Amasya’da Yeşilırmak, hele yazın, serin akar; dolu akar… Sabah uykusuna dalmış bir kız gibi incecikten buğulu akar. Amasya’da Yeşilırmak düşünceli akar… Selçuklulardan bugüne hâlâ, Amasya’da Yeşilırmak hülâsa, biraz deli, biraz veli akar.
Derler ki, Yeşilırmak’ın deliliği, Yıldırım Bayezid’den, veliliği de İkinci Bayezid’den gelmedir. Bana bu efsaneyi anlatan yaşlı Amasyalı ahbabım: “Amasya deyip geçme evlat” dedi; “Amasya hem iki ayrı Bayezid, hem bir Bayezid’de iki ayrı Bayezid görmüştür: Deli Bayezid ile veli Bayezid…”
Yeşilırmak’ın yine öyle bir veli düşüncesinde sakin aktığı bir akşam, kıyısındaki kahvelerin birinde konuştuğum yaşlı Amasyalı, kırpık gözlerinde yıllanmış bir eski tebessümle konuşuyordu. Birden bir gürültü oldu. İri kıyım, dev yapılı yoksul bir adam, arkasına bir kuyruk gibi iliştirilmiş gazete kâğıtları alev alev tutuşmuş önümüzden geçti. Arkasında çocuklar vardı; gençler vardı; orta yaşlılar vardı. Katıla katıla gülüyorlardı… Dev yapılı yoksul adamın, sırtında bir kuyruk gibi yanan kâğıtların alevlerine ve yoksulun alevlere meydan okuyan vurdumduymazlığına gülüyordu. Dev yapılı yoksul adam kahkahaları duymuyordu sanki. Bir heykel umursamazlığı içindeydi ve sanki önümüzde akan Yeşilırmak’ın yorgunluğunca pervasızdı. Yaşlı ahbabım, yoksul adam yanımızdan geçerken kalkıp, aşağı doğru bir alev kuyruğu halinde yanan gazeteleri çekip aldı. Adam, şöyle bir döndü. Bütün bedeninde ve o hantal yoksulluğunda belli olmayan bir zenginlik vardı gözlerinde: Yumuşak bir zenginlik, dost bir zenginlik; insanı alıp çok uzaklarda kalmış mutluluklara götüren bir zenginlik vardı. Sesi de öyleydi: “Sırtımdaki yangını söndürmek marifet değil” dedi yavaşça: “Sen, içimdeki yangını söndüren biliyor musun? Gücün yeter mi?”
Sonra vurdu gitti; aşağılara Amasya akşamının loş ışıklarına, Yeşilırmak’ın yanı sıra…
Ahbabım donup kalmıştı. İç çekip: “Öyle bir dünya ki… heyy” dedi; “Deli veliye karışmış, veli deliye… Ama aldırma, eskiden de böyleymiş bu, şimdi bozuldu sanma. Eskiden… Bana nenem anlatırdı. Neneme nenesi, ona da kendi nenesi anlatırmış. Senin anlayacağın gören anlatmış, ilk duyan anlatmış. Biliyorsun, Amasya’da, İkinci Bayezid, daha padişah olmadan, şehzadeliğinde valilik yapmıştır. O zaman da adı deliye çıkmış bir yoksul adam yaşarmış Amasya’da. Beyler yaşarmış, beyzadeler, paşalar yaşarmış; valiler, Bayezid gibi Fatih Sultan’ın oğlu yaşarmış. Bunların yanında, bunlar ondan, o bunlardan habersiz bir de o yoksul deli yaşarmış. Herkes saraylarda, konaklarda, bey evlerinde. O yoksul deli ise, kayalara oyulmuş aha şu mağaramsı, mezarımsı oyuklarda yaşarmış.
Amasya’nın havası başkadır oğul, nasıl Yeşilırmak göründüğü gibi akmazsa, Amasya’nın havası da bilmeyeni göründüğü gibi sarmaz. Kimi veliyi alıp deli eder, kimi deliye alıp veli eder. Hani o yoksul deli var ya, o işte kaya oyuklarında hep içinde bir ışık, Tanrı ışığı; hep beyninde bir düşünce, Tanrı düşüncesi ve hep yüreğinde bir sevgi, tanrı sevgisi olduğu halde Amasya gecelerini sabaha eğirirmiş. Şehzade Beyazıt ise, o zamanlar, dinden, diyanetten uzak, yaşıtlarıyla zevke ve sefaya dalmış, türlü eğlenceler, içkiler ve türlü âlemler içinde geceleri gündüze, gündüzleri geceye bağlarmış. Bu hal, padişah babası Fatih Sultan’ın kulağına kadar ulaşmış. Ulaşmış ama dünyayı yerinden oynatan Fatih, bir oğluna güç yetirip de, onu, kötü huylarından vazgeçirememiş. Ne yaptıysa fayda etmemiş, hocalarına emir verip de dövdürmüş; harçlığını kestirmiş, azar tazir dolu fermanlar yazıp göndermiş, nafile. Ee… Ne de olsa oğul bu, üstelik padişah oğlu fazla da üstüne gidilmez ki… Kısaca deyim, koca Fatih Sultan oğluyla baş edememiş. Bir gece, ay yan gelip yatmış gökyüzünde; Amasya’yı yalabuk ışığa bulmuş, Yeşilırmak’ı pır pır ışıldatmış. Şehzade de, bu ışıklar içinde, Amasya’nın meşhur bağlarından birinde eğlencenin koyusuna dalmış ki, ne dalma, dünya umurunda değil. Derken, kulağına bir ses gelmiş, şöyle derinden derine, sanki Yeşilırmak’ın içinden, suda ve ışıkta yunup arınmış bir ses: “Bayezid… heyy Bayezid… biraz da bu yana gel bakalım…” Bu sesi duyar duymaz her yanını ayrı bir ateş saran Şehzade kalkmış, usulca, kimseye duyurmadan kendini çağıran sese doğru gitmiş. Aha şura aha bura derken sesi, dar boğazın sonunda, ırmağın kıyısında bulmuş. Çağıran o yoksul deliymiş ama, Şehzade tanımıyormuş onu, soramamış da. Çünkü adam birden: “Yeter eğlendiğin, gel biraz da benimle otur, bak sana suyu göstereceğim” demiş ve aldığı koca bir taşı kaldırıp ırmağa atmış. Yeşilırmak’ın akışı, taşın düştüğü anda durmuş birden. Ay ışığında, taşın düştüğü boşluk kapkara kalmış sadece. Adam: “Bak…” demiş, “Gördün mü? taşın düştüğü yerdeki su aynı değil artık… O gitti, yerine gelen su başka su…” Yeşilırmak sonra yeniden akmaya başlamış. O kapkara boşluk da öylece akıp gitmiş. “Gördün mü?” demiş adam bir daha; “zamanda işte bu su gibidir… İçkilerle âlemlerle kendini unutursun ancak, zamanı durduramazsın. Zaman, seni o bıraktığın boşlukla alıp götürür, yerine başkasını getirir…” Gözleri fal taşı gibi açılmış Şehzade’nin, kalın perde kalkmış gözlerinden; ürpermiş. Korku ile fısıldamış: “Ne yapmam lazım, onu da söyle bari?..” Deli yoksun, kalkmış, onu silkmiş. “Düşün!..” demiş, “İnsanlara dön, sevgiye, Tanrı’ya dön. İnsanların üstünde insanları sevemezsin.” Vurmuş gitmiş ay ışığına; Yeşilırmak’ın yanı sıra. Giden, Şehzade’nin deliliği imiş; içindeki yoksullukmuş. Kalan, veliliği olmuş, o büyük zenginliği… Nenem böyle derdi rahmetli”
Türk İslam Efsaneleri : Sayfa 182-183-184-185