Din kavramını açıklarken genellikle mensup olduğumuz dine göre tanımlamalar yapmaya çalışırız. Oysa din, sadece mensup olduğumuz dinle açıklanamamaktadır. Eğer biz din tanımımızı kendi dinimize göre yorumlarsak başka dinlere de kendi dinimizin statüsünü veririz ki bu yanlış bir anlayış olacaktır. Biz dinin kültür ile bağlantısını inceleyeceğimiz için konumuza uygun olacak şekilde tanımlardan faydalanacağız.
Din deyince kısaca: “Aşkın bir varlıktan kaynağını alarak, fertleri ve toplumu iyi, güzel ve doğruya yönlendirme iddiası taşıyan inanç sistemi” şeklinde bir tanım belirleyerek konumuza girmek istiyoruz. Yaptığımız tanıma göre dinin hem fertle hem de toplumla ilgili olduğunu görmekteyiz.
Dinin ferdi boyutunu, kişinin dine inanması, inandığı dine göre düşünmesi ve en son olarak da bu düşünceleri eyleme dökmesi şeklinde inceleyebiliriz. Bu durumun iman->amel şeklinde ilerlediğini görmüş oluruz.
Dinler kişilerde vicdani bir şuur oluşturarak kalplere temas eder. Bu şekilde belirlediği değer ölçülerinin uygulanmasını sağlar. Belirlenen değer ölçülerinin uygulanması, insana mutluluk ve huzur olarak geri dönerken uygulanmaması ise sıkkınlık ve mutsuzluk olarak geri döner. Bir başka deyişle din kişilerin vicdanlarına en iyi şekilde etki etmesi bakımından bir şekilde değerlerinin koşulsuz uygulanmasını sağlar.
Bir sistem içerisinde incelediğimiz din, kişinin önce inanma ihtiyacını karşılamaktadır. Doğuştan gelen inanma ihtiyacını karşılamak için ise kişileri “aşkın” bir varlığa bağlar. Daha sonra bazı değer yargılarını kişilerin düşüncelerine temel olmasını sağlayarak bir nizam kurmayı amaçlar. Bu şekilde din, kişiyi aşarak insanlara yani topluma mesaj vermeye başlar.
Dinin toplumsal boyutunda din, kişi kişi kendisine iman ettirerek, ortak değer yargıları meydana getirir ve bu değer yargılarına göre kişilerin zihin dünyalarını oluşturur. Aynı zihniyete sahip insanların ortak değerleri, toplumda bir karşılık bulmuş olur ve cemiyete nizam gelir. Nizam dediğimizde istikrarlı bir düzenin oluşmasını kastediyoruz. Düzenin ve istikrarın olduğu yerde mutluluk ve refah başlar, yani din insanların “aşkın” inançlarını karşıladığı gibi topluma da nizam vermektedir. Bu sebepten din hem ferdi hem de toplumsal bir olgudur.
Buraya kadar dinin kısaca nasıl bir şey olduğu üzerinde durduk. Kısa açıklamalar ile dinin ferdi ve içtimai boyutuna vurgu yaptık. Bundan sonraki bölümümüzde dinin nasıl oluştuğu üzerinde durmayı uygun gördük.
Toplumsal düzenin oluşması ya da insanların kendi inanç boşluklarının doldurulması adına insanlar tarafından üretilen dinler olduğu gibi bir yaratıcı tarafından indirilen ve insanları ‘tevhit’ inancına ileten dinler de vardır. Biz bu konuda yüce dinimiz İslam’a göre bir başlangıç yapmaya çalışacağız.
Bir başlangıç yapabilmek adına Kuran’daki Hz. Âdem kıssası üzerinden başlangıcı açıklamak istiyoruz.
“Hani Rabb’in meleklere: “Ben yeryüzünde bir halife tayin etmekteyim.” dediğinde onlar da: “Orada fesat çıkarmakta ve kan dökmekte olanı mı tayin ediyorsun? Hâlbuki biz Seni hamdinle tesbih ediyor ve seni takdis ediyoruz.” dediklerinde Allah da: “Ben sizin bilmediklerinizi bilirim.” dedi.” (Bakara/30)
“Allah Âdem’e bütün isimleri, öğretti. Sonra onları önce meleklere arz edip: “Eğer siz sözünüzde sadık iseniz, şunların isimlerini bana bildirin. ”dedi. (Bakara / 31)
“Melekler: “Seni bütün eksikliklerden uzak tutarız. Senin bize öğrettiklerinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Şüphesiz her şeyi hakkıyla bilen, her şeyi hikmetle yapan sensin” dediler.” (Bakara / 32)
“(Bunun üzerine:) Ey Âdem! Eşyanın isimlerini meleklere anlat, dedi. Âdem onların isimlerini onlara anlatınca: “Ben size, muhakkak semâvat ve arzda görülmeyenleri (oralardaki sırları) bilirim. Bundan da öte, gizli ve açık yapmakta olduklarınızı da bilirim, dememiş miydim?” dedi.”(Bakara / 33)
Allah’u Teâlâ’nın Kur’an-ı Kerim yoluyla bize bildirdiği ayetler ışığında konumuzu açıklayacak olursak; öncelikle yeryüzünde bir halife tayin edilmesi durumu mevcut. Bütün isimlerin öğretilmesi ile Hz. Âdem ilmiyle meleklerden daha üstün bir duruma yükseliyor ve bunun üzerine melekler Hz. Âdem’e secde ediyor.
Ayetlerden anladığımız kadarıyla insanoğlu kan dökmekte ve fesat çıkarmaktaydı. Eğer hiç peygamber göndermeseydi bu durum değişmeyecekti. Allah’u Teâlâ, Hz. Âdem vasıtasıyla bir yaratıcının olduğunu kavrayabileceğimiz ilmi, insanoğluna verdi. Bu durum bir eşik olması hasebiyle büyük bir önem arz eder. İnsanoğlu artık bir yaratıcının olduğunu anlayabilecek kadar olgunlaşmıştır. Olgunlaşma evresinin sonucunu Hz. İbrahim kıssası ile açıklamak istiyoruz:
“Hani İbrahim, babası Âzer’e: “Sen putları ilâh mı ediniyorsun? Şüphesiz, ben seni de kavmini de apaçık bir sapıklık içinde görüyorum.” demişti.”(En’am/74)
“İşte böylece İbrahim’e göklerdeki ve yerdeki hükümranlığı ve nizamı gösteriyorduk ki kesin ilme erenlerden olsun.”(En’am/75)
“Üzerine gece karanlığı basınca, bir yıldız gördü. “İşte Rabbim!” dedi. Yıldız batınca da, “Ben öyle batanları sevmem.” dedi.” (En’am/76)
“Ay’ı doğarken görünce de, “İşte Rabbim!” dedi. Ay da batınca, “Andolsun ki, Rabbim bana doğru yolu göstermezse, mutlaka ben de sapıklardan olurum.” dedi.” (En’am/77)
“Güneşi doğarken görünce de, “İşte benim Rabbim! Bu daha büyük” dedi. O da batınca (kavmine dönüp), “Ey kavmim! Ben sizin Allah’a ortak koştuğunuz şeylerden uzağım.” dedi. “(En’am/78)
“Ben, hakka yönelen birisi olarak yüzümü, gökleri ve yeri yaratana döndürdüm. Ben, Allah’a ortak koşanlardan değilim.” (En’am/79)
Ayetlerden anladığımız kadarıyla Hz. İbrahim ay, yıldız ve güneşi Tanrı edinmiş ve gökte yok olduğunu görünce kendisini yaratanın bunlar olamayacağını ve Tanrı’nın ancak yerleri ve gökleri yaratan olduğuna kanaat getirmiştir. Yani yüce Yaratıcımız Ayetlerindeki örnekleri ile akıl yürüterek kendisini bulabileceğimizi bildirmektedir. Şüphesiz ki Hz. Âdem halife tayin edilmeseydi, insanlık kan dökücü ve fesat çıkarıcı olarak yaşamını sürdürecekti. Rabbimiz Hz. Âdem’e isimleri öğreterek evreni, insanı ve Tanrı’yı kavrayabilecek konuma getirmiştir. Biz bu hadiseye ilk adım diyoruz. İlk adımı insanoğluna attıran şey ilimdir. Mutlak ilim sahibi Rabbimiz, bize ilim yoluyla aklımızı kullanabilecek adımı bize attırmıştır. Aşağıdaki ayetinde Allah’u Teâlâ, her akıl sahibinin göklerin ve yerin yaratılışından, gece ve gündüzün olmasından kendisinin varlığına ait delilleri görebileceğini söylemektedir:
“Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde akıl sahiplerine şüphesiz deliller vardır.” (Âl-i İmrân / 190)
Öyleyse din, insanlık için, Allah’u Teâlâ’nın Hz. Âdem’e ilminden vermesiyle anlamlı hale gelmiştir. Hz. Âdem’den sonra insanlık, tabiatı ve Tanrı’yı kavrayabilecek duruma gelmiştir. Bu vakitten sonra insanoğlu kendi dinini kurabilecek ya da Allah’ın kendilerine indirdiği dine iman edebilecek durumdadır. Ayrıca Hz. Âdem ilk ilim sahibi insan ve ilk Peygamber olması sebebiyle din, Hz. Âdemle başlamıştır.
Buraya kadarki bölümümüzde dinlerin nasıl ortaya çıktığı üzerinde durduk, artık dinlerin ilimle olan ilişkisi üzerinde durmayı uygun görüyoruz.
Dinlerin en önemli özellikleri yaratıcı esasıdır. Her şeyi yaratan bir Tanrının koyduğu hükümler arasında çelişkinin olması düşünülemez. Yaratılan her şeyi Tanrı yarattığına göre dinin bu yaratılış esasları ile örtüşmesi gerekmektedir.
Biz ilmi her şeyden önce Tanrı’nın yeryüzünde koyduğu kanunların keşfi olarak görüyoruz. Bu sebepten ilim ile çelişen her din batıldır. Avrupa aydınlanması, kilise öğretilerinin ilimle çeliştiğinin anlaşılması ile başlamıştır. Din öğretilerinin batıl olduğunu anlayan Avrupa, dini sorgulamış; hakkı bulmak yerine dini yontarak ilme uygun hale getirmeye çalışmıştır. Ne kadar uygun hale getirdikleri konusunu açmadan geçmek istiyoruz. Bu konuda söylemek istediğimiz şey: Yaratıcı’nın yarattıkları ile çelişmemesi gerektiğidir.
Dini tarif ederken sürekli kullanılan kavramlardan biri de iman kavramıdır. Dinin en büyük vasfı da mensuplarının kalplerindeki şüpheyi yok edebilmesidir. Hatta ilimle çelişse dahi dinin kaideleri kabul edilmektedir. Bu da dinlerin Tanrı olgusu üzerine kurulu olmasından kaynaklanmaktadır. Her şeyi yaratan bir Tanrı kendisiyle çelişemeyecekse, Tanrı’nın dini değil, ilim adamları yanılgıdadır. Tabiî ki bu durum, Tanrı’nın doğru konumlandırılması ile alakalıdır. Kendimize Allah’tan başka Tanrılar kabul edersek ilimle ve hakikatle çelişmesi normaldir. Fazla uzatmadan konumuza girecek olursak, yazımızın başında iman->amel doğrusundan bahsetmiştik.
Bu doğruya göre iman kavramını inceleyecek olursak; iman ilk olarak hissetmek ile başlar, daha sonra dinin emir, yasaklarının öğrenilmesi ve dinin insanda oturması gereken düşünce alt yapısının oluşması ile tamamlanır. Bir başka ifadesi ile ilk kısmı taklid-i iman iken, tamamlanma kısmı ise tahkik-i imandır. Amel ise iman edilen şeye uygunluğu ile doğru, güzel ve iyi ölçülerine ulaşabilmeyi gösterir. Yani amel kısmının, iman edilen şeye uygun olması dinin doğru, güzel ve iyi ölçülerinin tutturulması anlamına gelir. Tersinden söyleyecek olursak, iman edilen dine göre amelde bulunmamak imanı değil, dinin ölçülerini ihlal etmek olur.
Şimdiye kadar olan bölümlerde dinin nasıl bir şey olduğunu açıklamaya çalıştık. Bu bölümden sonra dinin kültür ilişkisi üzerinde durmayı uygun buluyoruz.
Kültür ile din arasındaki ilişkiye girmeden önce dinleri kültürel ve evrensel olarak tasnif etmemiz gerekecektir. Kültürel dinleri, bir toplumun kültür unsurlarının uzun yıllar tekrarından sonra kutsallaştırılması ve bir önder tarafından bu kutsallıkların sistemli bir inanç sistemine dönüşmesi şeklinde tanımlayabiliriz. Evrensel dinler ise sadece bir kültüre değil bütün insanlığa hitap eden dinlerdir. Yahudilik ve Hıristiyanlık bozuldukları için evrensel niteliğini kaybetmiş olan dinlerdir. Biz evrensel din derken yalnızca İslamiyet’i kastediyoruz.
Dinin kültüre katkısı için Nevzat Kösoğlu şöyle demektedir: “İnançlar ve bunlara dayalı ahlak ilke ve değerleri, toplumsal yapıların iskeletini oluşturur. Hayatın maddesi karşısında toplumlar, bu iman ve ahlak yapısına sadakatteki dirençlerine göre yaşama biçimlerini şekillendirirler. Yaşamak, üretmek zorunda olan insan, yaşadığı hayat şartlarını, iman ve ahlakın ölçüleri ile biçimlendirir yahut bu ölçülerden belli nispetlerde sapar. Toplumun iskeletini oluşturan bu inançların da esasını dini inançlar teşkil eder. Yani, bütün toplumların şekillenmesinde, kültürel kimliklerinin kazanılmasında din temel faktörlerden biridir.”
Gerçekten de kültürlerin oluşum evresine baktığımızda dinlerin faktörü tartışılamayacak derecededir. Biz bu konuyu daha da açmak ve dinlerin işlevleri üzerinde durmak istiyoruz.
Öncelikle bütün dinler, kültürün temelini oluştururlar; fakat evrensel olmayan dinler belli bir kültürün ürünü oldukları için, kendi toplumu haricinde kabul edildiklerinde emperyalist kökenlidir.
Bizler evrensel olma özelliğini koruyabilmiş tek dinin İslamiyet olduğunu kabul ediyoruz. İslamiyet’in evrensel olabilme özelliğinin temelinde her topluma yani her kültüre hitap edebilme özelliği vardır. İslamiyet her kültüre hitap ederken o kültüre esaslarını katmakla birlikte o toplumun kültürünü koruyucu bir vazife üstlenir ki bu şekilde her toplum kendi kültürünü bozmadan İslamiyet’in temel kaidelerine göre şekillenerek gelişir.
Peygamber Efendimiz dünya üzerinde vahyin temsilcisi durumundayken bir taraftan da kendi kültürünün temsilcisiydi. Bu sebepten kendi kültürünü vahye uygun hale getirmek gibi bir görevi de vardı. Eğer kültürler vahye uygun hale gelmeseydi, toplumda parçalı bir yapı oluşacak, gelenekler ile inançlar çakışacaktı. Böylelikle kültür ve din birbirini destekleyemeyeceği için insan şahsiyeti parçalı bir yapıya dönüşecekti ve İslamiyet hiçbir zaman gerçek iman hareketleri meydana getiremeyecekti.
İslamiyet, Peygamber Efendimiz itibariyle tek evrensel olma özeliğine sahip olan dindir. Diğer dinler, ya belli bir kültürün içinden çıkan mitolojiler şeklinde ya da evrensel olma iddiası ile beraber belli bir kültürün formu içerisinde evrenselliğini yitirmiştir. Bu yitirme, dini statik hale getirmiş ve kültür ile din arasında bir fark kalmamıştır. Kültür ile din arasında bir farkın kalmaması, o toplumun mensuplarının kültürel bir motif olarak dini benimser hale gelmesinin yolunu açar. Böylelikle kültür/din, ihtiyaçları karşılayamaz hale gelir. Bir başka deyişle dinin ve kültürün aksiyonu tükenir. Sonuç olarak hem kültür hem din çürür.
Günümüzde yanlış yorumlamalar sonucunda İslamiyet’in evrensel olma özelliği bitirilmek istenmektedir. Bir İngiliz, Fransız, Japon ya da başka bir millete mensup bir kişinin İslamiyet’le tanıştıktan sonra ismi dâhil her şeyini değiştirmesi, İslamiyet’in belli bir kültürün dini gibi algılanmasını sağlayacaktır. Fakat İslamiyet her kültüre hitap edebilmesi bakımından evrenseldir ve kültürün dinle uyuşmayan esasları dışında kültürün yaşamasını sağlar. Bu yanlış algının düzeltilmesi İslamiyet’in mecraına uygun hale gelmesini sağlayacaktır. İslamiyet’le tanışan kişi İslamiyet’le uyuşmayan şeyler haricinde kültüründen koparılmamış olacak ki bu da o milletin daha kolay dinimizi kabul etmesine sebep olacaktır. İslamiyet olarak, Arap ya da Türk yaşantısı/kültürü değil dinin esası tebliğ edilmelidir.
İslamiyet’in kültüre bakışı aşağıdaki ayetlerde daha açık bir şekilde görülmektedir:
“O/münafık, bir iş başına geçtiğinde, yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya, kültürü ve nesli helâk etmeye çalışır. Allah bozgunculuğu sevmez.” (Bakara/205)
“Göklerin ve yerin yaratılması, dillerinizin ve renklerinizin farklı olması da O’nun (varlığının ve kudretinin) delillerindendir. Şüphesiz bunda bilenler için elbette ibretler vardır.”(Rum/22)
“Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli ve en üstününüz O’ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdar olandır.”(Hucurat/13)
“O halde sen yüzünü, bir Hanif olarak dine, Allah’ın insanları üzerinde yarattığı fıtrata çevir. Allah’ın yaratışında değiştirme olamaz. Doğru ve eskimez din işte budur. Fakat insanların çokları bilmiyorlar.”(Rum/30)
İslamiyet’in evrensel ve hak din olma özelliği, kültürleri tanıması ve kültürün form üzerinde değil esasına/özüne girmesidir. Yüce Yaratıcımız insanları milletler halinde yarattığını ve dillerimizin ve renklerimizin birbirinden farklı olmasının kendi varlığının delillerinden olduğunu söylemektedir. Öyleyse Allah-u Teâlâ kendi indirdiği dinle kendi varlığına delil olan farklı dilleri ve renkleri, milletleri yani kültürleri yok etmek gibi bir gaye gütmeyecektir. Aksine her dil ve renge, yani milletlere ve kültürlere kendi esaslarını bildirecektir. Bir başka deyişle İnsanları fıtrata yani yarattığı formata uygun hareket etmesini istemektedir. Biz buna: “Kültürün Müslümanlaşması” diyoruz.
Pekâlâ din nasıl oluyor da kültür unsuru olabiliyor? Nasıl oluyor da aynı zamanda evrensel olma iddiası güdebiliyor? Bu soruların cevabı: “Tıpkı hem insana hem de cemiyete nizam verebildiği gibi”dir. Fakat biz bu konu üzerinde daha da yoğunlaşmak gerektiğini düşünüyoruz.
Öncelikle dinin toplumlara nizam verebilmesinin kaidesi, uygun ortamın oluşturulmasıdır. Bu İslamiyet için en başta Arap milleti olmuştur. Peygamber Efendimiz, Tebliğ vazifesi kendisine verilir verilmez, yakın çevresine İslamiyet’i anlatmaya başlamıştır. Uzun bir süre de dar bir çevrenin dışına çıkamamıştır. Biz bu dönemi “anlama-iman etme” dönemi olarak değerlendirmeyi uygun buluyoruz. Bir başka ifadesiyle bu dönem İslam’la tanışan sahabelerin olgunlaşma zamanıdır. Dikkat edilirse meşhur sahabelerin pek çoğu bu dönemde İslam’la tanışmıştır. Bu dönem Mekke dönemidir.
Mekke dönemi İslam’ın engellendiği, sahabelerin ve Peygamber Efendimizin horlandığı despot bir dönemdir. Bu dönem tüm Müslümanların birliğini daha da arttırmış ve cemaat hayatı tesis edilmiştir. Cemaat hayatı derken günümüzü değil, cemiyet içerisinde dik durabilmeyi kastediyorum. Bu sebepten cemaat hayatını biraz açmak istiyorum.
Nevzat Kösoğlu bu konuda şunları söyler: “Cemaat hayatı, cemiyet çoğunluğundan ayrılarak, görüş, anlayış, inanç ve davranış birliğine varan fertlerin bu müştereklerini birlikte yaşamaları halidir. Cemaat hayatı bu müşterekleri çoğaltmak, sağlamlaştırmak ve dinamik bir halde yaşamak gayesini güder…
…Cemiyet hayatı yaşayan fertlerin dejenere olması ve benliklerini yitirmesi kolaydır. Çünkü cemiyetimiz dışa açık, çeşitli yabancı kültürlerin yayılma sahası ve millî değerler açısından tasvip edilmeyen davranışlar için artık müeyyidesi olmayan bir ortamdır. Cemiyetin yabancı unsurlarla teması ve bu unsurların ferdî davranışlara intikal eden tesirleri çoktur. Hele bugünkü gibi cemiyette hâkim olan fiili düzenin milli değerlerden çok uzaklaştığı zamanlarda bu tesir çok daha fazladır.” Hocamızın yukarıdaki ifadesinden hareketle cemaat hayatı, belli bir görüşe inanan insanların, yaşayış olarak da ayniliğini devam ettirebilmesinin tek yoludur. Hatırlayacağınız gibi Mekke devri Müslümanlar için çok zor şartlarda geçmiştir. Allah’ın koyduğu yasaklara kimsenin uymadığı bir yerde uymak, cemaat oluşturmadan imkânsız gibidir. İşte bu dönem İslamiyet’i cemaat hayatı kurmaya itmiştir. Cemaat hayatı kuran Müslümanlar, yalnız imanda değil, amelde de aynilik yolunda ilerlemiştir. Ayrıca bu cemaatin örnek modeli Peygamber Efendimizdir.
Cemaat hayatının cemiyete intikali Medine dönemi ile başlar. Peygamber Efendimiz ve sahabeleri 13 yıllık Mekke döneminde Allah’ın koyduğu kanun ve kaideleri uygulamanın mümkün olduğunu herkese göstermiştir. İslamiyet Arap toplumunda bir ağırlık kazanmaya başlamış ve hızlı bir şekilde önce Arap dünyasını daha sonra bütün dünyayı tesiri altında bırakmıştır.
İslamiyet’in medeniyete doğru ilerleyişi özü olarak değişmemekle beraber, form olarak değişiklik göstermektedir. Dinin esası hep aynı kalmakla birlikte hem ferde hem kültüre hem de tüm insanlığa aynı esasları bildirir. Bu esaslar fertte, kültürde ve tüm insanlıkta farklı algılanır. Bu farklılık milletlerin ve kişilerin anlayış farklılıklarının bir sonucudur. Dinin esası dediğimiz şey; her kültür ve her fert için değişmeyen temel kabul edilen değerlerdir. Bu değerler tüm insanlık için geçerlidir. Bir başka ifade ile her kültürün dini temel esasları aynı kalmakla birlikte, kültürel bir din algıları meydana gelir. Bu fertlere indikçe daha da çeşitlenir hatta temel esaslarının dahi değiştiği olur; fakat olması gereken temel esasları kabul ederek bir çeşitlenme meydana gelmesidir. Bunu bir döngüye benzetecek olursak Dinin Esasları=Tüm insanlığa tebliğ edilen din->Kültürdeki din->Fertteki din
Dinin kabul edildiği bütün toplumlarda hızlı bir medeniyet hamlesi başladığı söylenemez. Bunun sebebi insan unsurudur. Ahlaklı, saygılı vb. insanlardan meydana gelen bir toplumun medeniyet hamlesi yapabilmesi için hiçbir engel yoktur. Fakat medeniyet üzerine çalışanlar beni anlayacaktır. İnsan unsuru olmadan medeniyet olmaz. Yani ne demek istiyorum: Üreten ve üst düzey icatlar yapabilen, ufuk açan bir insan unsuru yoksa hiçbir şey değişmez. Bu insan unsuruna toplum sermayesi denmektedir. Toplum sermayeniz yoksa bu iş olmaz.
İslamiyet’in bir kültürü Müslümanlaştırması, artık o kültürün işlenmesinden çıkacak her ürünün altında dinin de rolü oluğunun ifadesidir. Bu doğal akışında olması gereken bir şeydir. Olmazsa toplumda parçalı bir yapı oluşur. Din, önce kültürü Müslüman yapacak yani kültürü dinin esas kaidelerine göre tekrardan tanzim edecektir. Daha sonra o kültürün özünden yaratıcı insanlarla birlikle bir gelişme meydana gelecektir. Bu sebepten dinin medeniyete intikali millidir.
Öyleyse din, kalplerdeki iman ateşini yakan, iman ile hem ferde hem de topluma nizam vermeyi amaçlayan, bu nizamı fıtrat üzerine kurarak insanları fıtratta birleştiren, ortak iman ile ortak ameli yaptıran ve ortak amel ile hem nizamı hem de medeniyeti kuran müessesedir.
***
Sonuç olarak, İslam dünyasında büyük bir manevi buhran göze çarpmaktadır. Bunun sebepleri arasında insanımızın gündelik siyasete tıkılıp kalması ve zamane insanının kendilerine miras bırakılan yüce değerleri sahiplenmek istememeleri gösterilebilir. Ne yazık ki bu yeni olan bir şey değildir, uzun zamandır yapılan yanlış politikalar ve ihmaller bizi bu duruma getirmiştir. İslam’ı yanlış anlayarak sadece gelenek olduğu için ibadet eder olduk. Bir başka deyişle İslam sadece kültürel bir form olarak bizlere kaldı. Size soruyorum: İslam’ın özü nerde kalmıştır? Allah’ın dini, kulları tarafından niçin önemsiz hale gelmiştir? İslamiyet niçin yalnız cuma günleri ya da bayramlarda hatırlanan bir ritüel haline gelmiştir? Din büyüklerimiz niye dinimizin esasları yerine “bu böyle yapılacak şu şöyle yapılacak” diye vaaz verir olmuştur? Soruyorum size: İman etmediğin dinin ritüellerini yerine getirmek, bizi kurtarır mı? Ne yazık ki böyle bir din anlayışı kimseyi kurtaramayacaktır. Dinin güzel ahlak olduğunu vaaz ederken, ahlaklı olmanın sadece namaz kılmak, oruç tutmak kadar basit olmadığını niye idrak edemiyoruz? Cevap veriyorum: İslam dünyası aklını kullanmaktan aciz, kendisine Allah’tan başka Tanrılar edinen insanlar haline geldi. Üç beş çapulcu İslam adına kan dökerken terör faaliyeti yürütürken Müslümanlar:” Zaten onların mezhebi böyledir.” diyerek seyretmeyi seçti. Dünyanın dört bir yanında Müslüman kanı dökülüyorken Müslümanlar ırkçılık yaparak biri için mazlum edebiyatı yaptı diğerini hiç umursamadı. Bu durumda ikisi de yanlış olduğu gibi bir de kendi aramızda bölündük. Suçu Amerika’nın, İsrail’in ya da İngiltere’nin üzerine attık. Düşman, düşmanlığını elbette yapacaktır, biz ne yaptık; suç attık hem de hiç utanmadık.
Suçumuz ve sorumluluğumuz büyüktür, bu sorumluluğu sırtlanacak vatan evlatlarını bekliyoruz. Samimiyetsiz değil! Hakikaten samimiyiz ve hakikati arıyoruz…
Ey İslam dünyası, ey uyuyanlar, artık uyanın ve Allah’ın size bahşettiği o güzel değerlere sahip çıkın. Uyumayan fakat kalplerinde pislik olanlarla bağınızı koparın, artık onlara aldanmayın.
Korkmayın, Allah’ın kudreti sonsuzdur. O küçük vesileler ile hesapları bozandır. Yeter ki biz üzerimize düşenleri yapalım, O bize yardım eder. Yeter ki samimi olalım, O bizi sever.
Dinimiz, bütün insanlığa hitap edebilecek, onların yarasına merhem olabilecek tek dindir. Âlemşümul olma özelliğini kaybetmemiş tek dindir. İnsanlığın huzuru, refahı ve mutluluğu için tekrardan doğacak bir İslam güneşine ihtiyaç vardır ve bunu dini sadece form olarak değil, özü ile yaşayan bir nesil başarabilecektir.
Tek ihtiyacımız olan inandıkları uğruna her şeyi göze alabilecek, fedakâr, azimli, yüce gönüllü, Ülkücü insanlardır. Onlar yalnız Allah rızası için kınayanın kınamasından çekinmeyecek olan insanlardır. Yalnız Allah rızası için Ülkücüler Türk milletini ve İslam dünyasını hak ettiği yerlere getirecektir. Ne diyordu Ülkücü Şehidimiz Mustafa Pehlivanoğlu: “Şunu hiç bir zaman unutmasınlar ki, Mustafa’lar ölür, Allah davası ölmez, Milliyetçilik yaşar. Kellemi verdiğim bu yolun zaferi yakındır. Zafer her zaman Allah’a inananlarındır.”
Kaynakça
Yümni Sezen, Sosyoloji Açısından Din, Giriş, 4. Baskı, 2013
Yümni Sezen, Sosyoloji Açısından Din, Sosyolojiye Göre Din, 4. Baskı, 2013
Yümni Sezen, Sosyoloji Açısından Din, Dinin Ferdi ve Sosyal Fonksiyonu, 4. Baskı, 2013
Yümni Sezen, Kültür ve Din, Hayatın içindeki dinin yapısı, 2. Baskı, 2015
Yümni Sezen, Kültür ve Din, Kültürün çeşitlenmesi ve Kültür Kimliği, 2. Baskı, 2015
Yümni Sezen, Kültür ve Din, Kültür ve Din ilişkisi, 2. Baskı, 2015
Nevzat Kösoğlu, Türk Milliyetçiliği ve Osmanlı, Din, 3. Baskı, 2013
Nevzat Kösoğlu, Kitap Şuuru, Milliyetçi Hareket ve Metot Meseleleri
Elmalılı Hamdi Yazır, Kuran meali
İsmail Yakıt, Kur’an’ı Anlamak, 3. Baskı, 2011
İsmail Yakıt, İslam’ı Anlamak
İskender Öksüz, Dinin üç cephesi, Yeni Ufuk Dergisi, Eylül 2016