İnsanlar vardır, gökteki yıldızlar gibi parlar. İnsanlar vardır çağlar ötesinden ilham alırlar. Onlar doğdukları zaman kimsenin bilmediği sırlar söylenmiştir kulaklarına. Kimse bilmiyordur, kimse duymamıştır, neler söylendiğini, belki kendileri dahi bilmiyordur ne olduğunu. Onlar hep bu dünya yolculuğunda o sırrı arar dururlar. Onları bu arayışa iten nedir bilinmez, ama onlar hep ararlar. Bu arayışın ne olduğunu kimse bilemez, bu sebepten hep yalnızlaşırlar. İşte Nihal Atsız, Osmanlının o son günlerinin mazlum çocuğu… Çok sevdiği, ihtişamla seyrettiği milletinin, diz üstüne gözleri önünde düşüşünü seyretti…

                Atsız 12 Ocak 1905 yılında İstanbul Kadıköy’de dünya’ya gelir. İlkokuluna Kadıköy’deki Fransız mektebinde başlar. Kendisinden üç, dört yaş büyük olan bir Rum öğrenci Nihal Atsız’ın kafasını duvara vurur ve kanatır. Bu dönem Türk’ün azınlıklar arasında azınlık olduğu dönemdir. Çok geçmez buradan kaydı alınır Alman mektebine yazılır, buradan babasının görevi dolayısı ile Süveyş’e gider Fransız mektebine yazılır, Atsız’ın bu dönemi İtalyan çocukları ile kavga etmekle geçmiştir. Daha sonra babası ile İstanbul’a dönen Nihal Atsız, Kadıköy’deki Osmanlı İttihat mektebine başlar, daha sonra da İstanbul Sultanisi’ne devam eder. Nihal Atsız’ın birçok okul değiştirmesi ve öğrencilik yıllarının daha en başlarında azınlıklar tarafından Türk olduğu için horlanması, onu keskin bir karakter haline getiriyordu. Nihal Atsız güzel İstanbul’da, Türk devletinin başkentinde, Türk olmayanlar tarafından horlanıyor ve buna çok içerleyerek büyüyordu.    

                Onun çocukluk yıllarında Türk Milleti en acılı günlerini yaşıyordu. Daha doğduğu yıl 2.Abdülhamit Han tahttan indirilmiş, iyi asker fakat kötü yönetimin sonunda Osmanlı devleti son nefesini vermek üzere er meydanına çıkmıştı. Çok geçmedi. 1911’de Trablusgarp savaşı patlak verdi. Hemen arkasından 1912’de 1.Balkan harbi başladı. Sonuç hezimet oldu. Hemen ertesi yıl meydana gelen 2. Balkan Harbi’yle daha da yıpranmamıza rağmen, bu savaşın sonucu bize biraz moral verdi ve ertesi yıl bu şevkle kendimizi 1.Cihan Harbi’nde bulduk. Bu savaşla, yıkılmasın diye kendimizi parçaladığımız, Azınlıklar ayrılmasın diye biz Türk değiliz Osmanlıyız dediğimiz, devirler kapatan, devirler açan altı yüz elli yıllık devletimiz, yıllarca hükümdarlık yaptığı devletler tarafından yıkılıyordu. Yetmezmiş gibi paylaşılıyor ve Türk’ten başka herkes bu Cihan devletinin kalıntısından hak iddia ediyordu. Bir Türk çocuğu için bu nasıl bir ıstıraptır. Bu nasıl bir acıdır. Yarabbi biz senin adına yıllarca hüküm sürdük, biz ne yaptıkta bizim üzerimizden rahmetini esirgedin. Bizi eski tebaalarımıza maskara ettin. Evet, o günlerde bir Türk çocuğunun hissettiği bunlar olsa gerektir. İçi içine sığmayan, bir zamanın kudret sahibi ve düşündüğünü gerçekleştirebilen bir milletin, bundan sonra düşündükleri hayal olacaktı. Atsız o büyük milletin dizleri üzerine nasıl düştüğünü görmüş ve tekrar ayağa kalmasını istediği için hayalperestlikle suçlanmıştır. Oysa o hayalperestten çok milletinin, tekrardan güçlü olması için sürekli düşünen bir mütefekkirdi.

                1. Cihan Harbi sonrası İstanbul’un ve birçok şehrin işgal edildiğini gözleriyle gören Nihal Atsız’ın kahrolmak için başka bir sebebi yok gibiydi. İşgal kuvvetleri, İstanbul’a girerken azınlıkların onlara nasıl çiçek attıklarını, işgalciler gelince nasıl sevindiklerini görüyor, kahroluyordu. İşgal kuvvetlerini alkışlayanlar bir yandan işgalcilerin yıkımlarına yardım ediyor diğer yandan günahsız ve silahsız Türk halkına hakaretlerde bulunuyorlardı. Nihal Atsız’ın böyle bir dönemde elinden hiçbir şey gelmiyordu. Çaresiz beklemek en kötüsüydü.

                Anadolu’da milli mücadele başlamıştı, bu herhalde o dönemki Türk çocukları için en sevindirici haberdi. Bütün gözler Anadolu’ya dikilmiş, Türk milletini bağrından çıkan o büyük insanı, Mustafa Kemal’i konuşuyordu. Mustafa Kemal Paşa Amasya, Erzurum ve Sivas’ta kongreler tertiplemiş, Müdafaa-i Hukuk cemiyetlerini tek çatı altında toplayarak milli mücadele için kuvâ-yi milliye ordusu meydana getirmişti. Bu ordu Anadolu’nun güneyini ve doğusunu güvene aldıktan sonra yavaş yavaş batıya ilerliyordu. Ardı ardına gelen zafer haberleri tüm Anadolu da sevinçle karşılanıyor ve Mustafa Kemal paşa bir umut ışığı olarak parlıyordu. Sakarya ve Dumlupınar meydan muharebelerinin sonucunda 30 Ağustos 1922’de zafer türküleri çalınmaya başladı. Bundan sonra ordu Akdeniz’e ilerleyerek Yunan askerlerini denize döktü. 4 Ekim 1922’de de İstanbul işgali son buldu. 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilan edildi. Nihal Atsız’ın o dönem içinden geçenleri anlamak çokta zor değildir. Yıkılmaz denilen Osmanlı’nın dizleri üzerine düşüp yere yığılmasından sonra, hor görülen, küçümsenen Türk evladının, bayrağı göndere yeniden çekmesinin mutluluğunu anlatmak için kelimeler yeterli değildir. Fakat şunu diyebiliriz ki yaklaşık beş yıl süren bir işgalin ardından İstanbul’un tekrar Türk bayrakları ile donatılması, o dönemin her Türk evladının Mustafa Kemal’e sonsuz bir minnet beslediğinin tartışma kabul etmez gerçeğidir. Nihal Atsız’da bu olan bitenden sonra sıranın iktisadi hürriyete geldiğini söylemekte ve bunu Milli Mücadeleyle çok güzel terkip haline getirmektedir: “Ata söylüyor. Biz de onunla beraber haykırıyoruz. Yeni bir Samsun’a ayak bastık. Yeni bir Sakarya’dan geçerek yeni bir Dumlupınar’a ve oradan da yeni bir Lozan’a gidiyoruz.

                Gazinin kumandasında olarak çarpışacak olan bu ordunun muvaffakiyeti, Türk tarihinin son asırlarda cihana örnek yaptığı ikinci şaheser olacaktır. Sakarya, Dumlupınar yolu ile iktisadi kurtuluşa gidiyoruz. Sakarya, Dumlupınar ve Lozan’a gidiyoruz.”

                Milli Mücadele yıllarında Nihal Atsız Askeri Tıbbiye sınavlarını kazanarak, o çok sevdiği Türk ordusuna dâhil olmuştu. Aslında Tıp derslerini ve mesleğini sevmiyordu fakat buna Türk Ordusunda bulunmak adına katlanıyordu. O çok değer verdiği milletinin Metehan’dan bugünlere kalmış en nadide kurumuydu. Atsız’da böyle bir dönemde milletine en iyi asker olarak hizmet edebileceğine inanıyordu. Fakat tıbbiyeli yılları da kavga ile geçti. Çünkü okulunda komünist propagandasına maruz kalmış öğrencilerde vardı. Bunlar azınlık ırkçılığı yaparak en başta Nihal Atsız’ı karşısında buluyorlardı. Bu kavgalar 3 yıl sürdü gitti. Ziya Gökalp’in cenaze merasimi akşamı tekrar bir kavga oldu ve Nihal Atsız’a hapis cezası verildi. Bir daha ki ilk olayında atılacağı söylendi. Çok geçmeden, Arap asıllı bir teğmen’e selam vermediği gerekçesiyle Askeri Tıbbiye’den atıldı. Aslında burada bir yanlış anlaşılma vardır. Nihal Atsız, teğmene Arap asıllı olduğu için değil, daha önceden teğmenle husumeti olduğu için selam vermemiştir. Teğmen Nihal Atsız’ın ilk olayında atılacağını haber alınca, yanına gelip gereksiz bir şekilde selam vermesini istiyor, Nihal Atsız’da bunu yediremeyerek selam vermiyordu. Böylece Askeri üniformayı çıkarıp, sivil bir hayat sürmeye başlayacaktı.

                Nihal Atsız için sivil hayata alışması hiç de kolay değildir. Bir şekilde başının çaresine bakması gerekiyordur. Bu sebepten Kabataş Lisesi’nde yardımcı öğretmen olarak göreve başlar. Fakat yardımcı öğretmenlikte tatil zamanları maaş verilmediği için ayrıca başka bir işte çalışmak zorunda kalır. Bu sebepten İstanbul Mersin arası yolculuk yapan bir vapurda yardımcı kâtiplik yapmaya başlar. Bu dönem kendini tamamen tarihe vermiş olan Atsız, Türkiyat Mecmuası’nda yayımlanması için gönderdiği bir makale ile Fuat Köprülü’nün dikkatini çeker. Nihal Atsız’ı evine davet eden Fuat Köprülü, Edebiyat Bölümü’ne kayıt yaptırmasını ister. Fakat çok geçmez askere çağrılır. Ancak dokuz aylık vatan hizmetini tamamladıktan sonra edebiyat fakültesine başlar.

                İstanbul Üniversitesi Edebiyat Bölümü’nde okuduğu yıllarda birçok arkadaşı olur. Arkadaşları ile birlikte, Türk Ocağı, Turan Cemiyeti, Yeni Kafkasya idarehanesi, Buhara tekkesi ve Kırım Gençler birliği gibi kuruluşlara gitmeye başlar hatta ilk şiirlerini buralarda okuduğu söylenir.

                Edebiyat Fakültesi’nden mezun olduktan sonra Türkiyat Enstitüsü’nde 25 Ocak 1931’de çalışmaya başlar. Tez hocası Fuat Köprülü ona “Türkiye’nin Batı Medeniyetine Girmesi” konulu tez ödevini verir.  Aynı ay içinde Mehpare Hanım ile evlenir. 15 Mayıs 1931’de ise Fuat Köprülü, Zeki Velidi Togan ve Abdulkadir İnan ile birlikte “Atsız Mecmua”yı çıkarmaya başlarlar. Atsız sert üslubu ile yanlış gördüğü her şeyi eleştirmeye başlar. Zeki Velidi Togan Tarih Kurumu’nun toplantısına davet edilir. Doğru bildiklerini kendi üslubu ile anlatan Togan, Kurum’un tarih tezini eleştirir. Bunun üzerine çok sert tepki alan Togan’ın başına gelmeyen kalmaz. Atsız dostuna böyle davranılmasını kabul edemez ve Atsız Mecmua’da ağzına geleni söyler. Bunun üzerine on yedi sayı sonunda Atsız Mecmua kapatılır ve Atsız’ın asistanlığına son verilerek Malatya’ya tayin edilir. Aynı yıl içerisinde Malatya’dan Edirne’ye tayini gerçekleşir. Edirne günleri güzel başlar. Orhan Şaik Gökyay ile birlikte okul saatinden sonra Selimiye Kütüphanesinde eski eserleri incelemeye başlarlar. Burada Orhun dergisini çıkarmaya karar verirler. Daha ilk sayısında Nihal Atsız Türk Tarihi Tahkik Cemiyetinin Tarih görüşüne karşı çıkıyor, tartışma çıkarıyor ve bu da siyasiler tarafından tepki çekiyordu. Tepkilerin üzerine Milli Eğitim Bakanlığı Nihal Atsız’ı görevinden alır. Atsız Orhun dergisini kendi imkânları ile çıkarmaya devam eder. 9. Sayısından sonra kapatılma kararı alır.

                Nihal Atsız’ın bu dönemi yalnızlaşmaya başladığı dönemdi. Tarihe olan fevkalade ilgisi, çalışkanlığı ve zekâsı sayesinde ilgiyi üzerine çeken Atsız, herkes tarafından saygı ile karşılanırken, doğru bildiklerini söylediği için bir anda tepkiler almaya başlıyordu. Fakat o hiç geri adım atmıyordu. Yakın arkadaşları bu dönemde kendisinden uzaklaşmaya başlamış, sırf sıkıntı çekmemek adına Atsız’ın görüşlerine karşı çıkar olmuştu. Fakat o doğru bildiği yolda yürümeye devam ediyor, üzerine vurulan darbelerle daha da keskinleşiyordu. Görevinden uzaklaştırılmasıyla maddi sıkıntıya düşen Nihal Atsız, kendi eşinden dahi darbe alıyordu. Çok sürmedi Mehpare Hanımla ayrıldılar. Artık o doğru bildiği yolda yalnız hareket edecekti. Doğru bildiğini söylemeyen korkaklara sövecekti. Onu bu duruma getiren doğruyu her yerde söyleyecekti.

                Nihal Atsız 27 Şubat 1937 tarihinde artık yeni bir başlangıç yaparak Bedriye Hanım ile evlendi. Yıllar böyle geçip gidiyor, giderken de 2. Cihan Harbi öncesi soğuk rüzgârlar esiyordu. Dünya’nın dengeleri sağa sola sallanıyordu. Türkiye ise çıkacak bir savaştan elini ya da kolunu kaptırmak istemiyordu. Çok geçmedi savaş patlak verdi. Almanya Hitler önderliğinde yıldırım savaşlarını başlatarak, hızlı ve yıkıcı bir şekilde tabya, siper demeden ilerliyordu. Bu durumdan Türkiye yöneticileri de nasiplendi. Hitlerden çok Nazici oldular. Bu durum bizim iki yüz yıldır değişmeyen, özelliğimiz haline gelmişti. Güçlü kimse onun görüşlerini onlardan daha sıkı benimse! Kime ne ispatlamaya çalıştığımız bilinmez ama sanki aferinci bir çocuk edası ile devlet yönetiyorduk.

                Atsız 1943 Ekiminde tekrar Orhun’u çıkarmaya başlıyordu. Aslında bu Almanlara karşı sempatik gözükmeye çalışan hükümetin, İçerideki milliyetçilere imtiyazıydı. Hükümet böyle yaparak şöyle demek istiyordu.“Siz Alman Milliyetçisisiniz, Bizde Türk Milliyetçisi, Hepimiz Milliyetçiyiz!” Alman Milliyetçiliği ile Türk Milliyetçiliği arasındaki farkı algılayamayan bu yöneticiler, Milliyetçiliği, Hümanizm, Liberalizm, Pozitivizm, Marksizm, gibi bir şey sanarak, evrensel bir Milliyetçilik olduğunu düşünüyorlardı. Eğer farklıysa herhalde o dönemki yöneticilerimiz Alman Milliyetçisiydi! Bu tartışma bir yana, artan Alman galibiyetleri karşısında yöneticilerimiz, giderek daha da Milliyetçi (Milliyetçilik nasıl artıyor ya da azalıyor bilmiyorum!) oluyorlar, kimseye aman vermeden kendilerinden daha milliyetçisinin olmadığını ispat yarışına giriyorlardı. Hatta dönemin Başbakan’ı Şükrü Saraçoğlu 5 Ağustos 1942 tarihli konuşmasında şunları ifade ediyordu: “Biz Türk’üz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar bir vicdan ve kültür meselesidir. Biz azalan veya azaltan Türkçü değil, çoğalan ve çoğaltan Türkçüyüz. Ve her vakit bu istikamette çalışacağız” Türkiye Cumhuriyeti yöneticileri aynen böyle bir tavır içerisindeydi. Onlar bin türlü dönekliğin içerisinde yolunu bulanlardı. O buldukları yol, Türkiye’yi sağa sola çarpar hale getirdi.

                Nihal Atsız, o günlerde hükümetin bu tutumunu iyi bir şekilde görüyor ve madem gerçekten milliyetçisiniz, kurumlarınızın üst kısımlarında komünist propagandanın devam etmesine niye göz yumuyorsunuz diyerek sitem ediyordu. Artık Okulda hocalar, Türk olmaktan utandığını dile getiriyor, bir başkası “ Arabacı, araba olmadığı gibi Türkçü de Türk değildir” diyerek alay ediyordu. Nihal Atsız bu artan komünist propagandayı görüyor ve önlem alınmasını istiyordu. Hatta Halk evlerinde İstiklal Marş’ları bile protesto edilir hale gelmişti.

                Nihal Atsız, 1 Mart 1944 tarihinde Orhun dergisinde yayımlanmak maksadıyla, tüm bu olup bitenleri almak amaçlı, Milliyetçi olduğunu iddia eden Şükrü Saraçoğlu’na hitaben bir açık mektup kaleme aldı: “Hem Türkçü, hem de başvekil olduğunuz için size bu açık mektubu yazıyorum. Yalnız başvekil olsaydınız bunları yazmak emeğine katlanmazdım. Çünkü Türkçü olmayan bir başvekile hitap etmenin ne kadar boş olduğunu bilirim. Yalnız bir Türkçü olsaydınız yine yazmaya lüzum görmezdim. Çünkü faydasız kalacak olduktan sonra, sizden daha eski Türkçülerle yurdun dertlerini her zaman konuşabilirim. Fakat Türkçü olarak idare mekanizmasının başında olduğunuz için sizinle konuşmaktan faydalar doğabileceğine inanıyor, onun için size hitap ediyorum.”

                Nihal Atsız’ın açık mektubunu yayımlamasının asıl sebebi de şudur. 1942 yılında biz Türkçüyüz diyerek nutuk atan bir Başbakanın, 1943 yılında Almanların Stalingrad’da mağlubiyet almasının ardından Türkiye’nin ibresini müttefik devletlere çevirmesidir. Bu, Türkiye’nin bekası için doğru bir hamledir. Fakat bizdeki hiç değişmeyen özelliğimizle güçlünün fikirlerini benimseme yöntemiyle, güçlüye şirin gözükmeye çalışmamız tamamen siyaset yoksunluğudur. Yani Türkiye daha bir yıl geçmeden bir anda komünist oldu. Bu sebepten üç yüz yıldır halkımız aydınlarımızı anlamakta güçlük çekmektedir. Bu dönemde, nemelazımcı devlet yönetimimiz, sürekli sert manevralar yaparak, halkımızın da kafasını karıştırmayı başarmıştır.

                O günlerde yurt genelinde sanki bir dalga kabarıyor ve vuracağı bir sahil arıyordu. Orhun dergisinde basılan açık mektupla bu dalga vuracağı sahili bulmuş gibiydi, dergi son nüshasına kadar tükeniyor, herkes açık mektubu okuyordu. Türk devletinde Türk’ü kim aşağılayabilir, İstiklal Marşı’nı kim protesto edebilir diyerek gözleri hükümete çeviriyordu. Türkiye’de farklı gruplar meydana gelmişti. Bir grup Hükümetin bu rezalete son vermesini isterken, bir grupta hükümetin Nihal Atsız’a haddini bildirmesi istiyordu. Fakat her zaman ki gibi görüş belirtmekten korkan kesim çoğunluktaydı. Bu kesim sessiz bir şekilde kopacak kıyameti bekliyordu. Fakat hükümetten hiçbir tepki gelmedi.

                Nihal Atsız, komünist propagandası bu kadar açık bir şekilde eyleme dökülebiliyorsa, Türkçülerin de durmaması gerektiğini düşünüyordu. Aslında açık mektubu yayımladığı anda dergisinin kapatılacağını düşünmüş hatta bunu da göze almıştı. Hükümet tarafından tepkinin gelmemesi üzerine ikinci açık mektubunu 1 Nisan 1944 tarihinde yayımladı: “Sayın Başvekil, bizim anayasamıza göre komünizm Türkiye’de yasaktır ve devletimiz milliyetçi bir devlettir. Türk ırkının hususî yapısına, ahlakî ve millî temayüllerine aykırı olan komünizmi Türkiye’ye sokmak isteyenler millet bakımından soysuz ve namert oldukları gibi kanun nazarında da haindirler.” Diyerek, daha sonrasında tespit ettiği komünistleri tek tek açıklar ve örnekler verir. Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı sıkıntıları dile getirir ve bu sıkıntıların Milli Eğitim Bakan’ından kaynaklandığını ve istifa etmesi gerektiğini söyler. Bu açıklamalardan sonra hükümetin eline fırsat geçmiştir. Hiç beklemeden dönemin Milli Eğitim Bakan’ı Hasan Ali Yücel, birkaç gün sonra Atsız’ın görevine son verir. Çok geçmez Sabahattin Ali, vasıtası ile de Atsız’a hakaret davası açılır.

                Nihal Atsız’a hakaret davası açılır fakat bu hiç hakaret davası değildir. Aslında Türk devleti kendi milliyetçilerini topa tutarak, Sovyetler’e mesaj verme sevdası içerisindedir. Dava için İstanbul’dan Ankara’ya harekete geçen Atsız, Ankara’da kalabalık bir kitle ile karşılanır. 26 Nisan 1944 tarihli ilk duruşması kalabalık nedeniyle ertelenir, hatta durumun kendi aleyhine işlediğini gören Sabahattin Ali, Mahkeme penceresinden kaçar. Öğleden sonra devam kararı verilen mahkeme kalabalık nedeniyle 3 Mayıs 1944’e ertelenir.

                3 Mayıs’ta bütün milliyetçi gençler, adliye binasının önündedir. Bu günü Türkçük bayramı yapan şeyde odur. Türkiye Cumhuriyeti hakaret bahanesiyle topladığı evlatlarını ezmeye çalışıyor fakat milliyetçi gençler bunu kabul etmiyorlardı. O günün Türkiye’sinde hiç böyle bir kalabalık kendiliğinden toplanmamıştı. Bu durumu tehdit olarak algılayan hükümet daha da bileniyor, mahkeme salonuna girmek isteyen gençleri dövüyor ya da tutukluyordu. Fakat o gün hiç birisi geri adım atmadan içerideki büyüklerine destek oluyorlardı. Mahkemenin tekrar ertelenmesiyle, Mahkeme binası önünde toplanan gençler başbakanlığa doğru yürüyüşe geçmiş ve dönemin en önemli yürüyüşü meydana geldi. Hükümet yetkilileri bu durum üzerine mahkemenin şeklini değiştirerek, hakaret davasını “Irkçılık ve Turancılık” davası haline dönüştürdü.

                Davanın mahiyetinin değişmesi üzerine, Nihal Atsız’ın evi asker tarafından basılarak arandı, eşi Bedriye hanım tutuklandı ve Nihal Atsız’ın irtibatı olduğu ne kadar milliyetçi varsa teker teker toplandı. Artık iş çığırından çıkmış, asıl niyet ortaya çıkmıştı. Türk Milletinin öz evlatları doğruları konuştuğu için tekrardan eziliyor ve herkes doğru bildiğini değil, dalkavukluğunu konuşturuyordu. Maalesef Milli şef dönemi demokrasimiz bu şekildedir. Hükümet ne derse dalkavuklar tarafından yerine getirilmektedir. 

                Bu dönem Türk milliyetçilerine üvey evlat muamelesidir. Herkesin konuşması serbesttir, fakat Türk Milliyetçileri konuşmamalıdır. Konuşursa bunlar olmaktadır. Atsız’ın durumu da böyledir. O hakaret yüzünden açılan davada, belki ceza almak dahi istiyordu, çünkü söylediklerinin arkasındaydı. Fakat bugün iş tersine dönmüş bizzat devletin resmi ağzından vatan hainliği ile suçlanıyorlardı. Bu durum Atsız’ı hayli yıprattı, kendisini şiire verdi. O dönemki halini şu şiir yeterince anlatıyor:

“Bir  kadının  meali,  
Bir  yavrunun  hayali,  
Bir  evin  öksüz  hali,  
Gözlerimden kaçmıyor… “

Başka bir şiirinde de hücredeki halini şöyle anlatıyor:

“Günleri sayarım, geceler iner, 
Beklerim geceyi, yıldızlar söner, 
Gizli bir yaram var, durmayıp kanar; 
Neresi? Bulup da silemiyorum.”

                Bu dönem bütün Türk milliyetçilerinin durumu aynıdır. Türk milliyetçileri her zaman milletinin iyi olmasını isterken, görüşlerini her söylediğinde devlet tarafından kafasının ezilmesi onlara en büyük acıyı çektirmektir. Bir millet düşünün ki, iki yüz yıl hayatta kalma mücadelesi verdikten sonra dizleri üzerine düşmüş ve devletini kaybetmiş. Daha sonra o millet tekrar ayağa kalkarak işgalcileri defetmiş ve yeni bir devlet kurmuş. Bu devleti kurarken temeli Türk milliyetçiliği ile atılmış ve Bu devleti kuran önder Türk milliyetçisi olduğunu sürekli vurgulamış. Türk milliyetçileri böyle bir devletten başka ne isteyebilir ki… Tek istedikleri milletinin daha iyi olmasıydı. Refaha huzura ermesiydi. Üretim yaparak kalkınması ve Muasır Medeniyetler seviyesine yükselmekti. O çok sevdiği devletleri, Sovyetler’e soytarılık yapmak için kendilerini çiğnesin, tabutluklara atsın, tırnaklarını çeksin, türlü işkenceler denesin. Böyle bir acıyı içerisinde kıvranan Atsız en çok bu duruma düşmeyi hazmedemiyor ve sinir oluyordu.

                7 Eylül 1944 günü artık, hakaret davası değil, “Irkçılık-Turancılık” adını verdikleri dava başlamıştı. Hükümetin gözünde, Türk milliyetçileri, Atsız bey’in davası günü toplandıkları ve yürüyüş yaptıkları için kesinlikle örgüt kurmuş olmalılardı. Bu sebepten hepsi bastırılmalı ve engellenmeliydiler. Dava devam ederken sıra savunmalara gelince Hüseyin Nihal Atsız kendisini şöyle ifade etti: “Turancılığa gelince: Bunun hakkında fazla söz söylemeyi lüzumsuz buluyorum. Dünyanın hiçbir yerinde kendi devletini büyütmek isteyenlere “vatan haini” denmemiştir. Biz Ziya Gökalp’ın, Mehmet Emin’in şiirleriyle beslendik. Haritalarda, ırkımızın yaşadığı yerlere baktık. Milletimize fenalık edenleri tarihte okuduk. Ve milli kini, ateşten damgalar gibi kalbimize yazdık.

Kimseden haksız bir şey talep etmiyoruz. Atalarımızdan kalan mirasın, mefahirimizin gömülü olduğu toprakların bizim olması ülküsünü kalbimizde taşıyoruz. Oraları unutmamak istiyoruz. Ben bunları şahsım için istemiyorum. Oralarda çiftlik yahut apartman yapacak değilim. Milletim için düşündüğüm haklardan dolayı da kimse bana “vatan haini” diyemez. Bu çirkef iftirayı iadeye tenezzül etmiyorum. Kimin hain, kimin vatanperver olduğunu tarih tayin edecektir. Hattâ etmiştir bile.”

                Mahkemeye bu şekilde ifade veren Atsız, daha önce senaryosu yazılmış bir piyesin içerisinde, 6 yıl 6 ay 15 gün ağırlaştırılmış hapis cezasına çarptırılır. Fakat yaklaşık bir buçuk yıl yattıktan sonra dava askeri bozulur ve tekrar görülen mahkemeyle 23 Ekim 1945 tarihinde beraat eder.

                Türk hükümetinin Sovyetler’e sevimli gözükmek çabaları, hiçte amacına ulaşmamış hatta gülünç bir hadise olarak nitelendirilmişti. Bu da yetmezmiş gibi 2. Cihan Harbinden galip çıkan Stalin azılı köpek gibi gözlerini Türkiye’ye çevirmiş, boğazlardan sınırsız geçiş hakkı istemişti. Dolayısıyla korkaklık kâr etmemiş, Türkçüler durduk yere ezilmişti. Sovyetlerin üzerimize gelmesinin ardından soluğu Amerika Birleşik Devletleri’nde aldık. Birleşmiş Milletlere girmek için yenik durumdaki Japonya ve Almanya’ya savaş ilan ettik, anlayacağınız Türkiye tekrardan bir dönüş yaparak bu sefer Amerikancı Liberal oluyordu. Bu sıralar Türkiye’de de büyük değişiklikler başlamıştı. İlk defa 1946 seçimlerinde denenmeye başlayan çok partili seçimimiz, açık oy, gizli sayım olsa da bir demokrasi belirtisi gösteriyordu. Yıl 1950’ye geldiğimizde ise 27 yıllık Cumhuriyet Halk Partisi iktidarı yerini Demokrat Partiye bırakıyordu.

                Nihal Atsız bu dönem Bozkurtların Ölümü kitabını yayımlamış ve bu kitap çok büyük bir ilgi görmüştü. Bu ilginin üzerine Bozkurtlar Diriliyor kitabını da hemen hazırlayıp yayıma vermişti. Bu arada ilmi çalışmaları da devam ediyor, sürekli eser veriyordu. Atsız, CHP’nin son yıllarında tekrar öğretmenliğe atanmıştı. Hatta Orkun dergisini de çıkarmaya başlamış fakat anlaşmazlıklar sonunda yayın hayatını bitirmek zorunda kalmıştır.

                Milli Şef Hükümetinden sonra, Demokrat Parti milliyetçilerden de destek görür durumdaydı. Türk milliyetçiler derneği kurulmuş, 3 Mayıs Türkçülük günü olarak kabul edilmiş, kutlanmaya başlamıştı. Türk Milliyetçiler Derneğinin 3 Mayıs için toplanmaları ve Atsız’ın orada güzel bir konferans vermesi, hükümet tarafından tepki çeker. Bunun sebebi Türkçülerin çok geniş kalabalıkları toplayabilme potansiyeli ve bu potansiyeli siyasette kullanırlar tehlikesidir. Bu sebepten ve Atsız görev değişikliği yaptırılarak, Süleymaniye kütüphanesine atanır. Çok geçmez Türk Milliyetçiler Derneği de bir bahane ile seksen şubesiyle birlikte kapatılır.

                1950’li yılların sonu Türkiye tekrardan yıkıcı kasırgalara gebeydi. Öyle bir hale gelmişti ki, parti kavgasından mezarlıklar bile ayrılmaya başlamıştı. Sonunda olan oldu. 27 Mayıs 1960 sabahı ordunun yönetime el koyduğu açıklandı. O dönemin şartları içerisinde Türk milliyetçileri o kadar ezilmişlerdi ki, darbeci ekibin içerisinde milliyetçi subayların olması onları tekrardan hayata bağlamışlardı. İhtilal olduktan sonra Başbakanlık Müsteşarı olan Alparslan Türkeş, bu ekip içerisinde etkin bir rol oynuyordu. Nihal Atsız için Alparslan Türkeş, kendi yanında yetişmiş, 1944’te birlikte yargılandığı bir dostuydu. Bu dönem Atsız tekrardan aktifleşiyor. Uzun süredir devam eden sessizliğini bozuyordu. Türkeş’le istişareleri sonucu Atsız “Ülkü ve Kültür” derneğini kuracak ve gençliği örgütleyecekti fakat umutlar uzun sürmedi, Türkeş ve arkadaşları sabah erken saatlerde yapılan baskınlarla tutuklanarak yurt dışına sürgüne gönderildi. Zaten olan bu saatten sonra olmaya başladı. Milli Birlik komitesi üyeleri kendilerini tabii senatör ilan ettikten sonra, ülkeyi seçime götürecek ve tek hazırlıklı olan CHP’de iktidar olacaktı. Yargılamalar sürdü ve bir başbakan ve iki bakanı idam edildi. Böylece darbenin meşruiyeti halk nazarında hiçbir zaman itibar görmedi. 

                  13 Eylül 1962 tarihinde Atsız önderliğinde “Türkçüler Derneği” kuruldu. Derneğin il il şubeleri açılıyor ve bu çatının altında Türk milliyetçileri toplanıyordu. Bu sıralarda sürgüne gönderilen Milli Birlik Komitesi üyeleri geri dönmeye başlıyor ve istişareler tekrardan başlıyordu. Türkeş’in danıştığı ilk isimlerden birisi Atsız olur, Atsız bu fikri gayet iyi bularak kendisine destek olur. Hatta Türkeş’in danıştığı isimlerden birçoğu doğru bulmadığı halde Atsız, Türkeş’in mutlaka desteklenmesi gerektiğini her ortamda konuşur.

                Nihal Atsız’ın yöneldiği başka alan ise ASALA terör örgütüdür. Terör örgütünün faaliyetlerini gözlemleyen Atsız, hükümeti bu konuda uyarmak için Ötüken’de bir yazı dizisi kaleme alır. Fakat bizim hükümetimiz uyarılmayı sevmiyor, tehlikeye değil, uyarana saldırıyordu, yani Atsız’ın başı yine belaya giriyordu. Çevresindekilerin uzun uğraşları sonuç vermeyince Atsız tekrardan mahkûm olur. İki buçuk ay kadar kaldıktan sonra Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk tarafından çıkarılan af ile serbest kalır.

                Atsız’ın bu dönemleri yalnızlık dönemleriydi. Aslında o doğduğu gün yalnızlıkla doğmuştu. “Yalnızlık” ona milletinden kalan bir tılsım gibiydi. Çünkü o dönemin Türk milleti yalnızdı ve Nihal Atsız bunu iliklerine kadar hisseden bir şahsiyetti. O hayatı boyunca hep yürümüş, üzerine vurulan darbelerle daha da sert ve keskin bir karaktere bürünmüş ve onun dimdik duruşu, kendisini yalnız hale getirmiştir. O hep iyi olsun diye söylemiş fakat birileri hep yanlış anlayarak Atsız’ı mahkûm etmiştir. 10 Aralık 1975 tarihinde saat 17.00 civarında derin bir nefes aldıktan sonra hayata gözlerini yumuyor ve evinin duvarına astığı “Ümit, en son terk olunan şeydir.” Sözünden hareketle umuduna gidiyordu. Onu herkes davaya bitmez, tükenmez imanıyla hatırlayacak ve unutmayacaktır.

Bir yanıt yazın