Aliya İzzetbegoviç’i anlat deseler kendisinin yazdığı bu şiiri okurum herkese;
“Yıldızlar altından geçmemiz gerek
Hangi yolu seçersen seç
Sonunda ölüm var
Ve her şey bitecek
Ve sen de öleceksin
Bu dünya da ölecek
Bu yüzden başını hep dik tut.”
Başını hep dik tutarak yaşadı Aliya İzzetbegoviç. Dedelerine, Atalarına layık olarak yaşadı. Dedesi Osmanlı’da askerlik yapmış ve Üsküdar’da tanıştığı Türk kızı Sıdıka ile evlenmişti. Babaannesi Türk olan Aliya Saraybosna’da büyüdü.
Müslüman olmasının ileride başına bu kadar büyük dert açacağını elbette o da bilmiyordu. Ama eğer Avrupa’nın ortasında Müslüman’sanız, otomatik olarak Türk’sünüzdür ve asla rahat bırakmazlar! 1389 yılında Kosova Savaşı’nda Osmanlı bölgeye yerleştiğinde başladı Sırpların hazımsızlığı ve yüzlerce yıl geçti hala unutmadılar. (Geçtiğimiz yıl oynanan Partizan-Beşiktaş maçında Sırp taraftarlar, “Her Türk bilir, Sırp oğlu Obiliç’in Sultan Murat’ı nasıl hançerlediğini” tezahüratı yapmıştı.)
Aliya en çok Türkleri sevdi ve en zor zamanında hep Türklerden yardım geleceğini biliyordu. Bir tarafının Türk olmasının bunda etkisi elbette vardır ama Türklerin kendisine en yakın gördüğü insanların Boşnak olması da bunda etkendir. Aliya bu konuya şöyle değiniyor: “Boşnak kime deniliyor? Sırplara ve onları himaye eden Avrupalılara sorarsanız, Avrupa’ya İslam’ı yaymaya çalışan Türklere deniyor. Peki, Türklere sorarsanız nasıl bir cevap alacaksınız? Çoğu Boşnaklara Müslüman olmuş Slav bir ırk diye tanımlıyor. Benim için ırk önemli değil. Hele 1992-1995 arasında yaşadıklarımızdan sonra Boşnak isminin anlamı çok değişti. Ben size Boşnak’ı ‘Kültürünü, dilini, kimliğini sömürmeye çalışan güçlere karşı canı pahasına direnen millet’ diye tanımlasam ne dersiniz bilmiyorum. Benim gözümde Türkiye’den bize destek olmak için gelen savaşçılar da Boşnak’tır. Bosna ismini duyduğunuz an kalbinin bir köşesinde küçük bir sızı hisseden başka milletin insanları da.’’
Aliya İzzetbegoviç çok büyük bir entelektüeldi. İslam Deklarasyonu’nu yazarken Türkiye’den Pakistan’a kadar tüm Müslümanlara hitap etti. İslam dünyasının özgürlük peşinde koşmasını öğütledi. İslami düşüncenin yeniden canlanmasıyla birlikte Batı ile olan ilişkilerin nasıl olması gerektiğine kadar mesajlar verdi bu deklarasyonda. İslam ülkelerinin içine düştüğü çıkmazı yıllar öncesinden görüyor ve özgür bir İslami düşüncenin birçok sorunu aşabileceğini söylüyordu.
Savaş yılları ve Mavi Kelebekler
Avrupa’nın göbeğinde “medeniyet” denilen şeyin nasıl da işe yaramadığını da gözleriyle gördü. Slovenya’nın, Hırvatistan’ın bir bir bağımsızlığını ilan ettiği coğrafyada referandum yaparak o da bağımsızlık yolunu açtı. Başta Avrupa Birliği ve ABD olmak üzere birçok ülke Bosna Hersek’in bağımsızlığını tanıdı. Kötü günler de tam ondan sonra başladı.
O günlere kötü günler demek ne kadar da hafif kalıyor bir bilseniz. Medeni denilen Avrupa’nın göbeğinde binlerce suçsuz insanı katlettiler. Genç kızlara anne babalarının yanında tecavüz ettiler. Binlerce kadına toplama kamplarında saatlerce tecavüz ettiler. Bu tecavüzlere, işkencelere zaman zaman BM askerleri ve komutanları da katıldı. Düşünün ki sizi korumakla görevli askerler ya size işkence ediyor ya da tecavüz ediyordu. Medeni Avrupa’nın o güzel yüzüne bir kez daha şahittik! Aliya o günleri şöyle anlatıyor: ‘’Ben Aliya. Boşnakların içinde herhangi biriyim. O gün Avrupa bizi yapayalnız bıraktı. 3 gün içinde 8 bin vatandaşımızı katlettiler ve toplu mezarlara gömdüler. Kadınlarımıza tecavüz ettiler. Binlerce çocuğumuzu yetim bıraktılar. Henüz mezarını bulamadığımız kaç kardeşimiz var bilmiyoruz. Elinize kazma kürek verildiğini, bir çukur kazdırıldığını, sonra da kafanıza kurşun sıkıldığını düşünün. Bazen fazla mermi gitmesin diye çukurlara insanları doldurup el bombaları atıyorlar. Onların mezarlarını biz bulamadık. Mavi kelebekler buldu. Sadece toplu mezarların olduğu yerde biten bir çeşit bitkiyle beslendikleri için bazı bölgelerde kümelendiklerini anladık. Nerede mavi kelebek gördüysek orayı kazdık.’’
Bu acılarla yoğrulan Aliya, halkının arasından hiç çıkmadı. Hep halkıyla beraberdi. Halkının ve kendisinin bu büyük acılarına rağmen hep güzeli, barışı savundu Aliya. Tüm dünyaya, insanlara ve vicdanlara sesleniyordu Aliya, ‘’Her şeye kadir olan Allah’a Andolsun ki; köle olmayacağız. Ben Avrupa’ya giderken kafam önümde eğik gitmiyorum. Çünkü çocuk, kadın ve ihtiyar öldürmedik. Çünkü hiçbir kutsal yere saldırmadık. Oysa onlar bunların tamamını yaptılar. Hem de Batı’nın gözü önünde, Batı medeniyeti adına.’’
Avrupa’nın en büyük 4. silah gücüne sahip Yugoslav ordusuna karşı 3 yıl boyunca el yapımı silahlar, baltalar, tahralar, bıçaklarla, tüneller kazarak direndi Bosnalılar. 3 yılın ardından vicdana (!) gelen dünya olaya koydu ve savaş bitti. Geride bırakılan devasa acılarla…
Aliya bu süreçte de en öndeydi. Ülkesinin çıkarlarını sonuna kadar korumaya uğraştı. 21 Kasım 1995 yılında imzalanan Dayton Antlaşmasıyla birlikte devletini devam ettirmeyi başardı. Bu kanlı sürecin ardından dünyaca tanınan bir devlet ve bir bayrak bıraktı.
Bıraktığı sadece bir devlet ve bayrak değildi aslında. Onur, şeref, haysiyet ve Müslüman’ca bir ahlak bıraktı Aliya. Türk Milleti’ne de bir mektup bıraktı. Türklerin mazlumların son umudu, son sığınağı olduğunun altını çizdi. En can alıcı yeri ise şu şekilde mektubun:
‘’Türk’ün Evladı,
Bizim korumaya çalıştığımız sancak, Yemen’de, Çanakkale’de, Filistin’de, Kırım’da, Açe’de, Türkistan’da korunmak istenen sancaktı. O, ne bir dinin, ne bir ırkın, ne bir dilin, ne bir mezhebin sancağıydı. İnsanlığın, tek başına insan olmanın temsiliydi. Sömürgecilerin karşısında sakın yere düşme. Biz, Çanakkale’den sonra direnişi devam ettiren nesiliz. Sen, direnişin değil, dirilişin nesli olacaksın. Korumak için değil, düzen kurmak için çalışacaksın. Sen varsan biz olacağız. Sen ayaktaysan biz yaşayacağız.
Ama unutma!
Sömürgeciler, seni tamamen Asya’ya sürmek için planlarını adım adım işletecekler. Bir gün sıra sana da gelecek. Seni yok etmek için bin yıldır hazırlananlar, bir gün bile durmadan çalışıyorlar.
Sen Türk’sün. Bir ırk, bir din, bir mezhep değilsin, olamazsın.
Batı, Haçlı Seferlerini düzenlerken Araplara Arap demiyordu, Türk diyordu. Çanakkale’de Kürtleri boğazlarken onlara Kürt demiyordu, Türk diyordu. Ne zaman ki onların çıkarı için yeni devletlere ihtiyaç duydu, Arap’a Arap demeye başladı. Seni ondan, onu senden ayırdı. Bugün de Kürt’ü senden, seni Kürt’ten ayırmak için gece ve gündüz çalışıyor.
Türk’ün Evladı,
Biz Boşnak’ız ama Türk’üz de. Sen de kalbimde taşıdığım acıyı taşıdığın kadar Boşnak’sın. Utanacak tarihimiz, saklayacak hafızamız yok. Sırp’a karşı sorumlu olduğumuz için değil, yasayla zorunlu kılındığı için değil, kimimiz dinimiz, kimimiz milletimiz, kimimiz Kitabımız, kimimiz ahlakımız sebebiyle vicdan sahibi olduk. Birileri öyle istediği için değil, vicdan bunu tarif ettiği için hiçbir milletin diline, dinine, mezhebine karışmadık. Mezarlarını çiğnemedik, ibadethanelerini yıkmadık, kadınlarına tecavüz etmedik, bebeklerini boğazlamadık.
Sen var olmak zorundasın. Bu yüzden bir ve beraber olmak zorundasın. Sömürgecilerin tezgâhıyla saflara ayrışmamalısın.
Türk’ün Evladı,
Bizi, onların bize yaptıklarını ve sorumluluğunu sakın unutma.’’
Unutmuyoruz Aliya. Avrupa medeniyeti denilen tek dişi kalmış canavara bir gün gelip teslim olmamak için tüm çabamız. Hele Boşnakları öldürürken “Bir Türk daha öldürdük. Kosova Savaşı’nın intikamının tam zamandır.” diyenleri de unutmuyoruz. Bundan sonra biz siziz, siz bizsiniz.
Mekânın, tam ortasında yattığın şehitlerle birlikte cennet olsun!