Fethi Gemuhluoğlu’na, Nail Kocabay’a, Bayram Kiriş’e ve hüznü tâ yüreklerinden hissedenlere…

Merhaba. Önce selam, sonra kelâm… Sizi bir duyguya çağırmak istiyorum. Bu türküyü birlikte çığırmak istiyorum. Işıklarla ahenk olmak, bir büyük resmin tamamlayıcısı, baharın gülü, gülün hârı, bülbülün yâri olmak istiyorum. Bahar, demir dağın eritilmesidir. Bahar, iki dağ arasından kafilelerle çıkmaktır. Bahar, gülün doğuşu, bülbülün ötüşüdür. Kurtuluştur. Gelişinin kut’lanışıdır. Tanınmayan topraklara akındır. Bahar, Türk’ün sevdasıdır. Topraktan toprağa yurt tutmaktır.

Sırtımızı baharın yeline verip, yağmurlarla geldik. Dört iklim gibi yüreğimizde yaşayan duygularla… Yağmurla… Toprakla… Rüzgarla… Aşkla… Yeşerip göğererek… Kaynadı kanımız, bu toprakların hamuruyla. Coştu, çalkalandı. Bulanık aktı, tazelendi. Kayalara vurdu, aşındırdı. Gün oldu, duruldu. Ağaçlara aktı, can oldu. Koca Anadolu, kanımızla yoğruluyordu. Toprak da bizi istiyordu; üzerinde yaşayan insanların talihine ortak oluyordu. Gök, bizden razı olurcasına rengini sunuyordu. İklimlerle kardeş oluyorduk. Taşıyorduk bir ışık tayfı gibi, dağılıyorduk toprağın üstüne. Toprağa kendimizden bir şey katıyorduk. Toprak, bizden cesaret kazanıyordu. Coşkun sellere, nehirlere, denizlere ağıtlar yakıyorduk. Hürriyeti tadıyorduk, ıssız dağ başlarında. Ateş yakıyorduk, üşüyen ellerimize. Ateşlere bırakıyorduk titreyen yüreğimizi. Dört unsurda türküler yazıyorduk. Dört unsurla bakıyorduk kâinata. Dört unsurla sağlıyorduk ahengi. Nizam’ı âlemden alıyorduk. Yine âleme nizam vermek için… Topraktan, sudan, ateşten, havadan… Bir de kendimizden bir şey katıyorduk.

Toprağımızla geldik bu topraklara; yani özümüzle. Bizi getiren, yüreğimizdeki ateş, fikrimizdeki rüzgârdı. Su aradık bu coşkuya. Rüzgâr vurdukça yüreğimizdeki ateş parlıyordu. Toprak, Türk’ün talihine boyun büküyordu. Biz ise dualarla, ateşimize su istiyorduk. Tarih öyle kolay fırsat vermiyordu. Bu topraklarda atılan her adım, bir olayın yangınıyla yüreğimize düşüyordu. Mazlumları görüyorduk, susuzluktan ciğeri yananları… Zalimleri görüyorduk, haksızlıkları… Gönlümüz derinleşiyordu mazlumlara. Bileğimiz zalimlere bileniyordu. Bizim yangınımıza yetmiyordu Akdeniz. Balkanlar, bu coşkuyla yâr oluyordu. Bütün bir cihanı istiyorduk, yüreğimizin kor ateşine. Hürriyet, bizi insanlığa itiyor, tarih bize vazife yüklüyordu. Ağır gelmiyordu adımlar, ateşimiz dinmek bilmiyordu. Bu ateşle türkü söylüyordu dilimiz;

‘’Bin atlı adımlarla çocuklar gibi şendik

Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik.’’

Şair duyuyordu sesimizi. Sesleniyordu dağ başlarından;

‘’Sizlersiniz bu ânı ışıklarla Türk eden!

Eksilmesin şu mutlu şafaklar bu ülkeden!’’

Ânı, ışıklarla Türk eden nedir? Işıklarla kurulan ahenk midir? Her bir rengin (duygunun) meydana çıkıp birleşmesi midir? Manzaranın kaybolmaması için, kendini renklere veren midir? Hem birleşen hem vazgeçen midir? Işıklarla Türk eden… Renklerle, duygularla… Dingin veya aksi, yorgun veya coşkun. Her biri, bu ahengin içinde gizli… Bir ışık tayfı gibi dağılmıştır her yana, yöreye… Duygularıyla bir bütüne yönelen Türk! Hasret de sıla da vuslat da bu yüzden Türk’ün. Yanan, yakılan çoban ateşleri, mutlu şafakların habercisi olur. Var olan ve vazgeçendir Türk. Varlığını hürriyetten alan, yüksek bir ideal uğruna var olan ve daha yüksek bir ideal için varlığından vazgeçenin adıdır. Var olmadaki sırrı, ‘’vazgeçmekte’’dir. Bir büyük resmin tamamlanması, ahengin kurulması için, kendini o ahenge bırakabilmektir. Yahya Kemal, bu duyuşu tarihin zaferlerinden, varlığın kemalinden bulup çıkarmaktadır. Yahya Kemal’de ışık olan bu vasıf, Nihal Atsız’da Urungu, Bahaeddin Özkişi’de Köse Kadı, Safiye Erol’da Zühre olmaktadır.

Sizi bir düşünceye çağırmak istiyorum. Yüreğimizde yanan ateşle coşup, kendini aşan bir duyguyla bu düşünceye çağırmak istiyorum. Halkımızın irfanından yakılan türkülerine, yanan çoban ateşlerine, ışık olup Türk ellerini aydınlatmak isteyenlere sesleniyorum. Kürşat’tan bu yana, hatta daha evvelinden bu zamana, yüreğimizdeki kahramanların coşkusuyla dost olduğumuz o kafilenin, bu çağa, bu zamana galip geleceğine inanıyorum. Biliyorum, galibiyet değil arzuları. Böylesi duygular, yüreklerindeki kıvılcımı parlatmaz. Onlar, birleşmek isterler. Toprakla, suyla, ateşle, havayla. Börtü böcekle, kuşla, çiçekle… Tabiatla birleşmek isterler. Âlemle birleşmek arzusundadırlar. Evren’e bir bütün olarak bakıp, kendilerinden bir şey vermek isterler. Kalplerde çağıldamak, ışık olup yayılmak, duygularını düşüncelere bırakmak isterler. Her biri, bir farklı ışıkla bütünleşmek, bir bütün olup kendinden vazgeçerek tabiatla buluşmak ister. Yanan ateşin şifasını ararlar. Bülbülün haykırışı gibi… Öyle ya! Gül de bülbül de baharı hatırlatır onlara. Bahar, kurtuluş, yani hürriyet… Ve dahi Gül, Peygamberi hatırlatır Türk’e. Bülbül, kendini hatırlatır. Hârı arar, hürriyet coşkusuyla… ‘Gülce’ bir isim olur, O’na benzeyiş dokunur. Nakış nakış okunur Ezandan sonra Birgül, Songül, Nurgül… Gül’ü bilen ekler ismin ardına; Ayşegül, Fatmagül… Dayanmaz olur erkek yüreği, aradığını bulmak ister. Öyle zannedilir ki, erkek verir gülü sevdiğine. Zahir de belki öyledir. Kadın verir oysa gülü erkeğine. Nur topu gibi bir gül verir. ‘’Gülce’’ beklerler çocuklarını. Su ister bu tohum, İsimleri öğretirler. Toprak ister, yaşamı ve ölümü öğretirler ve hayatı. Ateş ister, kol kanat gererler, sevgilerini verirler. Hava ister, düşünce ile beslerler.

Çocuk büyümüştür. Bir başka Gül’e uzanır dalları. Güllerle beslenir bu hayat ve güllerle renklenir. Tabiat, kendisini okumak istedikçe, gülü hatırlatır bize. Gülle büyüyen bu çocuk, gülden bir öz taşır. Bütün varlığa sevgiyle bakar. Varlıkta bir tecelli gördüğü zaman, gülün rengi kızarır. Hayaline ‘’Kızıl Elma’’ düşer. Çocukluktan bir hatıra hatırlanır. Yüreğindeki ateş harlanır. Gül, sohbetine dahil olmuştur da farkında değildir. Çocuk büyüdükçe gül şehri, İlim şehri olmuştur. Yönü yöresi, sevgiden bilgiye akmıştır. Çocukluğundaki rengi unutmadan, ilim şehrindeki her varlığa bir renk vermiştir. Anlamlandırmıştır. O’nda topraktan esintiler vardır. Cesaret ve bilgisiyle sevmenin hikmetini aramıştır. Anlamış ve anlamlandırmıştır. Sevmekle adım attığı bu hayatın yolu ilim ile devam etmektedir. Zaman geçmiştir fakat duygular geçmemiştir ondan. Görmüştür ki, ilim ve sevgi, imanına götürmüştür. Bu iman ile hareket, bereket vermiştir. Cesaret, bir kılıç gibi sertleşmiştir onda. Ali meşrep bir hayata adım atmıştır. Yaratılmışlığın verdiği öz ile ahlak kazanmıştır. Bilmiştir ki, Peygamberin de sözüdür bu. ‘’Medeniyet, dört temel esasa dayanır. İlim, Adalet, Ahlâk, Şecaat.’’ Ahlâkıyla ilim şehrindeki bu arayışı, ona cesaret kazandırmış, bütün insanlığın yükünü omuzlarına aldırmıştır. Artık korku yoktur. İman ve güven, yaratılmışlığının özünü vermiştir. Çürüyen bir toplumun ilk iki kaybını kendinde bulmuştur. Topluma ışık sunmanın ateşiyle her günü, her ânı ihsan bilmiştir. Kendinin farkına varan bu çocuk, medeniyeti ilmek ilmek düşünceleriyle dokumuştur. Bilmiştir ki, azim, gayret ve fedakarlıkla yarınlara ulaşmak heyecanı içinde hakikate, iyiye, güzele ve doğruya adım atmak, güle yönelmektir. Bu sırla, bilmenin ve sevmenin birlikteliği ile eylemini göstermektedir. İman, eylemi meydana getirir. Bilmenin ve sevmenin eylem hali, çocuğun atalarından beridir vazgeçilmeyen haslettir. Leyla ve Mecnun, Kerem ile Aslı… O dakâinatın matematiğini, yaratılmışlığın manzumunu; bu hayatın gelenekteki izini sürmek istemiştir. Ciğerdelen’den kendisine bir gönül kalesi dikmiştir. Muhafızlarında kırmak bilmeyen bir gönül zenginliği vardır. Ve kendi de bu hikayelerin bir devamı olma gayreti içindedir.

Bir başkasının onay ve takdirini beklemeden kendi öyküsünü yaşamak ve hakikate ulaşmak için yürümektedir. Beklemeden ve kaygı duymadan… Hürriyetin eylemle, eylemin imanla, imanın bilmek ve sevmekle beslendiğinin şuuruna ererek, hayatını gerçekleştirmek gayretindedir. Gelenekte bilginin ve sevginin yoğun birliğine aşk denmektedir. Bu aşkı tatmak arzusunca, duygu ve düşüncelerini yüreğinde harlayıp, hürriyete ulaşmak derdindedir. Büyük resmin ahengi için rengini vererek ve bu resmin güzelliği için kendi renginin coşkusu ve güzelliğinden vazgeçerek… Hürriyet, bu tercihin tabii bir sonucudur. Bu bilinçle biraz daha büyümüştür. Dostu kim, düşmanı kim bilmiştir. Dost demiştir, uzaktan da sohbet edilendir. Yan yana, sessiz sedasız muhabbet edilebilendir. Düşman demiştir, cismi olan değil, mefhumu olandadır. Hırsıza değil, hırsızlığa; yalancıya değil, yalana düşman…

Çocuğun hayattaki tercihleri, başkalarının kınama ve yargılarından etkilenmeyendi. O, büyürken attığı her adımın, bir başkasına zarar vermemesini arzuluyor, ahlak ve erdemi hayatının ana unsuru sayıyor, yüreğindeki sevdanın incinmemesi için itidal üzere yürüyordu. Hani bir duyguyu anlatmak istemiştik. Su ve toprak, ateş ve hava, yüreğindeki gülün yaşaması için çocuğun zihninde nizam üzere birleşiyordu. Tabiata olan hassasiyeti, hep gülün nazındandır. Çocuk, bu nazla içine sığmıyor; estetik anlayışı hareketleniyor ve garip bülbül gibi feryat ediyordu. Bahar coşkusu, dört unsuru kendisine çekiyordu. Hürriyet, ona ismini veriyordu. Çocuğun isminin önemi var mı? Tarık Buğra, ona ‘Osmancık’ diyordu; Atsız, ‘Urungu’… Çocuk ismini, Hürriyetle anlamlandırıyordu. Bu duyguların, düşüncelerle birleştiği bir anda, içindeki gülün şavkı ve isyan ahlakı, kendindeki çırpınışı şu mısralarla anlatıyordu;

‘’Gönlüm, dilim, kanım ve mizacımla sizdenim.

Dünya ve ahirette vatandaşlarım benim.’’

Bu duygu, bu düşünce, bu çırpınış, kınayanların kınamasından korkmayan, varlığa var olduğu vazife üzere davranan, evrene bir bütün olarak bakıp hikmetler arayan, tabiatla arasında ahenk kurmuş, yüzlerce ve hatta binlerce yıl öncesinin rüzgârını hisseden, atalarının sesini ve sevdasını duyan, kendisine bahşedildiğini düşündüğü hürriyeti adalet üzere yaymaya çalışan Oğuz’un çocuklarından gelmektedir. Oğuz’daki tükenmeyen sevdanın yüksekliği, bu çağlara yukarıdaki mısralarla aksediyordu. Eski zamanların sözüydü sanki işitilen; ‘’Gök olsun çadırımız/Güneş de bayrağımız!’’… Söz bu çağlara, yukarıdaki mısralarla geliyordu.

Bahar coşkusu ve hürriyet sevdası, binlerce yıl evveli, bugüne duyuruyordu. Çocuk, duymak, hissetmek ve yaşamak istiyordu. Hürriyet diyordu, Türk’ün tarihine talih olmuş en büyük haslettir. Türk’ün baharıdır.

Özlediğimiz bir sesti o ses. Rüzgârla dağları aşıp gelmişti. Bin yıldan eski zamanları, zamanına katıp esmişti. Gönlü seher vakti çağlamıştı. Bin yıllık çağrıları duymuştu o vakit. Özünü düşledikçe gözlerinden dökmüştü yaşı. Bir hülya gibi düşünüyordu artık. Medeniyetlere gebe, düşünceleri sarmıştı cihanı. O, artık cihanı küçültmüştü. Yine ahenkler içinde düşlüyordu. Bir ses duyuyordu derinden;

‘’Senelerden beri rü’yâda görüp özlediğim

Cedlerin mağfiret iklîmine girmiş gibiyim.

Dili bir, gönlü bir, îmânı bir insan yığını

Görüyor varlığının bir yere toplandığını;

Büyük Allah’ı anarken bir ağızdan herkes

Nice bin dalgalı Tekbir oluyor tek bir ses’’

İşte ışık denilen bu idi. Bu ışıkla mağfiret iklimine girildi. Anladı şimdi, Türk kimdir. Dili, gönlü, imanı birdir. Hüznü yaşıyorlar gözleriyle. Konuşmadan anlaşıyorlar. Bitmez bir özleyişle aşkın şeref diyarını seyrediyorlar. Demiri eritiyorlar yürek yangınlarıyla. Kilimlere söz dokuyorlar. Nice taş yığınını medeniyete çeviriyor; kelimelere nefes ekleyip, şiirleştiriyorlar. Şiir’ce yaşayıp, şiir’ce dokunuyorlar. ‘’Cihanı vatandan ibaret’’ kılan his ve düşüncelerle yürüyorlar. Sesleniyorlar yeni ufuklara;

Yürü! Hür mâviliğin bittiği son hadde kadar!…

İnsan âlemde hayâl ettiği müddetçe yaşar.’’

Bu hayal, bahar coşkusunundur. Hürriyet, hayâl denilen mucizenin yaşanmasıdır. Çağlar öncesinde yaşanan o duygu ile geçmiş yıllarda da yaşadılar. ‘’Su nasıl suya benzerse bir milletin geleceği de geçmişine öyle benzer.’’(1) diyerek yaşadılar. Otokontrol ile sırra ulaşmanın baharı içinde hayal ettiler. ‘’Millete İstiklâl İnsana Hürriyet’’(2) diyerek, hicreti kendi içlerine gerçekleştirdiler. Birbirlerine ayna oldular.(3) Meziyetlerini kullandılar, eziyetlerini yüreklerine hapsettiler. Engel olmadılar birbirlerine, baharı yaşadılar. Gül’den haber sordular, Gül’ü hatırladılar, Gül’le yaşayıp, Gül’e baktılar. Bülbül oldular. Baharı yüreklerinin içinden yaşadılar. Belki soğuk kış gecesiydi gün, fakat onlar, yüreklerinde baharla ısındılar. ‘’Güle güle’’ derken bile yüreklerindeki baharı çağırdılar. Dediler ki; ‘’O’na Türk âşık oldu… Dili ayrı idi, coğrafyası ayrı idi amma bu aşk, Türk’ü O’na yakın kıldı… Bu aşkla Türk, O’nun adını dünyanın dört bucağına götürmek için seferber oldu… Zaten askerdi, şimdi ‘mücahid’ oldu… O’nun ismini en güzel istifle yazmak için ‘hattat’ oldu. En güzel Mehter Marşı’nı ve nâti bestelemek için bestekâr oldu… O’nun adını günde beş defa anacak sülün minareler, O’nun insanlığın üzerine kapanan rahmetini temsil edecek kubbeler yapmak için ‘mimar’ oldu. O’ nun aşkıyla Yunus oldu; Süleyman Çelebi, Mevlâna, Hacı Bayram Sultan, Mimar Sinan, Itri, Osman Gazi elhâsıl Mehmetçik oldu… O’nun ahlakı ile ahlaklanmayı murat edinen Türk, O’nun ismini aldı amma alırken edep gözetti ‘Mehmet’ yaptı. Ve böylece O’nun yolundaki fedakârlıklarının ve edebinin mükâfatını da gördü.’’(4)

Onlar, medeniyet hamlesinin sırrını çözmüş idi. Artık 19-70’lerin değil, 11-70’lerin gözleriyle geleceğe bakıyorlardı. Yukarıda bahsettiğimiz çocuğun yıllar öncesinden duyduğu sesler, bugüne nasıl aksediyorsa, bir nesil de böyle duymuştu. Sancılarını durduramıyorlardı. Bu duyuşla, halkın irfanını tekrar ‘mesele’ ediniyorlardı. İlim ve irfan yolunda Küpeli Hafız, Sarı Hoca, Minnet Bey oldular. Eskilerin anlam-değer dünyası, onlara özlem duygusunu veren saiklerdi. Bu özlemle hayatlarını dokuyorlardı. Biliyorlardı ki, eşsiz bir medeniyet ve büyük bir devlet kurabilmek için fikir ve kültür hazinesi gerekir.(5) Bu fikir ve kültür hazinesinden anlam-değer dünyasını kurmalı, bu çağa söylenecek bir söz bırakmalı. Öyle bir dünya idi ki bu, hayat felsefeleri bu dünya etrafında oluşmalıydı. Kitapları açtılar. Tarihi iz takibinde bulundular. ‘’Biz Türkler eşsiz bir insan hikmetinin, hayat felsefesinin kurucularıyız. Mitlerimiz, masallarımız, atasözlerimiz, Nasreddin Hoca fıkralarımız, Bektaşi nüktelerimiz bütün insanlara can, ümit, neşe, akıl vericidirler. Hiçbir ilim bizim sağlam hikmetlerimizi yalanlayıp yere vuramaz. Hiçbir ideolojide Türk ölüm ve dirim anlayışının birliği ve bütünlüğü yoktur.’’(6) Bu felsefe ile kurdukları devleti, Amerikalı bir alim şöyle değerlendiriyor; ‘’Türkler Anadolu’da Eflatun’un hayal ettiği devletten daha üstün bir devlet kuruyorlar.’’ Bu söz, yürek sancılarını kesmedi, aksine daha da kamçıladı. Özlem duydukları bir sevda vardı, o sevdaya ulaşmak istiyorlardı. Aradılar, yorulmadılar. Bu ateşe Akdeniz yetmemişti, biliyorsunuz. Ateşe kor ateşle çare aradılar. Dediler ki: ‘’Tarih sadece geçmişi bildirmez, aynı zamanda geleceğin modellerini, projelerini teklif eder. Demek ki tarih aynı zamanda geleceği okuma hatta inşa etme ilmidir.’’(7)

Ah! O soru yıllar sonra tekrar geldi akla; ‘’Hacı Bayram’a Augustus Tapınağı’nın yanına tekke yaptıran zihniyet ne idi?’’ ve başka bir soru daha eklendi; ‘’Davud Kayseri’ye İznik’e medrese yaptıran anlayış ne idi?’’. Soruların kesin bir cevabı yoktu, fakat bu sorular, tasavvurlarına bir şeyler söylüyordu. Tarih, onların gerçeğine mucize gibi geliyordu fakat, yaşanmıştı. Onlar, bunları bu çağa uygun yaşamak istiyorlardı. Bütün his ve düşüncelerin yoğunlaştığı bir zamanda insan, sorumluğunun yükü altında ezilirdi. Onlar da ezilmek üzere iken, hakikate tanık oldular. Çünkü, onların hayatında ümitsizliğe yer yoktu. Bu ağırlığı kaldırmak ve bu çağa yönelik bir hakikati haykırmak zorunda idiler. Yüreklerindeki ateş, onları bırakmıyordu. Yine diyorlardı ki; ‘’dün gerçek olan, bugün imkansız değildir. Yeter ki güvenle ve inançla kolları sıvayabilelim.’’(8)

Onlar, başkalarının sözlerini naklederek eğlenmiyorlar;(9) geçmişten gelen duyuşla bu zamanları muhakeme ediyorlardı. Geçmişteki tasavvurun kabulünü bugün için anlamaya çalışıyorlardı. Bu zamana bir şeyler söylemenin sancısını geçmiş zaferlerle teselli ediyorlardı. Yaşadıkları hayatın felsefesini, ‘’öyle bir tasavvurla anlatmalıyız ki’’ diyerek kitapları karıştırıyorlardı. Tıpkı eskisi gibi, ‘bilgi’ ve ‘sevgi’nin yoğun birlikteliğiyle birbirlerine bakıyorlardı. Bir hâl idi onlarda, bazen anlatamıyorlardı. İşte diyorlardı; bilginin ve sevginin yoğun çarpışması ile doğacak bizim medeniyetimiz! İnsan, Evren ve Tanrı tasavvuru bu çarpışma ile oluşacak. Türk’ün baharı olan hürriyet; insanın Tanrı’ya kul olması ile gerçekleşecek. Kâmil bir insan olmanın koşuludur, hürriyet… İnsanın baharıdır. Alem, insanın Tanrı’ya kulluğu ile insanda cem olmuştur. Nizam-ı Alem, bunun için insanın nizamıdır. İnsanın nizamı, hürriyeti ile oluşacaktır. Hürriyet, sorumlulukla kabil… Türk, baharını unutmasın. İnsan, Evren ve Tanrı tasavvuru, Türk’ün baharı olacaktır.  Demir dağları eritip, kafilelerle çıkacağımız gün, o tasavvurun yaşandığı gündür.

KAYNAKÇA;

(1)Nail Kocabay, Büyük Suçlu Türk Milleti, Uluçınar Yayınları, İstanbul 2016, sf. 16

(2)A.g.e., s.30.

(3)A.g.e., s.36.

(4)A.g.e., s.69.

(5)A.g.e., s.111.

(6)A.g.e., s.124.

(7)A.g.e., s.129.

(8)A.g.e., s.136.

(9)A.g.e., s.137.

Bir yanıt yazın