Ok ve yay insanlık tarihinin başlarından beri kullanılan en eski silahlar olarak kabul edilir. Her milletin kendisine ait geleneksel okçuluk kültürü vardır. Bu kültür her milletin kendi tarih ve hars birikimine göre gelişmiştir. Ancak geleneksel okçuluğun Türk kültüründeki yeri ve önemi, tarihsel süreçteki gelişimi, diğer milletlerin tarzlarına, kullandıkları yayların formlarına ve kullandıkları alanlara göre daha farklıdır. Geleneksel Türk Okçuluğu tamamen Türk milletinin karakteristik özelliklerini taşımaktadır. Bozkır kavimlerinin en kudretlisi olan Türkler harp sanatı, savaş strateji ve teknikleri bakımından diğer milletlerden bir adım daha öndedir. Nitekim bize Türk tarihinden nakledilen siyasi ve askeri başarılar da bunun en büyük kanıtıdır. Ok ve yay Türk milleti için adeta bir bel kemiği oluşturur. Yay Türk’ün sadece silahı değil sırdaşı ve yoldaşı da olmuştur. Türklerde yay hâkimiyeti, metbuluk ve üstünlüğü, ok ise okun yaya tabi olmasından hareketle tabilik ve esareti temsil ederdi. Hükümdarların tahtlarının yanı başında muhteşem güzellikte bir yay bulunması da bundan dolayıdır. Türklerde yay yiğitliği de temsil eder. Ok, Türklerde haber salma ve davet anlamlarını da taşır. Oka yüklenen anlamlar içerisinde dostluk ve emin olma anlamı da vardır. Türklerde okun bu yönü ile hediye olarak kullanıldığı bilinir. Ok gönderilen kişinin gönderenden emin olması anlamı vardır ve bu da dostluğun bir simgesidir.Ok ve yay ile beraber Türklerin hâkimiyet anlayışı da şekillenmiştir denilebilir. Hakanın kendi tabiiyetindeki beylere ok göndererek onlara hâkimiyetini hatırlatması buna örnek verilebilir.Türkler ordu millet diye tabir edilen yaşam biçimini sevmiş ve seçmişlerdir. Aslında bozkırın ortasında yaşama tutunmak, varlığını devam ettirebilmek için savaşmak mücadeleci bir ruh ortaya çıkarmıştır. Türkler okçuluk eğitimini kız veya erkek fark etmeksizin çocuk yaşta almaya başlamışlardır. Koyun üzerinde denge sağlamaya çalışarak, kepaze yaylarıyla avlanma ile başlayan eğitim süreci, at üzerinde dörtnala giderken her yöne ok atabilen, dakikada 25-30 ok atabilen bir kemankeş olunca tamamlanıyordu. Okçuluktaki hünerlerimiz biz Türklerin defalarca dünyaya hükümdar olmasını sağlamıştır.
Geleneksel okçuluk, her Türk uygarlığı tarafından biraz daha değiştirilmiş ve geliştirilmiştir. Beş bin yılı aşkın Türk tarihinde ok ve yayı eline ilk alan Türk kavmi Sakalar (İskitler)’dır. Sakalar at üzerinde dörtnala giderken aşağı, yukarı, sağa, sola, arkaya kısaca her yöne ok atabilme özellikleri ve silah yapımındaki ustalıkları ile nam salmışlardır. Bozkırda geniş topraklara yayılma ve bozkır kavimleri üzerindeki hâkimiyetlerini de bu şekilde sağlamışlardır. Öyle ki bu şöhretleri onları Atina’ya kadar getirmiştir. Dünyada bilinen ilk kadın hükümdar Türk’tür! Bu hükümdar Saka Türklerinin kraliçesi olan Tomris Hatun’dur. Tomris, Türkçe karşılığıyla temir (demir) anlamına gelmektedir. Tomris Hatun’un hükümdarlığı döneminde Persler ile mücadelesi ünlüdür. Saka topraklarına göz diken Pers hükümdarı Büyük Kiros büyük bir ordu ile saldırmaya başlamıştı. Ancak bu kuvvetli ordu Saka topraklarında ilerlerken, buldukları tek şey yakılmış çayırlar idi. Sakaları kovalamaktan bıkan Büyük Kiros, İran’a geri dönmek zorunda kalıyordu. Bir süre sonra kendisine tabi olması ve kendisiyle evlenmeyi kabul etmesi karşılığında Tomris Hatun ile uğraşmayacağını vadetti. Tomris Hatun bunun bir oyun olduğunu biliyordu ve teklifi reddetti.Büyük Kiros, eskisinden daha büyük bir ordu toplayarak tekrar Saka topraklarına girdi. Tomris Hatun artık kaçmanın yarar sağlamayacağını anlayıp uygun bir alan seçip Büyük Kiros’un ordusunu beklemeye başladı. İki ordu, aralarında birkaç kilometre kalacak bir biçimde mevzilendi. Sakaları dize getirmek isteyen Büyük Kiros bir hile düşünmüş ve iki ordunun arasında bir çadır kurdurmuştur. İçinde güzel kızlar, yiyecekler ve şarap bulunan çadıra Sakalar ansızın saldırı düzenlemiştir. Tomris Hatun’un oğlu ve beraberindeki kuvvetler, içerideki birkaç Pers’i öldürüp eğlenceye dalmışlardır. Ancak birkaç saat sonra bir baskın düzenleyen Pers kuvvetleri, çadırı basıp Tomris Hatun’un oğlu da olmak üzere içerideki Sakaları öldürmüşlerdir.Tomris Hatun oğlunun ölümüne çok üzülür ve intikam arzusuyla dolup taşar, yemin ederek şöyle söyler: “Kana susamış Kirus! Sen oğlumu mertlikle değil, o içtikçe zıvanadan çıktığın şarapla öldürdün. Ama güneşe yemin ederim ki seni kanla doyuracağım!” Amcası Alp Er Tunga’yı kahpece ağulamaları, çokça Türk öldürmeleri nedeniyle başlayan Türk-Acem düşmanlığıyla nefretini, yeni ölen oğlunun acısını, milletine ve yurduna duyduğu sevgisini birleştirip bu çarpışmaya bizzat dâhil olan Tomris Hatun ve Acemler arasında çok sert bir savaş zuhur etti… Ok atmakta usta olan ve savaş arabalarını büyük ustalıkla kullanan Sakalar, Persleri ağır bir bozguna uğratır. Ölenler arasında Pers kralı Büyük Kiros da vardır.Tomris Hatun sözünde durur ve Büyük Kiros’un kesilmiş kafasını kan dolu bir fıçıya atarak “Hayatında kan içmeye doymamıştın, şimdi seni, kanla doyuruyorum!” der. Böylelikle Türk kadını tarihe adını altın harflerle yazdırmaya başlamıştır. Tomris Hatun’un ordusunda kadınlardan oluşan okçu takımları da vardır. Savaşta üstün gelmelerindeki en önemli sebep de okçuluktaki maharetleridir.
İslâmiyet’in Türkler arasında yayılmasından sonra, Türk tarihi yeni bir döneme girmiştir. Geleneksel Türk Okçuluğu da bu yeni dönem ile birlikte manevi bir anlam kazanmıştır. Türk okçuluğunun bir kaç değişik yönü vardır; Türk töresinin kattığı anlam, İslâmiyet ile kazandığı değer ve kendine özgü felsefesi. Türkler oklarının düştüğü yere oba ve düğün çadırlarını kurmuş, birbirlerinin yaylarını kurarak yiğitliklerini göstermiş, sevgililerinin kaşlarını kemana (yay), kirliklerini oka benzetmişlerdir. Türkler oklarını ve yaylarını yanlarından hiç ayırmamışlardır. İslâm dini okçuluğu ve atıcılığı kutsal bulmuştur. Yay Allah’ın kudreti, kiriş Allah’ın şiddeti ve ok Allah’ın nikayetidir. Okçuluk üzerine birçok ayet inmiş ve hadis söylenmiştir. Okçuluğun Türk töresi ve dini yönü birleştirilince kendine özgü bir okçuluk felsefesi oluşmuştur. Kutsal değerler birleştirilerek adaplı bir şekilde kemankeşler yetiştirilmiştir. Kemankeş, yay çeken anlamında okçulara verilen addır. Kemankeşler bu kutsal değerleri benliğinde taşımış ve güzel ahlak timsali olmuşlardır.
Kadim Türk medeniyetinin ilk çağlarından beri sosyal ve siyasal hayatın içinde olan Türk kadını, İslâmiyet’ten sonra da aynı mevkiini sürdürmüştür. Orhun Kitabelerinde hatunun adı, hakandan hemen sonra gelmektedir. Oğuznâmelerde ve özellikle Dede Korkut Hikâyelerinde bahsi geçen Alp Teşkilatı’nda Türk kadınının da yeri büyüktür. Kadın Alplerin faaliyetleri bu kaynaklarda açıkça nakledilir. Her Türk hatununun kendi maiyetinde kendilerine özel askeri birlikleri, cariyeleri, kadın Alpleri, okçu birlikleri, divan üyeleri vardı. İlk Müslüman Türk devletlerinde de bu töre devam ettirilmiş, hanedan mensubu olsun olmasın, Hatunlara özel askeri birlikler tahsis edilmiştir. Bu kadın Alpler bir araya gelerek, Fatma Bacı isimli kadın alp önderliğinde Baciyan-ı Rum Teşkilatı’nı kurdular. Baciyan-ı Rum, Anadolu Bacıları anlamına gelmektedir. Sultan Alparslan Anadolu kapılarını Türklere açmadan evvel, bölgeyi tanımak ve keşif amaçlı gelen akıncı birlikleri, tarih müellifleri tarafından gruplara ayrılmıştır. Bu gruplar; Abdalan-ı Rum, Baciyan-ı Rum, Ahiyan-ı Rum ve Gaziyan-ı Rum’dur. Bu gruplar Anadolu ve Balkanlar’ın Türkleşmesinde en büyük hisseye sahiptirler. Anadolu Türkler tarafından fethedildiğinde Baciyan-ı Rum Teşkilatı daha da kurumsallaşmış ve Anadolu’ya yerleşmiştir. Doğuda Moğol baskısı Batıda Haçlı istilası karşısında çaresiz kalan Selçuklu Devleti siyasi ve askeri istikrarı koruyamayınca Anadolu Türkmenleri kurmuş oldukları teşkilatlarla tarihten gelen potansiyel tecrübelerini kullanma yoluna gitmiştir. Selçuklu Devleti’nin Anadolu’da ki nüfuzu iyice azaldığında, Anadolu büyük bir Moğol istilasına uğramıştı. Bu istilada Anadolu şehirleri ve mağrur kaleleri kadın Alpler tarafından kahramanca müdafaa edilmiştir. Osmanlı Devleti’nin kurulduğu dönemde ise uçlarda, diğer askeri ve sosyal organizasyonlar gibi, Bacıyân-ı Rum da çok önemli sosyal ve askeri faaliyetlerde bulunmuştur. Osmanlı Devleti kurumlaşmasını tamamladıktan sonra Bacıyân-ı RumTeşkilatı dini ve tasavvufi yöndeki faaliyetlerini tekkelerde sürdürmüştür.
Türkler Müslüman olduktan sonra da Türk hatunları, Karahanlı, Selçuklu, Harzemşahlardada, Atabegler, Türkiye Selçukluları ve nihayet Osmanlılarda da önemli mevkilerini muhafaza etmişlerdir. Harzemşah sarayından gelen ve dul bir Hatun olan Altuncan, siyasi ve askeri bilgisi, okçuluk ve at binmedeki kabiliyetleriyle Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey’in dikkatini çekmiş ve daha sonra Tuğrul Bey’in eşi olmuştur… Altuncan Hatun gerektiğinde ata binen, kılıç kuşanan, ok atan ve askere komuta edecek kadar kahraman bir kadın idi. Tuğrul Bey, eşi Altuncan Hatun’un sözünü dinler, devlet işlerinde onunla istişare ederdi. Altuncan Hatun’un emrinde küçük çapta idare ve askeri bir teşkilatı, özel bir maiyeti ve hazinesi bulunurdu. Tuğrul Bey’in Bağdat’ta olmasını fırsat bilen üvey kardeşi İbrahim Yinal’in isyan etmesi üzerine Altuncan Hatun hemen harekete geçmiş öz oğlu dâhil olmak üzere, şüphe ettiğibazı devlet adamlarını tevkif etmiş ve emrine aldığı ordusu ile hareket ederek Tuğrul Bey’i güç durumdan kurtarmıştır. Hatta Tuğrul Bey’in esir düştüğüne dair haberler üzerine Halife ve Selçuklu vezirleri Tuğrul Bey’in yerine Altuncan’ın oğlunu tahta geçirmeyi teklif ettiklerinde buna şiddetle karşı çıkmıştır. Altuncan Hatun’un 1060 yılında vefat etmesiyle Tuğrul Bey, bu kahraman ve fedakâr Türk kadınını kaybetmekten o kadar üzülmüştür ki, cesedini tahnit ettirerek bir tabuta koydurtmuş ve devletin başkenti Rey’de getirterek orada defnettirmiştir.
Geleneksel Türk Okçuluğu, Osmanlı İmparatorluğu’nda zirvesine ulaşmış ve son halini almıştır. Osmanlı Devleti okçuluğa çok önem vermiştir. Okçuluk uğruna büyük tekkeler kurulmuştur. Osmanlı Devleti’nde büyük kemankeş tekkelerinin sayısı 36 ya kadar ulaşmıştır. Kemankeş tekkelerinin en büyüğü İstanbul’da idi.Fatih Sultan Mehmed bu tekkeyi kemankeşlere hediye etmiştir. Bu tekke Ok Meydanı adını taşıyan semttir. Fatih Sultan Mehmed bu meydana o kadar önem vermiştir ki, bu alana atların ayak basmasını ve hatta insanların ayakkabı ile girmesini dahi yasaklamıştır. Osmanlı Devleti’nde kadınlar için yapılan özel talimhaneler de vardır. Bu talimgâhların hocaları mahalle mahalle gezerek kadınları belli bir ücret karşılığında bu talimhanelerde ok atmaya davet etmişlerdir. Osmanlı kadınları da yanlarına çocuklarını da alarak bu talimhanelerde kemankeşlik yapmışlardır. Osmanlı Devleti’nin son yüzyılına kadar okçuluk önemini korumuştur. Barutlu silahların icadı ile de yavaş yavaş önemini kaybetmiştir. Deyim yerindeyse tüfenk icat olunmuş ve mertlik bozulmuştur.
Birinci Dünya Savaşı sonucunda Osmanlı İmparatorluğuyıkılmış ve yerine Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştu. Yeni kurulan Türk devleti, mirasçısı olduğu Osmanlı’nın birçok kurumunu kendi maiyetinde barındırmış ve sahip çıkmıştır. Bu kurumların yanında Gazi Mustafa Kemal Atatürk Türk dilini, Türk tarihini ve Türk töresini tanıtacak yeni kurumlar ve kuruluşlar açmıştır. Şüphesiz bu kurumların en güzeli de 1937 yılında kurulmuş olan Oksporkurumudur. Geleneksel Türk Okçuluğu artık savaşma yöntemi olmaktan çıkmış ve geleneksel bir Türk sporu haline gelmiştir. Geleneksel sporlarımız da tıpkı töremiz gibi Türk milletinin karakteristik özelliklerini taşımaktadır. Yüce Atatürk bu kurumu kurarak bize çok büyük bir hediye bahşetmiştir. Türk töresinin bir parçası olan Türk kadını, Okspor kurumunda da Gazi Mustafa Kemal’in laiklik ilkesi ile Türk töresine uygun olarak yerini almıştır. Cumhuriyet tarihimizin ilk kadın polis memuru olan Betül Diker hanımefendi Okspor kurumunun yetiştirdiği ilk kadın kemankeş unvanını da almaya hak kazanmıştır. Betül Diker, o sene yapılan 19 Mayıs gösterilerindeki menzil atışları ile Atatürk’ün dikkatini çekmeyi başarmıştır. Ulu Önder’in, Halim Baki Kunter’e “bu kız ile ilgilenin!” talimatı verdiği resmi kayıtlara geçen bilgiler arasındadır. İstanbul Beyoğlu Halkevi’nde, Ulu Önder Atatürk’ün direktifleri ile milli sporumuz okçuluğu yeniden canlandırmak amacıyla 1937 yılında kurulan Okspor Kurumu, Atatürk’ün ölümünden sonra himayesiz kalarak dağılmıştır. Cumhuriyet tarihimizin son yirmi yılında Geleneksel Türk Okçuluğu bir spor dalı olarak ve hatta bir sanat olarak icra edilmektedir. Ülkemizin dört bir yanında kurulan Geleneksel Türk Okçuluğu kulüpleri, atlı okçuluk ve yaya okçuluğu kategorilerine sahip olarak, şanlı tarihimizin bu geleneğini hakkını vererek devam ettirmektedir. Yurt içi ve yurt dışlarında kulüpler arası müsabakalar ve turnuvalar düzenlenmektedir. Bu kurultaylar ve toylar sayesinde kemankeşler birbirlerine yaren olup, meşk eylerler. Kemankeşler Türk boyunca birbirlerine “kabzadaş” olmuştur. Günümüz okçuluk kulüplerinde de yine daha önceki tarihlerde olduğu gibi Türk kadını başköşede yerini almıştır.
“Ya Hakk” nidasını duyduğunda delicesine çarpan yüreklere küçük bir armağan olarak;
“Ey kemankeş durma vur!
Nasılsa bu sine vurgun…”
beyiti ile veda etmek istiyorum. Bu naçizane yazının müellifi, bir Türk kadını ve bir kemankeş olarak, siz değerli okuyuculara Türk kadınının okçulukta, orduda ve savaştaki yerini anlatmaya çalıştım. Sürç-ü lisan ettim ise affola.