“Medeniyetler para ile değil, ilimle, irfanla, imanla, ahlakla kurulurlar; medeniyetler parasızlıktan değil, ilimsizlik, irfansızlık, imansızlık, ahlaksızlıktan çökerler.”
Başbuğ Alparslan TÜRKEŞ
Ahlak deyince aklımızda çok farklı düşünceler uyanır, bu karmaşıklık içerisinde mücerret kavramları da tanımlamak hayli güçleşir. Biz aklımızda uyanan karmaşıklık içerisinden bağlar kurarak dilimiz döndüğünce ahlak kavramını açıklamaya çalışacağız.
Konunun daha iyi anlaşılması bakımından kendimize birkaç soru sormak gerekmektedir. Biz sorularımızı şu şekilde belirleyebiliriz; Ahlak nedir? Nasıl ortaya çıkmıştır? Hangi değerlerin oluşmasına katkı sağlamıştır?
Ahlak kelimesi ‘huy’ veya ‘etik’ dediğimiz kelimelerle anlamlandırılmaktadır. Huy kelimesinden karakteri, etik kelimesinden de kuralları anlayabiliriz. Bu sebepten karakter kişiyi kapsarken kurallarda toplumu ilgilendirir. Yani ahlak hem kişiyle hem de toplumla alakalıdır.
Huy yani kişideki ahlak, erdem ile ifade edilebilir. Kişide ahlak Sadreddin Konevi’ye göre söz ile kalp ile ve fiil ile alakalıdır. Kalbin, sözün ve fiilin doğruluğu ahlakı gösterir. Bunu konuda: ‘’Düşündüğü ile söylediği bir olursa doğru insan işte odur’’derken, Türk İslam düşüncesinin inceliklerini de vermektedir. Mevlana’daki ‘olduğun gibi görünmek, göründüğün gibi olmak’ aynı zihniyetin ifadeleridir.
Etik yani kurallarla ifade ettiğimiz ahlak ise kişilere yükümlülük ve sorumluluk veren ahlak biçimidir. Fertler yazılı ya da yazısız bu kurallara uygun davranmazlarsa toplum tarafından baskıya uğrarlar, dışlanırlar ya da ayıplanırlar. Bu şekilde toplum kendi kontrol mekanizmasını oluşturmuş olur. Güvenilirlik toplumdaki genel kurallara, fertlerin uyumlu bir şekilde iştirakiyle mümkündür.
Buraya kadar ahlakın nasıl bir şey olduğu üzerinde durduk, kısa bir tanım yaptıktan sonra ahlakın tarihi seyri üzerinde durarak tanımımızı genişletmeye çalışacağız. Ahlakı kısaca, fertlerin ve toplumun sorumluluk ve doğruluk bilinci ile güven ortamını tesis eden müessese şeklinde tanımlayabiliriz. Bu tanımdan hareketle ahlakın tarihi seyri üzerinde duracağız.
Sınırlı bir ömrü olan insanlar, nesiller oluşturarak arkalarında biyolojik olarak devamını bırakırlar. Bu yüzden nesilleşmek insanların ölümsüzlüğüdür. Ölümsüzlüğün sırrına eren nesiller yalnız maddi olarak değil, manevi olarak da bir sonraki nesillere miras bırakırlar. Bu miraslardan biride ahlaktır. Yani insanlar tecrübe ettikleri olaylara veya durumlara göre geliştirdikleri çözümleri kendilerinden sonraki nesillere aktararak bir hafıza oluştururlar. Ahlak bu hafızanın nesiller boyunca devam ettirilmesi ile ortaya çıkar. Yani toplumun tecrübeleri ile koydukları kuralların gelenek haline gelmesi ile ahlak doğar. Bu sebepten ahlakın bir vasfı da sürekliliktir.
Ahlâkı oluşturan diğer bir unsurda hiç şüphesiz dinlerdir. Dinler alemşümul ahlak sistemleridir. Dinler var olduğu günden bu tarafa insanlığın huzuru ve mutluluğu için bazı kurallar koymuştur. Bu kuralları insanların uygulaması için günah ve sevap kavramları ile vicdani bir sorumluluk ortaya koyar. Toplumların huzuru ve mutluluğu için koyduğu kuralların, fertleri vicdani olarak bağlaması ahlakın ferde en tesirli şekilde aktarılmasını sağlamaktadır. Bir başka deyişle fiilen uygulanması gereken bir yükümlülüğün, kalben yapılması vicdan ile mümkündür. Bu sebepten ahlakın bir diğer vasfı da vicdana olan etkisidir.
Ahlakın tarihi seyrinde, ahlakın tecrübe ve din ile oluşuğunu ortaya koymaya çalıştık. Ahlakın kaynağı olan tecrübe ve dinin etkileri hakkında biraz düşünmek gerekmektedir. Ahlakın kaynağı tamamen din değildir. Eğer ahlakın tek kaynağı din olsaydı, dünyada tek bir ahlaktan söz etmek gerekirdi veya ahlakın direk din olması gerekirdi. Ahlak ile dinin birbiri ile çok yakın ve iç içe olması bu ikisinin aynı olduğu anlamına gelmez. Biz Türkler olarak ahlakımızı Peygamber efendimiz(S.a.v)’ in uygulamaları olan İslam Ahlakı ile; Millet olarak yaşadığımız tecrübelerin yani Türk Töresinin yoğrulması ile kazanırız. Burada göz önünde bulundurulması gereken husus ise milletlerin tecrübe ederek oluşturduğu ahlaki değerlerin kabul ettikleri dine uygunluğudur. Bir başka değişle aynı dine inanan farklı milletlerin tecrübe yoluyla oluşturdukları ahlakın dine uygun olabilmesi, aynı dine mensup farklı milletlerin ahlakının farklı olabilmesinin yolunu açar. Mesela Arap, Fars, Hindu, Afgan ve Türk’ün aynı dine mensup olması, fakat ahlaki değerlerinin farklı olması ahlakın kaynağının sadece din olmadığının bir göstergesidir.
Ahlakın kaynağı sadece tecrübe de değildir. Burada aklımıza gelen ilk örnek ateist birinin çıkıp bize, ben ateistim fakat ahlaklıyım demesi ve birçok örnek vererek bunu kanıtlamaya çalışmasıdır. Burada ahlakın nasıl oluştuğu üzerine hemen dönmek gerekir. Hatırlayacağınız gibi ahlak, toplumların tecrübe ettikleri ve dinen kabul ettikleri kuralların nesilleşerek gelenek haline gelmesi ile oluşmaktadır. Yani toplum içerisinde alışkanlıklarını ve karakterini oluşturan bir ferdin ateist olması ve kendisinin ateist olduğu halde ahlaklı olduğunu iddia etmesi saçmalıktan ibarettir. Çünkü ateist olduğunu iddia eden kişi aslında toplumun ahlaki değerlerini alışkanlık haline getirdiği için uygulamaktadır. Toplumun ahlaki değerlerini alışkanlık haline getiren fert, tecrübe ve din kaynaklı oluşan toplumun ahlakını kabul eder. Toplumdaki ateistlerin toplumun ahlakına uyması ahlak ile dinin farklı olmasının bir sonucudur. Türk bir ateistin bilerek İslam dinini kabul etmemesi, bilmeyerek İslam ahlakına uygun yaşamayacağı anlamına gelmez. Fakat burada bir noktanın da altını çizmek gerekir ki o da vicdan konusudur. Bu konuda bir ateist vicdani olarak hiçbir sorumluluk duymayacağı için aslında ahlaki eksiklik içerisindedir. Kendisini bağlayan hiçbir vicdani yaptırım olmayacağı için ya toplumun ayıplamasından korktuğu için ya da canı öyle istediği için ahlaklı gibi görünecektir.
Buraya kadar olan bölümde ahlakın tanımını ve oluşumunu incelemeye çalıştık, artık elimizdeki veriler ile daha sistemli bir şekilde ilerlemeye çalışacağız.
Ahlak deyince aklımıza gelen ilk kavram herhalde fedakârlıktır. Fedakârlık kendisinin dışındakiler için kendisinden bazı şeyleri feda etmek olarak tanımlanabilir. Aslında fedakârlık ahlakı tanımlayabilmenin en kolay yoludur. Ahlaklı insan toplumun huzuru, güveni ve mutluluğu için fedakârlıkta bulunan insandır. Bu konuyu Peyami Safa’dan alacağımız bir alıntı ile açıklamaya çalışacağız;
‘’Yeni felsefe terimlerine ‘’kişi’’ diye geçen fert, uzviyetiyle(organizmasıyla) tabiatı, şahsiyetiyle cemiyeti temsil eder. Ferdin vücut yapısında tabiatın en büyük mümessili(temsilcisi) insiyaktır(içgüdüdür), ruh yapısında cemiyetin en büyük mümessili idealdir. İnsiyakla ideal devamlı bir çarpışma halindedir. İnsiyakın galebesi ferdi obur, şehvetli, uykucu veya haşarı, yırtıcı ve merhametsiz yapar; bunun ruhtaki akisleri(etkisi) kibir, menfaatperestlik, aşırı lüks ve kazanç hırsıdır. Bizi insiyaklarımızın kuklası olmaktan alıkoyan, cemiyetin ruhumuzdaki parıltısından başka bir şey olmayan idealdir. İdealdir ki, bize fizik hayatımızdan daha üstün manalar için yaşadığımız ve hayvandan ayrıldığımızı hissettirir; idealdir ki iştahlarımıza, insiyaklarımızın arsız isteklerine hudut çizer. İdealsiz ahlak olmaz.’’
Peyami Safa’nın muhteşem bir ifade ile açıkladığı ideal, fedakarlığın en güçlü motivasyon kaynağıdır. İnsanlar ancak yüce idealler uğruna fedakârlıklar yapılabilir. Bu konuda en büyük ideal hiç şüphesiz yüce Allah’ın rızasını kazanmak olabilir. Allah rızası için fedakârlık ise Asr suresinde müthiş bir şekilde açıklanmaktadır:
Asra yemin olsun ki, İnsan mutlaka ziyandadır. Ancak iman edenler, Salih amel işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye eden ve sabrı tavsiye edenler bunun dışındadır.
Allah’ u Teâlâ’nın asra yemin ederek başladığı ayetinde, birbirine hakkı ve sabrı tavsiye etmeyen, iman etmeyen ve Salih amel işlemeyenlerin ziyanda olduğunu açıkça söylemektedir. Ayette geçen ‘Salih ameli açacak olursak. Salih amel insanın yalnız Allah rızası için, kendisi dışındakilere faydalı işler yapmasıdır. Yani yüce Tanrımız bize kendimiz dışımızdakilere hiçbir menfaat beklemeden yalnız Allah rızası için fedakârlıkta bulunmazsak bizlerin ziyanda olduğunu asra yemin ederek anlatmaktadır.
Ayrıca Nahl suresi 90. Ayette bize her Cuma hatırlatılan o güzel ayeti hatırlayalım:
‘’Muhakkak ki Allah, adaleti, iyiliği, akrabaya yardım etmeyi emreder, çirkin işleri, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.’’
Allah’ u Teâlâ bu güzel ayetinde bir kere daha ideali göstermektedir. Ahlak dersleri aldığımız yüce Kitabımızda ve Peygamberimizde birçok örnekler mevcuttur ve düşünenler için büyük hikmetler gizlidir.
Başbuğ Alparslan Türkeş, ahlakın önemi, fedakârlık ve idealler ile alakalı şu sözleri söylemiştir:
‘’Ahlâksız kişi, ahlâksız toplum mutlu olamaz. Böyle bir toplum kalkınamaz, böyle bir toplum yüksek düşünceler, kutsal inançları uğruna fedakârlık ve feragat gösteremez. İnsanlık tarihine şeref veren büyük eserler, insanların uzun sabır yıllarıyla güçlüklere göğüs gererek, katlanarak, feragatle çalışmalarıyla meydana getirdikleri yüce hizmetler, inancın insanlığa kazandırdığı, köklü imanın ve yüce bir ülküye, ideale bağlanmanın kazandırdığı varlıklar olmuştur.’’
Fedakarlığın bir diğer motivasyon kaynağı da hiç şüphesiz sevgidir. Sevgi her zaman basite alınmış, içeriği maddi bir düzleme çekilerek boşaltılmış bir kavramdır. Fakat burada bile seven bir insan sevdiği kişi için sürekli fedakârlık yapma eğilimindedir. Sevdiğine iyi, güzel ve ahlaklı gözükmeye çalışır. Bu gözle bakacak olursak seven kişi sevdiğinin gözünde iyi ve ahlaklı bir insanken dışarıda çok kötü ve ahlaksız bir insan olabiliyor. Bunun sebebi sevgiden başka bir şey değildir. Lakin sevginin manasının daraltılması ile ahlak bölünmesi meydana gelmiştir. Biz böyle bir ahlaka güvenmiyoruz ve bunun kişilik bozukluğuna sebep olacağını savunuyoruz.
Bize göre sevgi en geniş manası ile insanların zihinlerine ve kalplerine etki etmelidirler. Yunus Emre’nin: ‘’ Yaratılanı severiz, yaratandan ötürü’’ sözleri sevginin en güzel ve en geniş anlamdaki manasının ifadesidir. Peygamber efendimiz(s.a.v)’in ‘’ sizler iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız.’’sözleri sevginin önemini açık bir şekilde bize göstermektedir. Yani ahlak için fedakârlık gerekir, fedakârlık için de sevgi ve ideal şarttır. İçerisinde sevgi olmayan hiçbir görüş ise doğru, güzel ve ahlaklı değildir.
Şimdiye kadar ki bölümde ahlakın idealsiz olamayacağını ve ideal için fedakârlığın olmazsa olmaz olduğunu ve Dinimizin de bizden Allah rızası için fedakârlık yapmamızı istediğini, fedakârlığında kaynağının sevgi oluğunu anlatmaya çalıştık. Bundan sonraki bölümlerde ahlakın Fert, Millet ve İnsanlık üzerindeki etkileri ve geçişlerini anlatmaya çalışacağız.
Konuya Peyami Safa’nın: ‘’İçtimai ahlak, ferdi ahlakın anasıdır.’’ Sözleriyle girmeyi uygun buluyorum. Bu sözlerin başka bir ifadesi ferdi ahlakı, milli ahlak doğurur. Milli ahlak ise milletlerin kültüründe var olan ahlakın kendisidir. Eski yazılarımızı hatırlamaya çalışalım:
‘’Her millet, mensuplarına kendi kültürünü aşılar. Yani her ferdine milletinin kimliğini verir…
…Toplumdan kimliğini kazanan fert, kendi özelliklerini, yeteneklerini, tecrübelerini ve karakterlerini milletinin kültürüyle yoğurarak da şahsiyetini kazanır.’’ Demiştik.
Milli ahlak, kültürü oluşturan en önemli unsurlardan biridir. Milletler de kendi kültürünü fertlerine aktarırken, fertlere şahsiyet kazandırır. Bir başka deyişle milli kültür, ferdi ahlakı oluşturan şahsiyeti fertlere verir. Bu döngü şu şekildedir. ‘’ Ferdi ahlak -> Milli Ahlak ->Milli Kültür -> Ferdi Ahlak’’
Bu döngü üzerinden devam edecek olursak, medeniyete ulaşabiliriz. Şahsiyetini doğru tamamlamış fertler, toplumda milli ahlakı tesis ederler ve topluma huzur, güven ve mutluluk getirirler. Bir başka ifade ile toplumda kendi düzenlerini kurarlar. Düzen döngüsü Nevzat Kösoğlu’na göre şu şekilde idi. ‘’ Ahlaki düzen -> Hukuki düzen -> Fiili düzen -> Ahlaki düzen ‘’
Ahlaki düzeni kuracak olan şahsiyetini doğru tamamlamış olan fertlerdir. Ahlakın temeli ise milli ahlaktır. Milli ahlakın kaynağı ise Milli tecrübeler ve Milletin mensup olduğu dindir. Şahsiyetini doğru tamamlamış olan fertler bu kaynaklardan doğru beslenerek bir hukuk meydana getirirler. Bu hukukun doğru uygulanması ile toplumda huzur, güven ve mutluluk doğar. Yani ahlakta, hukukta ve fiilde uyumlu bir düzen ortaya çıkar. Toplumda düzenin sağlanması refah ve kalkınma demektir. Bu konuda İskender Öksüz hocamızın şu sözleri bu durumu açıklar niteliktedir:
‘’Bir toplumda ahlak varsa insanlar birbirine güvenecektir. Çünkü ahlak, bütün medeniyetlerde ve bütün kültürlerde insanların birbirine, yekdiğerine nasıl muamele edeceğinin kurallarıdır. Şüphesiz diğerlerine yalan söylemek, kendisini başkasına olmadığı kalıplarda göstermek ahlaka aykırıdır. O halde ahlaklı insanlardan kurulu bir toplumun güvensiz olması mümkün değildir.
…Şahsi çıkar yerine ahlakı, güven ve saygıyı tercih etmek, uzun vadede toplumları kalkındırıyor.’’
Huzur, güven, mutluluk, refah ve kalkınma bir milletin medeniyet kurmasının önünü açmak demektir. Bir başka deyişle huzurlu, mutlu, güvenilir, refah ve kalkınan bir ülke odak noktası haline gelir. Diğer milletler bu refahın ve mutluluğun kaynağını arama yoluna girerler. Yani milli ahlakın somut bir ifadesi olan hukuk kaidelerini kendilerine uygulamaya başlar. bu hukuk kaidelerini uygulamaya başlayan milletler, hukuk ithal ettikleri milletlerin ahlakına yaklaşırlar. Bu şekilde milli ahlaklar insanlık ahlakına katkı yaparak insanlık ahlakını ortaya çıkarırlar. Bu döngü şu şekildedir. ‘’milli ahlak -> milli kültür -> ferdi ahlak -> ahlaki düzen -> hukuki düzen -> fiili düzen -> insanlık ahlakı ‘’ bu döngü ‘’Kültür-Şahsiyet-Medeniyet’’ adımlarının ahlak özelindeki ilerleyişidir.
Öyleyse ahlak, ferdi, milli ve insanlık olarak farklılık göstermekle birlikte; dini ve tecrübî kaynaklardan beslenerek fertlerden sürekli ve vicdani bir sorumluluk ve fedakârlık isteyerek, insanlığı mutlu, huzurlu, güvenilir ve refah hale getirmek için doğruyu ve ideali gösteren ve hukuku oluşturan müessesedir.
Türk Milliyetçiliği en başında bir sevgi hareketidir. Türk milletine beslenen derin sevgiden ilham alır ve sevdiği için fedakârlık yapmanın yollarını arar. Türk milletinin huzuru, güveni, mutluluğu ve refahı için hiç durmadan çalışmayı, fedakârlık yapmayı kendisine ilke edinmiştir. Türk Milletinin Tarihi misyonunu tekrardan yüklenebileceği konuma getirmek ve Tüm dünyada adaleti tesis etmek (Nizam-ı Âlem) gibi kendisine insanlık ülküleri belirlemiştir. En önemlisi bunları Allah rızası için yapılması gerektiğini yani karşılığının Allah’tan beklenmesi gerektiğini kabul etmiştir. Toparlayacak olursak Türk Milliyetçiliği Milliyetçilik maddesiyle sevgiyi, ülkücülük maddesiyle de ideali ve fedakârlığı ilke edindiği için aynı zamanda Ahlakçıdır. Yani kendisinin Milliyetçi ve ülkücü olduğunu iddia eden bir kimse asla ve asla ahlaksız olamaz. Bu Türk Milliyetçiliğine aykırıdır. Ahlaksızsa Türk Milliyetçisi değildir. Başbuğun ‘’ Ülkücülük bir iddiadır, İddianın ispatı gerekir.’’ Sözlerine göre, Ahlaksız bir kimse Türk Milliyetçisi, Ülkücü olduğunu iddia ediyorsa, iddiasını ispat etmekten yoksun iradesiz bir kimse olmakla beraber, kendisini ülkücü sanacak kadar sarhoş bir ruh hali içerisindedir.
Sonuç olarak; Türk milletinin ahlaki düzeninde büyük bir çöküş meydana gelmiştir ve bu manevi buhran her geçen gün artarak devam etmektedir. Bunun sebepleri arasında İslam dininden uzaklaşma, tecrübelerimizi hiçe sayarak farklı milletlerin ahlaki düzenine göre var ettiği hukuk kaidelerini hiçbir ölçüye tabi tutmadan kopyalamak, mevcutta var olan hukukumuzu fiiliyata, doğru bir şekilde geçiremememizi gösterebiliriz. Ayrıca ahlakın amaçladığı en önemli şey güvendir ve güven ancak adil bir ortamda tesis edilebilir. Birbirine güveni azalan bir toplum mutlu ve huzurlu olamaz ayrıca asla kalkınamaz ve refah bulamaz. Kimsenin içini karartmak niyetinde olmasam da durum bundan ibarettir. Yapılması gereken yeniden milli kültürle şahsiyetini yoğurmuş, ahlaklı bir gençliği yetiştirmektir. Ana babaların, okulların ve sivil toplum kuruluşların en önemli vazifesi bu olmalıdır. Milletimiz arasında güvenilir insanları arttırmak ve desteklemek gerekmektedir. Aileler, üniversite ve lise çağlarındaki çocuklarına güvenilir ve iyi bir insan olmasını sürekli telkin etmeli ve gençliğin milli ve manevi duygularını besleyen kurum ve kuruluşlardan uzak durmasını değil, katılmasını istemelidir. Namuslu ve dürüst ailelerin, çocuklarına siyasetten uzak dur, bir şeye karışma, okumana bak gibi iyi niyetli sözleri, bu çocukların sosyal hayatta etkin olamamalarını sağlamakta ve toplum dürüst insanların elinden namussuzların eline düşmektedir. Artık namusluların korkaklığı bitmelidir. Her gün kötüye giden bir toplumda korkaklık ve gereğini yapmamak namussuzluktur.
Türk milleti emin olsun! Milletimizin ihtiyacı olan, yalnız Allah rızası için, kendi akrabalarından yani Türk milletinden başlayarak, Bütün İslam âlemini diriltecek ve İnsanlığa güven, huzur, mutluluk ve refah getirecek kadrolar yetiştirecektir. Türk Milletinin mayasında bu kudret mevcuttur. Bu kadrolar kendilerini Türk Milletine adamış, fedakâr, azimli ve ülkücü insanlardan oluşacaktır. Yüce Rabbim Türk milletine güç ve kuvvet versin. Bizleri Yolundan ayırmasın.
Kaynakça
Peyami Safa, Objektif 07 Eğitim Gençlik Üniversite, Ahlakta İdeal, Tasvir-i Efkar, 19 Şubat 1943
İsmail Yakıt, Türk İslam Düşüncesi, Sadreddin Konevi’de Ahlak Felsefesi
Elmalılı Hamdi Yazır, Kuran meali, Asr Suresi
Elmalılı Hamdi Yazır, Kuran meali, Nahl Suresi 90. Ayet
İskender Öksüz, Alt Akıl; Aptallar ve Diktatörler, Ahlak, güven, değerler ve demokrasi
Alparslan Türkeş, Dokuz Işık, Ahlakçılık
Nevzat Kösoğlu, Kitap Şuuru, Milliyetçi Hareket ve Metot Meseleleri