Tanzimat Fermanının ilan edilmesini takip eden yıllar içerisinde Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük düşünceleri devamlı rekabet halinde olmuştur. Osmanlı Devletini sürüklendiği uçurumdan kurtarmak maksadıyla ortaya konulan bu düşünceler, Kanun-i Esasi’nin imzalanıp anayasalı mutlakıyet dönemine geçilmesinden sonra yoğun bir şekilde siyaset tarzı haline gelmiş; etkisini eğitim reformlarında da hissettirmeye başlamıştır. Yukarıda zikrettiğimiz siyaset tarzlarını ilk defa ‘’Üç Tarzı Siyaset’’ isimli eserinde dile getiren Yusuf Akçura, Türkçülük dışındaki diğer iki düşüncenin de aslında birer milliyetçilik örneği olduğunu tespit etmiştir. Buradan yola çıkarak, millet, ümmet, milliyetçilik gibi meselelerde kafaların karışık olduğunu söylemek yanlış olmaz. Aynı zamanda Türklerin bu üç düşünce sistemini ihtiva eden Türk, Osmanlı ve Müslüman kimliğine sahip olması bu siyasetler arasındaki münasebetleri karmaşık hale getirmektedir. Bu yüzden bu siyasetlerin ortaya koyduğu tarih tasavvurları da kalıcı olmamıştır.

1800’lü yılların başında cereyan eden Sırp ve Yunan isyanları hasebiyle Osmanlı Milliyetçilik düşüncesi ile erken bir zamanda tanışmıştır. Bu durumun yarattığı farkındalık ayrılıkçı milliyetçiliklere karşı bir kalkan vazifesi görmesi ümidiyle Osmanlıcılık düşüncesinin zuhur etmesine neden olmuştur. Bu düşüncenin temelinde Millet-i Hakime ve Millet-i Mahkume sınıfını aynı haklarla anayasa üzerinde eşit kılarak, çıkabilecek yeni isyanları önlemek gayesi vardır. Yusuf Akçura’nın Fransız tipi milliyetçilik olarak değerlendirdiği Osmanlıcılık, arzu edildiği gibi bir Osmanlı üst kimliği yaratamamıştır zira 1815 yılındaki Viyana Kongresinden sonra Osmanlı’yı parçalamak isteyen Düvel-i Muazzama’nın saldırgan politikası buna engel olmuştur. Bu düşüncenin Müslüman olmayanlar tarafından bir asimilasyon aracı olarak görülmesi de meselenin resmi bir ideoloji halini almasına engel olmuş, romantik bir hayal olmaktan öteye geçememiştir. 15. asırdan itibaren genellikle üzerinde durulan tarih tasavvurunun Osmanlı Devletinden ibaret olması, Oğuz Han destanından ve Selçuklu tarihinden kısa bir biçimde bahsedilmesi meseleyi izah etmesi açısından önemlidir. Hoca Sadettin gibi mühim bir tarihçinin eserine Osmanlı Devletinden başlaması Türk Tarihinin de Osmanlı Tarihinden ibaret kalmasına neden olmuştur. Osmanlıcı tarih tasavvurunu da bu doğrultuda değerlendirmek elzemdir.

Ahmet Mithat Efendi, Üss-i İnkilab isimli eserinde Osmanlı Devleri’nin Türk Devleti ya da İslam Devleti olarak kurulmadığını ifade eder. Ona göre Osmanlı olmak tarihte emsali olmayan ve tüm insanlığa ayırt etmeksizin adilce yaklaşan bir imparatorluğun vatandaşı olmaktır. Ahmet Mithat Efendi, 400 çadırlık bir topluluğun imparatorluk haline gelmesinde Osmanlıların siyasi bir millet haline gelmesinin ve Osmanlılık üst kimliğinin etkili olduğu savunmaktadır. Ahmet Mithat Efendi’nin savunduğu bu tarih tasavvuru; II. Meşrutiyet döneminde de vatan ve millet kavramları öne çıkartılmakla beraber devam ettirilmiştir. Bu dönemde de Türk ve İslam kavramları arka planda bırakılarak, Osmanlı Devleti’nin başarısı Gayr-i Müslimlerle olan münasebetlerine bağlanmıştır. Bu nokta-i nazarda Osmanlı Devleti’nin kuruluşu anlatılırken, Gayr-i Müslim olan Evrenos ve Köse Mihal simaları güçlü bir biçimde öne çıkartılır. Aynı zamanda Osmanlı’nın karşısına Türk kavramı konularak Cengiz Han, Timur, Şah İsmail gibi Türk tarihi için önemli şahsiyetler düşman olarak gösterilmiştir. Bu yüzden ders kitaplarında Osmanlıların soyunun Türklere dayandığı geçiştirilerek üstünkörü anlatılmıştır.

Osmanlıcı Tarih Tasavvurunun romantik bir hayal olmaktan öteye geçememesinde şüphesiz özellikle ilk dört yüz yıllık olayların anlatılmasındaki üslup sorunu etkili olmuştur. Gaza anlayışının getirdiği fetih politikası hasebiyle yapılan savaşlar epik bir üslupla sunulmuş, bu durum Müslüman olmayanları da ortak müşterekte buluşturacak bir tarih tasarımının ortaya çıkmasını engellemiştir. Netice itibariyle Osmanlıcılığı tarih tasavvurunun sağlam bir zemine oturtulamadığını ve beylik sloganlardan öteye geçemediğini söylemek doğru olacaktır.

Türkçülük düşüncesine tarih yazıcılığında gereken önemi veren ilk kişi Süleyman Paşa’dır demek yanlış olmaz. Süleyman Paşa’nın askeri okullarda okutulmak üzere kaleme aldığı Tarih-i Alem isimli eseri büyük önem arz eder zira müellif kitabında Türk tarihine hatırı sayılır bir bölüm ayırmıştır. Sonraki dönemlerde Necip Asım, Bursalı Mehmet Tahir gibi müellifler de eserlerinde Türk tarihini bir bütün olarak incelemişlerdir. Türkçü Tarih Tasavvurunun en yoğun vurgulandığı dönem ise II. Meşrutiyet dönemidir. Yusuf Akçura’nın ‘’Türkçülüğün taazzi devresi’’ olarak nitelendirdiği bu dönemde Türkoloji çalışmaları artmış, aynı zamanda Azerbaycan, Kırım, Kazan gibi coğrafyalarda Türk Milliyetçiliği gelişmeye başlamıştır. Osmanlı coğrafyasına Türkçülük düşüncesinin yayılmasında da zikrettiğim coğrafyalarda yaşayan İsmail Gaspıralı, Şehabettin Mercani gibi şahsiyetlerin düşüncelerinin büyük etkisi olmuştur.

Tarihe ilginin arttığı ve tarih yazımının muazzam ölçüde artış gösterdiği bir dönem olan II. Meşrutiyet Modern Türk Tarihçiliğinin mihenk taşıdır. Türk Tarih Tasavvuru mümkün mertebe Türklüğü öne çıkartmış, bu minvalde yayınlar yaparak savaşçılık, doğruluk, boyun eğmeme gibi kavramlarla Türklüğe itibar kazandırılmıştır. Osmanlıcı tarih görüşünden farklı olarak, Osmanlı Tarihi Türk Tarihinin bir devamı olarak nitelendirilmiş, Osmanlıların büyük Turanîler ailesinden olduğu vurgulanmıştır. Türkçüler, Osmanlı hükümdarlarından bahsederken Han ve Hakan sıfatlarını öne çıkartarak Türk Devlet geleneği ile Osmanlılar arasındaki bağa dikkat çekmiş; Osmanlı Padişahı dönemin müellifleri tarafından Türklerin Hakanı olarak isimlendirilmiştir.

Türkçü Tarih Tasavvuru Osmanlıcı Tarih Tasavvurunun sıkça yerdiği Cengiz Han, Timur, Şah İsmail gibi şahsiyetleri Türk kimliği üzerinden değerlendirir. Bu nokta-i nazarda Şah İsmail-Yavuz, Timur-Yıldırım Bayezıd arasındaki mücadele Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi üzerinden anlatılırken, meselelere hanedan değişikliği ve din üzerinden bakılmamıştır zira yaratılan tarih tasavvuruna göre hanedanlar değişebilir lakin devlette devamlılık esastır. Aynı zamanda Müslüman olmayan ama Türk olan Şamanî Altayların, Hristiyan Gagavuzların Türk tarihindeki önemine dikkat çekilmiştir. Balkan harbinde yaşanan felaketten sonra da Türklük güçlü bir biçimde vurgulanmıştır zira Osmanlı’nın ana vatanı kaybedilmiş, elde sarılacak bir tek Türkçülük kalmıştır. Bu yüzden millet merkezli bir tarih anlatımına önem verilmiş, sadece siyasi ve askeri meseleler değil, halkın hayatı da tarihçiliğin konusunda yer almıştır.

Tıpkı Osmanlıcı Tarih Tasavvuru gibi Türkçü Tarih Tasavvuru da gerçek manada etkisini gösterememiştir. Bu düşünce sistemleştirilememiş, tarih kitaplarına yeteri kadar yansıtılamamıştır. Zaten tamamı savaşlardan müteşekkil olan II. Meşrutiyet döneminde düşünüldüğü üzere bir eğitim reformu yapmakta oldukça zordur. Netice itibariyle birbirlerinden oldukça farklı olan Türkçü ve Osmanlıcı Tarih Tasavvurları ait oldukları dönemlerin siyasi havasını taşır ve bu yüzden yeterli etkiyi gösterememişlerdir.

Bir yanıt yazın