Batı’da hür düşünce kilise ile boğuşa boğuşa gelişti. Neticede batılı, kilisenin her türlü baskısını kırarak onu, inananların ahiret işleriyle görevli bir kurum halinde bir kenara itti. Böylece dinin dünya ile ilgili hiçbir fonksiyonu ve tasarrufu kalmadı. Daha doğrusu, bu kabil fonksiyonları, ilmin ve insanlığın gelişmesini engelleyici görüldüğünden kaldırıldı. Din, sadece “Allah’la kul arasında bir vicdan meselesi” olarak mütalaa edildi. İşte laiklik budur.

Laiklik; Batı için ilmin gelişmesinin hem sebebi, hem de sonucudur. İlim ve hür düşünce, kilisenin ve papazların kurduğu maddi ve manevi sultaya, zulüm ve batıla karşı laikliği savundu; laikliğin gelişme ve yerleşmesi de ilim ve tekniğin inkişafını sağladı.

Bu, Hristiyan Batı’nın tamamen kendine mahsus şartlarından doğmuş bir oluş­tur. Kilisenin; kitlelerin sefaleti pahasına mütemadiyen toprak edinmesi, hazinesini doldurması, cenneti cehennemi alışveriş konusu yapması, aforoz müessesesini pa­paların dünyevi ihtiraslarına vasıta kılması, din adına engizisyon mahkemeleri gibi insanlığın yüz karası bir zulüm usulünü kullanması ve insan zihninin tecrübe ve ispat edilebilir hakikatleri bulmasına katil ve işkence ile karşı durması gibi sebep ve şartlar muvacehesinde Batılı olmaya mecburdu. Nitekim de oldu ve bu manada laiklik Batı için iyidir.

Bize gelince, ilim ve tekniğine muhtaç olduğumuz, medeniyette örnek tuttuğu­muz Batı laik olduğuna, yani hayatından dini kovarak inkişaf ettiğine göre, mede­niyetçe gelişmek için bizim de aynı yolu izlememiz gerektiği hususu aydınlarımızın pek çoğuna tabii ve zaruri göründü. İşte bizim laikliğimiz de bu düşüncenin eseri ve neticesidir. Bu netice alkışlanır ve kanun haline getirilirken dikkat edilmeyen bir­çok husustan bir kaçını işaret edelim:

1. Biz Hristiyan değil, Müslüman’ız. Müslümanlık ve Hristiyanlık, ikisi de dindir, diyerek mücerret bir din kavramına özdeş hale getirilemez. Yani Müslümanlıkla Hristiyanlığın muhtevalarını ayrı ayrı ve dikkatle mütalaa etmek bir mecburiyettir. Bu takdirde görülecektir ki, Avrupalı düşünen adamı Hristiyanlığa isyan ettiren se­bep ve şartların hiçbiri dinimizde yoktur; ne aslında ne de 1300 küsur senelik uygulamasında.

Hristiyanlık bünyesi itibarıyla “Allah’la kul arasında bir vicdan meselesi” olarak tamamen ferdi ve uhrevi sahada mütalaa edilmeğe belki müsaittir; fakat İslamiyet, “Bu dünyayı imar ve ıslaha memur edilen, bunun için de bütün varlıklar emrine musahhar kılınan âdemoğullarını, fert ve cemiyet olarak refah ve saadete kavuştu­ran içtimai, iktisadi, hukuki ve ahlaki en güzel hükümleri bildiren ilahi bir nizam” olmak bakımından böyle bir dünya-ahiret ayırmasını kabul etmez. O hem bu dün­yamız hem de öte dünyamız içindir. Bu sebeple Batı anlamında bir laiklikle İslamiyeti ilga etmek iddiası arasında fazla bir fark yoktur.

2. Laiklik Batı’da yalnız bir sebep değil, aynı zamanda bir neticedir. Yukarıdan aşağıya doğru kanun ve emirle tesis edilmemiş, muayyen bir oluş ve gelişim sonun­da kendini kabul ettirmiştir.

3. Batı, din adına kurulmuş olan kilise sultası ve papaz taassubundan uzaklaşa­rak kuvvet kazanır ve yükselirken biz, din eşittir İslamiyet’le yükselmişizdir. Gerileme­mizin başlıca sebeplerinden biri de dini esasları hakkıyla anlayamamak ve uygulayamamaktır. Çöküşümüz aynı zamanda dinden de bir uzaklaşmadır, dinimizin nor­mal icabı, her cihetçe kudretli ve ileri olmamızdır.

4. Batı, mevcut Hristiyanlığı, haklı olarak beğenmeyip hayatından tardetti. Fa­kat din ihtiyacını ortadan kaldıramadı. Dinin yerini başka bir unsurla da doldura­madı. Bu suretle maddi bakımdan çok büyük terakkiler kaydederek günümüzün teknik harikalarını yaratırken manevi yönüyle güdük ve noksan kaldı. Çokça sözü edilen Batı Buhranı işte bu sebeptendir. Yani, artık ciddi her düşünürün ve bizzat batıkların da kabul ve ifade ettikleri gibi, Batı medeniyeti dediğimizi medeniyetin en büyük zaafı ve muhtemelen zeval sebebi, maneviyatsızlığı, imansızlığıdır. Batık­ların bazı şarklı mütefekkir ve mutasavvıflara ve mesela bizde Mevlana’ya dikkati çekecek derecedeki ilgilerinin sebebi bu eksikliktir.

İşte bu gibi önemli noktalardaki dikkatsizlikler sebebiyle bizdeki laiklik tabii değil, sun’i olmuştur. İçtimai bünyenin bizzat kendisinden doğmamış, içtimai bün­yeye zorlanmıştır. En azından şu söylenebilir: Eğer bizde de bir laiklik lüzumlu ve şart idiyse, bu bizim şartlarımıza göre olmalıydı. Olmadı.

Öte yandan bizim laiklik tatbikatımız, Batı’yı taklit gayretinden doğmuş olmakla beraber, her basit ve dıştan taklit gibi, örneğine nazaran eksik, yanlış, gülünç kalmış ve zararlı olmuştur. Zira batılı, zihniyet olarak dinden uzaklaşmakla beraber, kilise­nin haksız ve adaletsiz tasarruflarını kaldırdıktan sonra dine karşı tarafsız olmuştur. Ne dinci, ne de din düşmanı. Batı’da devletin dini tahsil ve terbiyeyi yasaklaması, halkın ibadetlerine katılması veya devletin din aleyhtarlığı yapması, devlet küvet ve vasıtalarının dini tahrip gayesine yöneltilmesi bahis konusu değildir. Bizde ise bütün bunlar görülmüştür. Devlet kuvvetleri dini tahrip ve tezyife alet edilmiştir.

Bizim için de bu durum kaçınılmazdı. Zira yukarıda da işaret ettik ki, Batı anla­mında bir laiklik Türk İslam cemiyetinde uygulamaya konuldu mu bu fiilen İslamiyetin, en azından bazı hükümlerinin, iptali manasına gelir. Oysa İslam imanı bir bütündür; Kur’an-ı Kerim’in bir hükmünü iptale kalkışmakla bütününü inkâr veya iptal etmek arasında bir fark yoktur. Bu durumda kafasına: “Din bir vicdan işidir ve yalnız ahiretle ilgilenmelidir.” hükmünü koyarak bizim cemiyetimizde laiklik kurma­ya gelen kişi, bir çelişikliğe baştan mahkûmdu ve esastaki bu çelişmenin uygulama­ya, Batılının laiklik anlayışını da zedeleyecek, kalabalıklarla, zorlamalarla intikali tabii idi. Buna bir de laik öncü ve kurucularımızın kültür ve zihniyet yetersizliği eklenince, çok acı ve manevi bakımdan yıkıcı olaylar neticeler ortaya çıktı.

Bugün Batı’nın buhranına sebep, netice ve muhtemel gelişmeleriyle göz önünde tutarak, kendi geçmişimizin acı tatlı bütün tecrübelerine de sahip olarak bu mese­le yeni baştan ve cesaretle ele alınmalı ve mutlaka milli bünyemizin tabiat ve sıhhatine uygun şekilde halledilmelidir. Boş ve körü körüne bir devrim taassubu zarardan başka bir şey getirmez.

Laiklik düğümü çözülmeden Türk’ün dini ve manevi yani İslami inkişafı müm­kün değildir. Hâlbuki kaderimiz bu inkişafa bağlıdır. Annenin damarlarını zorlaya­rak coşkunca gelen süt, çocuk için ne ise; bu toprakları bize vatan yapan imanın, şimdi bu vatanda yeniden, damar damar, ana memesindeki helal süt gibi feyizle fışkırması da bizim için odur. Halli gereken mesele inkılâp çapındadır. Bunu kimden beklemeli?

İşte Türk siyasi hayatının yol ve yön gösterici ana ölçülerinden biri bu sorunun cevabındadır.

(Ayvaz GÖKDEMİR)Selamı Sami[1]. 22 Eylül 1969. Sayı: 25

[1] Ayvaz Gökdemir, bu yazısında Selami Sami müstear ismini kullanmıştır.


Bir yanıt yazın