“Onlar da insan!” diyor Cengiz Dağcı, Sovyetlerin de onca zalimliklerine ve barbarlıklarına rağmen “Onlar da insan!” diyerek insanlığımızı kaybetmemeye çağırıyor bizleri. Devamında ise “Onlar da insandı!” ifadesiyle yakıyor yüreğimizi. Ötekinin aksine bunu bize değil, binlerce Kırım Türkünü hayvan vagonlarına doldurarak sürgüne gönderen ve yarısının yolda hayatını kaybetmesine yol açan Sovyetlere karşı söylüyor: “Ötekiler, o hayvan gibi sürülüp götürülenler… Onlar da insandı.”
1919 yılında Kırım’ın Yalta şehrinde dünyaya gelen Cengiz Dağcı, 20. yüzyıl Türk Edebiyatı’nın en başarılı isimlerinden biridir. O, kaleme aldığı eserlerle Kırım Türklerinin çekmiş olduğu sıkıntıları, acıları, Sovyetlerin yapmış olduğu zulmü ve tarihe kara leke olarak geçen Kırım Sürgününü/Soykırımını mürekkebiyle edebiyat ve Türk dünyasına armağan etmiştir. Dağcı’nın çocukluğundan itibaren Almanlara esir düşene kadar yaşadığı Kırım’ı tüm romanlarında konu edinmesi, bölgesine, asırlardır yaşadığı ata topraklarına ve tertemiz Tatar Türklerine olan bağlılığının açık bir nişanesidir. Kırım’ın gerek Türkiye’de gerekse de diğer Türk beldelerinde yaşayanlara tanıtılmasında Cengiz Dağcı’nın yazdığı romanların rolü büyüktür.
Onlar Da İnsandı romanı ilk defa 1958 yılında ve Türkiye Türkçesiyle yayımlanmıştır. 1990 yılından itibaren de Ötüken Neşriyat tarafından birçok baskısı yapılmıştır. Kitap aynı zamanda MEB tarafından tavsiye edilen 100 temel eser arasında da yer alır. Cengiz Dağcı’nın tarihi gerçeklere dayanarak kaleme aldığı ve kısmen otobiyografik özellik de taşıyan eserin konusu ise yıllardır topraklarında huzur içinde yaşayan Tatar köylülerinin; Sovyet rejiminin kolhoz kurmak istemesi nedeniyle buna karşı mücadeleleri, topraklarına el konulması ve topraklarından haksızca çıkarılıp sürgün edilmeleridir.
Kitap, 5 ana bölümden ve bunlara bağlı alt kısımlardan oluşmaktadır. Eserin başkahramanı olan Bekir; eşi Esma ve kızı Ayşe ile birlikte tarlasından elde ettiği tütün ve bazı meyveler ile geçimini sağlamakta, Macik ismindeki ineğinin yavrulayacağı günü iple çekmekte ve yaşının ilerlemesiyle birlikte aksayan işleri için yanında bir yardımcı olmasını temenni etmektedir. Evlilik çağına gelen kızının bir gün gelin olup yuvadan uçacağı düşüncesi de Bekir’in huzurunu kaçırmaktadır. Hayatını bu şekilde devam ettiren Bekir, bir gün tarladan dönerken karşısına iki tane Rus çıkagelir. Bekir’in selamına karşılık dahi vermeyen Ruslar akşam olunca Bekir’in evine gelerek ondan iş istemektedir. Tarla işlerinde yardımcı arayan Bekir, Rusların sefil hallerini görünce “Onlar da insan!” diyerek onları evine davet eder ve işe alır. Bugünden sonra hem Bekir’in, hem ailesinin hem de Kızıltaş Köyü’nün hali eskisi gibi mesut olmayacaktır.
Rusları evinde barındıran Bekir’in işleri hafiflese de köylüler bu durumdan oldukça rahatsızlık duymaktaydı. Ivan ile Kala Mala’nın köye yerleşmesinden itibaren köyde birçok talihsiz olay yaşanmıştı. Bekir’in evlâdı gibi sevdiği Macik’in hastalanması bu felaketler zincirinin ilk halkasıydı. Köyde yaşanan olumsuz hadiselerin ve Rusların hareketliliğin farkında olan Enver ise elinden geldiğince Kızıltaşlıları uyarıyor ve Rusların köyü işgal girişimine karşı hazırlık yapıyordu. Nitekim ilerleyen günlerde Kuşkaya civarında Rus mühendislerin görülmesi köylüler için kara bulutların habercisi olacaktı. Bunlar Bekir’in tarlasının da bulunduğu alanda arazi ölçümü yapıyor ve patlatılacak Kuşkaya için topoğrafik raporlar hazırlıyorlardı. Tek kızı Ayşe’yi gelin eden Bekir için, eskiden huzur bulduğu evinin duvarları dar geliyor ve soluğu tarlasında alıyordu. Yakın bir zaman sonra civar köylerin yollarına asfalt dökülmeye başlanmıştı. Fakat bu durum, Kızıltaşlıların ulaşımını rahatlatmak için değil Rusların köye yerleşmesini kolaylaştırmak ve kolhoz sistemini yerleştirmek gayesi taşıyordu.
Kara kış kara haberleriyle Kızıltaş’ın üzerine çöküyordu. Civar köylerde bulunan genç ve kuvvetli erkeklerin asfalt yapımı için çalışmadıklarından hapishaneye atıldıkları ve ailelerinin sürgün edildiği haberleri kulaktan kulağa aktarılır olmuştu. Yalnızca yol değil, Rusların barbarlığı da yaklaşıyordu Kızıltaş’a. Gün geçtikçe köyün etrafında görülen Rusların sayısı artmış, o güne kadar hiçbir hırsızlık vakası görülmediği halde Rusların köylere uğramasıyla hırsızlık sıradan bir olay haline geldiğinden köylüler Yalta’dan kilit almak durumunda kalmıştı. Çünkü kilit vurmak mallarını Müslüman cemaatten sakladığı manasına geliyordu. Evin kapısına kilit vurmayı köylü halkına karşı bir nezaketsizlik sayan Bekir ise tedbirsizliğinin neticesini Macik’in derisi önüne serildiğince anlayacaktı. Komünizmin kural ve vicdan tanımaz, acımasız ve alçak yüzü günbegün kendini zahir ediyordu. Artık Kızıltaş için de tehlike çanları çalıyordu. Üstelik bu zulmün başındaki isim, Bekir’in evine alıp ekmeğini, suyunu, sıcak yuvasını ve tarladaki emeğini paylaştığı Ivan’dan başkası değildi. En çok da bu üzüyordu Bekir’i. “Onlar da insan” deyip Ivan ve Kala Mala’yı evlerine aldığı günü hatırlıyor ve artık her olumsuzluktan kendini sorumlu tutuyordu. Enver’in küçük çocuğu Niyazi’nin, Ivan’ın aftanabili(arabası) tarafından çiğnenerek vefat etmesi Bekir için Türk namusunun da ayaklar altına alındığını ifade ediyordu.
Sovyet rejiminin zulmü Türk köylerini yakıp yıkarken kolhozu halka anlatmak için gelen parti üyeleri köy meydanında toplanan kalabalığa ahmakça komünizmi anlatıyordu. Ahmakçaydı, çünkü köylülerin ellerinden topraklarını almak istiyorlardı. Bilmiyorlardı ki Türk canını verir, toprağını vermezdi. Onlara göre toprak sadece arazi ve parsellerden ibaretti. Ya Kızıltaşlılar için? Onlar için toprak; hava gibi, su gibi, yâren gibi bir varlıktı. Toprağa sadece ekin değil sevinçlerini, umutlarını, acılarını, gözyaşlarını, dualarını, emeklerini, yarınlarını ve ruhlarını ekiyorlardı. Yüzyıllardan beri üzerinde yaşadıkları toprak ata mirasıydı, milletin malıydı. Milletin malı teslim edilebilir miydi? İşte Bekir bu duygular etrafında kapayacaktı gözlerini. Topraktan gelip toprağa döneceği bilinciyle, üzerini örten Kuşkaya’nın sert kayaları altında son bir kez toprağına nazar ederken söyleyecekti kelime-i şahadeti. “Sen benimsin toprağım, ben de seninim!” teslimiyetiyle göç edecekti bu diyardan.
Bahar küsmüştü sanki Kızıltaş’a. Sürgünler artmış, bir zamanlar dostluk ve sevginin, umut ve gözyaşının harmanlandığı toprakları kolhozlar sarmıştı. Enver, köyü Ruslara teslim etmemek için girdiği çarpışmada öldürülmüştü. Kolhozu kabul etmeyen Kırımlılar ya işkence görüyor, ya hapishaneye atılıyor ya da Sibirya’nın acımasız coğrafyasına sürgün ediliyordu. Boşalan evler Rus postalları altında kirleniyordu. Bir zamanlar Yasin okunan evlerde artık sarhoş naraları duyuluyor, imanla yoğrulan evler rakı şişeleri ile dolduruluyordu. Ruslar için burası bir cennetten farklı değildi ve bunun için zalim Stalin’e minnet duyuyorlardı. Ayşe ise yeni doğmuş bebeğine Alim adını vermiş ve onu Selim’e emanet etmişti. Aldığı tahsille Alim Aydamak gibi vatansever bir halk kahramanı olacak, Remzi’nin intikamını alacak ve Kırım Türklerinin umudu olacaktı.
Eser edebi yönünün yanında kültürel ve içtimai yönden de oldukça başarılıdır. Köylülerin çiftçilik ve hayvancılık icra etmeleri Tatar Türkleri’nin genelinde yaygın olan bir meslektir. Kitapta toprak ve doğa sevgisi olan insanların, beşeri ilişkilerde kuvvetli olması ve sevgi, merhamet gibi duyguların yoğun olduğu fikri başarılı bir şekilde vurgulanmaktadır. Orta Asya’dan beri Türklerde önemli bir yere sahip olan ata gösterilen ilgi bir başka kültürel öğedir. Bunun yanında Türkiye’ye karşı olan bağlılık ve özlemin ay-yıldız gibi çeşitli imgelerle sergilenmesi de kalemin ustalığındandır. Türklerin vatana ve toprağa bağlılığı, milliyetçilik duygularının hâkim oluşu ve özgürce Türkçe konuştukları eserde vurgulanmış, Rusların bu niteliklerden dolayı tedirgin olduğu ve onların varlığının Rusya’nın emelleri için tehlike olduğu da ifade edilmiştir. Komünizmin ve Sovyetlerin zalim ve baskıcı yönü eserde ağırlığını hissettirmektedir. Kelâmımızı yazarın duasıyla tamamlayalım:
“Evet, onlar da insandır! Pavlenko’lar, Ivan’lar, Kostyük’ler, VasilDimitroviç’ler, Stepan’lar, belki bunu gülünç görecekler; ama nasıl görürlerse görsünler, ben eserimi tekrar sakin bir dua ile bitirmek istiyorum. Romanımı kapatırken: ‘Tanrım!’ diyorum. ‘Onlar da insan! Acı onlara! Kendileri gibi, başkalarının da insan olduklarına inandır onları!’ Ötekiler, o hayvan gibi sürülüp götürülenler… Onlar da insandı!”
Cengiz DAĞCI, Onlar Da İnsandı, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2017, 25.Baskı, 494 sayfa, ISBN:978-975-437-004-4