çınardan bir kuru fidan bırakma niyetindeler. Onlara sorarsanız Türkçülük yapıyoruz, derler. Tek bildikleri şey ‘‘us, kut, enter, enter, enter’’…
Dil faşistlerini her gördüğümde ‘‘Ey öz Türkçeciler siz kimsiniz ya?’’ diyesim geliyor. Burada bir hususun altını çizelim sade Türkçe ile öz Türkçecilik farklı kavramlardır. Sade Türkçede kaynağı farklı dillerden alınan kelimeleri dışlamak yoktur ama o dilin kurallarını aynen uygulamak da yoktur yani Türkçeleşmiş Türkçedir. Kattıklarımız kadar kelimelerde hakkımız vardır. Öz Türkçeciler ise kökenine bakıp Türkçeleştirmiş olsak bile kelimeyi şutlamak niyetindedirler. Tasfiyecilik hareketleri de diyebilirin bunun için. Oysa meşhur tabiriyle Arapça ve Farsça kelimeleri atarsak ‘‘Hiçbir şey’’ diyemeyiz. Çünkü ‘‘hiç’’ Farsça, şey ‘’Arapça’’dır demişti bir şair. Bu insanlarla oturup karşılıklı birer ‘‘hoşaf’’ içemezsiniz. Size bilmiş bilmiş konuşmaya başlayacaklardır. Neymiş efendim, ‘‘hoşâb’’ Farsçaymış, onu sadece Acemler içermiş, hadi oradan sende. Türkçe bir kelimeyi gözüne kestirince şöyle bir alıcı gözüyle süzer sonra ona kendinden bir şeyler katar. Toprak fetheder gibi kelime fetheder. Coğrafyaları Türkçeleştirdiği gibi kelimeleri de Türkçeleştirir. Haritayı açıp Bulgaristan’a bakmanız yeterli olacaktır. Orada ne ‘‘Hasköy’’ler vardır, her haliyle bizden bir şeyler taşır. Neyse en son hoşaf içiyorduk. ‘‘Hoşâb’’ı alır ‘‘hoşaf’’ yapar Türkçe. Hadi damak zevkleri yok onu anladık ama ağızları bozuk olmasa bir kımız içerdik. Maksat gönülleri kırılmasın. Divân edebiyatında gönül ile dil arasında bağlantı kurulur. Bunlar divân edebiyatını sevmedikleri için ne divân edebiyatındaki gönlü ne de halk ozanımız ÂŞIK Sefai’nin ‘‘Biz de çoktur gönül eri’’ sözlerinden feyz alabilirler. Tatlı dil ile gönüller yapmaya gelen Yunus’u anlayamazlar. Bunlar var ya bunlar askerde çok dayak yerler. Düşünsenize bahriyeli olarak askere gitmişler. Amiral bunlara emir vermiş. ‘‘Amiral’’ kökü itibariyle İngilizceden dilimize girmiş ama İngilizceye de Arapçadan. İngilizce ‘‘admiral’’ Arapça ‘‘emirü’lma’’ Türkçede olmuş ‘‘amiral’’. Hadi bakalım emre itaatsizlik edin de görelim Türklüğünüzü.
Türkçe kelimeler alır dedik yanlış anlaşılmasın. Türkçe dingonun ağırı değildir elbette her gelen geçeni içeri buyur etmez. Tabelalara, levhalara, tişörtlere bakmayın siz. Türkçenin zevkine söz söyletmem. İhtiyacı kadarını alır aldığı da üstüne yakışır. Modayı takip etmez güzeldir ne giyse yakışır. Onlar ‘‘bizımledeğılsın’’ der. Kimi ‘‘in’’ olur kimi ‘‘out’’ ama Türkçe hep yukarıdadır. Baş tacıdır bu yönüyle biraz da Kur’an’a benzer. O da evin en güzel yerinde en yukarıdadır. Lakin burada bir sorun var gibi geldi değil mi? Yukarıda olması içimizde olması anlamına gelmiyor ne yazık ki. Tanrı Kur’an’ı gönlümüze Türkçeyi gönlümüze indirerek bir nevi bu millete ‘‘torpil’’ geçmiştir. Dilimizle söylediğimizi kalbimizle tasdik etmek, kalemimizle ‘‘şahadet’’ getirdiğimizde önümüzde ne levha ne tabela kalacak. Bunun için Türkçülere yeniden görev düşüyor.
Yeniden derken daha önceden yapılmış birkaç şeyin olduğunu anlayanlara sevgilerimi yolluyorum. Var, evet. Dil politikası çözer bu işi. Türklük dehşetinin her alanı kapladığı yıllardaki gibi kararlı bir politika… Atatürk döneminde çıkan gazetelere, basılan dergilere bakın. Fotoşop değil gerçeği göreceksiniz. O dönemki etkinliği sağlamak için ‘‘siyasî iktidar’’ olmak şart. O halde biz ne yapabiliriz? Vurunca hep birlikte vurabiliriz. Örneğin yetkili kurumlara ardı ardına eş zamanlı dilekçeler yazabilir, tivitler atılabilir, kampanyalar hazırlanabilir. Türkiye’de en çarpıcı yaptırım para cezalarıdır. Milliyetçi birkaç vekilin bu tabela meselesi için yasa teklifi verdiğini düşünelim. Yarın gazetelerdeki manşetler ‘‘Türkçe Kullanmayana Astronomik Cezalar Kapıda’’ manşetleri atmış olsunlar ya da ‘‘Beş Milyonu Olan Kullansın’’ gibi manşetlerden söz ediyorum. İnanın ‘‘ecnebice, gâvurca’’ bizi teğet geçeceği günler yakındır. Bunu da mı yapamıyoruz? Kafede önümüze gelen kitapçığın içinde Türkçe isim olmayan tüm ürünlerin beş dakika arayla ismini soralım, çıkarken öneri ve şikâyet kutusunu dolduralım.
Okullarımız dil şuuru, tarih şuuru veremiyor mu? Bunun çarelerini sıraladık bir önerimiz daha var. Bol bol okumak, dönem dönem yazılmış eserleri karşılaştırmalı okumak… Dilin gelişimini, nerden gelip nereye gittiğini rahatlıkla görebiliriz. Çünkü şuur gerçekliktir ve somuttur. Kalpte olan Türkçe sevgisini ancak böyle zihinlere kazıyabiliriz. Düşündükçe dilimizin ucuna kalemin mürekkebine gelir, su misali yolunu bulur ve akar.
Türkçenin güzelliğinden, inceliğinden kalemimiz yettiğince bahsetmeye çalıştık. Gelelim dil birliği meselesine. Türkçülük- Turancılık ilişkisinde Türkçenin yeri nedir? ‘‘Dilde, işte, fikirde birlik’’ öğüdü gerçeğe dönüştürmek istemek ütopik bir fikir midir?
Türkçüler için Türkçe karargâhtır. Oradan çıkan her emir tüm Turan coğrafyasında anlaşılabilir olduğunda ne Çin Seddi ayakta kalabilecektir ne de kaybedilen her mezar taşı gurbette kalacaktır. Dil birliğinin baş prensibi ortak bir yazı diline sahip olmaktır. Türkçe 13. Asra kadar tek bir yazı dili kullanıyordu ve kelime kadrosunda muazzam bir ortaklık vardı. Demek ki biz ölü kelimeleri sırf kökeni Türkçe diye diriltmek yerine var olan ortaklıkların yaygınlaştırılmasına çalışmalıyız. Bunu yapmak için TÖMER gibi kurumlar kullanılabileceği gibi televizyon dizileri, sinema filmleri, genel ağ çalışmaları gibi kitlelere daha hızlı ve daha çabuk ulaşabilecek çalışmalara ihtiyacımız var. Bugün yakın coğrafyalarda Türk dizilerini izleyerek Türkçe öğrenenlere rastlamamız tesadüf olmasa gerek. Ortak kelimeleri bulup çıkardık, senaryoları yazdık geriye yayınlatmak için kanallar kaldı. Milliyetçi dilbilimciler, milliyetçi senaristlerden oluşan kadro tek başına yeterli olmayacaktır. Mutlaka milliyetçi bir iktidara ihtiyacımız var. Sadece bizim ülkemizde mi? Hayır, Özbekistan’da, Türkmenistan’da, Kazakistan’da, cümle Türk ellerinde milliyetçi iktidarlara ihtiyacımız var. Neden mi? Bu ülkelerin birkaçında malum Moskofçu iktidarların olduğunu düşünelim. Özbekistan’daki Türkçü aydınların çalışmaları yok sayılır, Rus kültürü ve Rus dili pompalanır. Boyların kullandıkları bırakın lehçeleri ağızlar bile yazı dili haline getirilir ve parçalanmış olan Türkistan coğrafyası tuzla buz hale getirilir. Nitekim komünist blokta bunu gördük, Yıkılan Sovyetlerin enkazında parça parça olmuş kardeşlerimizi bulduk. Öyle olmadı mı? Üniversitelerimizde okuyan kardeşlerimizin kaç tanesini Türk olduğuna inandırabildik. İtiraf ediyorum gelebildiğimiz nokta ortak atadan ileri gidemedi. Tamam, öyle diyorsun da ne yapılabilir, derseniz açıklayayım. Elbette oralarda da bizim gibi düşünen gençler vardır. Bir genel ağ (internet) sitesi olsa ismi de tüm Türklerce bilinen bir isim olsa güzel olmaz mı? Rahmetli Erk Yurtsever’in bir vidyosunda dinlemiştim. O kelimeyi çok beğenmiştim, diyordu ki: ‘‘Altınorda’’ Bir lehçenin öne çıkarıldığı bir site. Siyasi gücünden dolayı bu lehçe Türkiye Türkçesi olmalı. Kırgızistan’dan bağlanan bir kardeşimiz aynı alfabeyle aynı metni kendi yazı dilinden sonra öne çıkarılan yazı diliyle okuyup karşılaştırabilse diyorum. Tüm Türk Dünyası’ndan gelişmeler oraya aksa, kader birliği, ülkü kardeşliği sağlanmaz mı? Neden olmasın?
Konunun derinine inmek isteyenler için başlangıç aşamasından birkaç kitap önerim var:
- Prof.Dr. Ahmet Bican Ercilasun’dan Türk Dünyası Üzerine İncelemeler.
- Prof.Dr. Doğan Aksan’dan Türkçenin Zenginlikleri İncelikleri.
- Şeref Yılmaz’dan Sürmeli Türkçe.