Öyküler, yaşanmış ya da yaşanması muhtemel olay ve durumların üst dille örülmüş kurgularıdır. Kimisi gerçek kimisi farazi olsa da okuyucunun ondan aldıkları ve ona yüklediği anlam itibariyle farklılık gösterebilir. İçindeki bir kahramanla özdeşlik kurup bahsi geçen hikâyeyi kendi yaşıyormuşçasına olayın içinde bulunabildiği gibi hiç beklemediği bir anda hiç beklemediği bir kahramanın dilinden duyduklarıyla çat kapı gelerek bir kuş misali uçup gidebilir. Öyle hikâyeler vardır ki bu zamansız gelip gitmelerin gelgite dönüşmesiyle okurun başını döndürür ve yaşattığı hazla iyiye ve kötüye dair ne varsa heybesine katar. Zaman gelir heybenin içindekiler bir pusula olur yol gösterir. Başa bela olabilecek musibetler karşısında bir atımlık tecrübe olur açılabilecek yaraların önünü keser, gün olur iyiliğin ilerlemesine bir çember olup tüm insanlığı kuşatabilecekmiş gibi büyüdüğü hissini verir, umut kaynağı olur. Her insan bir öykü, her öykü bir hayat olduğu gibi öykünün her anını kontrol eden bir yazar, bir de okur vardır. Sinemaya uyarlarsak esas oğlan ile esas kızdan tutun da yolda yürüyen adam figüranına kadar her şey okur ve yazar arasında gelişir. Aydınlık sinemasının çarkları dönmeye başladığında farklı hayatlardan farklı kesitlerle kimi zaman keyiflenecek kimi zaman hüzünleneceğiniz gibi gözyaşlarınızı tutamadığınız dakikalara da şahit olacaksınız. Henüz zamanınız varken bilet kuyruğuna girmeyi unutmayın. Biletler Boy Yayınları’ndan temin edilebilir.
Her hikâyeyi bir sinema filmi gibi düşünecek olursak başlangıçla sondaki iki hikâye birbirini tamamlar nitelikte. İki savaş dönemini anlatan bu öyküler savaşın acı yüzünü göstermekle beraber insanın kendinden başkası için fedakârlıkta bulunarak yeri geldiğinde canını teslim edecek kadar aşktan, yardan ve serden geçmesini konu alır. Çam Sultan’ına kavuşamayan Ümmet aşkını kalbine gömmek zorunda kalıyorsa bunun mutlaka sorgulanması gereken yanları olmalı. Çam Sultan erinin yolunu gözlerken kimseyle evlenmiyor, hasretini, sevgisini evlat edindikleriyle paylaşıyorsa gönlünün yüceliğindendir. Aydınlık sinemasının oyuncuları şimdilerde herkesin karşılaşabileceği, yoldan geçerken omuz atabileceği kişilerden farklı bir mizaca, farklı bir yapıya sahip. Hani sürekli deriz ya kültürümüz yozlaşıyor, geleceğe aktarırken kumunu bırakan dere misali azalıyor, gönlümüz çölleşiyor diye. İşte öykülerde geçen her kahraman bir fidan gibi geçmişimizi sarmış sarmalamış. Cenneti hep öldükten sonra gideceğimiz yer olarak düşünürüz oysa yaşadığımız yerleri cennet ya da cehennem haline getirmek elimizdedir.
Gazi Dayı savaş hâtıralarını anlatırken düşman askerine su verdiklerini, birbirleriyle yemeklerini paylaştıklarını ardından siperlerden çıkarak şehitleri topladıklarını söyler. İnsanlığın belki de canavarlaştığı savaş meydanlarında dahi insan kalabilmenin haklı gururuyla yeniden o günleri yaşıyormuşçasına anlatırken, ağzından çıkan her bir söz kulaklara küpe olmalı. Bu küpenin temsil ettiklerinin hepsine birden ‘’değerler’’ diyoruz. İçinde cesaret, vefa, hoşgörü, fedakârlık gibi değerler Türk milletinin evrensel olanlar dışında sahip olduklarının birkaçı. Büyük milletler büyük insanlardan meydana gelir. Büyüklük ise sanıldığı gibi mesleklerin vermiş olduğu statü değil, onlar sadece insanların dışarıdan görünen etiketleridir. Yoksulluğun pençesinde kıvranan bir çocuğun son umudu olarak beklenmedik bir zamanda çıkıp gelen Meryem nine memlekete bir doktor hediye etmiştir, hem de hiç karşılık beklemeden. Meryem ninenin ellerinden öperiz, yaşındaki rakamların büyüklüğünden değil gönlünün yüceliğinden dolayı büyük bir insandır o. Vesikalık fotoğraf çektirmenin büyük bir lüks olduğu yıllardan post modern hayatların yaşandığı bugünlere gelirken her türlü konforu ayaklarımızın altına getiren teknolojinin kıskacında kalmışlığımızı görmemek mümkün değil. AVM adı verilen çılgınlığın içinde bir solukta tükettiğimiz onca şeyin tadı daha kapıdan çıkar çıkmaz silinmeye başlar, ama bir türlü doymayız. Sonu hüsran olsa da aynı şeyleri tekrar tekrar yaşayıp unutmaktan kendimizi alamayız. Oysa bir Boncuk’ un yaptığı cambazlığı görebilmek, ha düştü ha düşecek derken kalp atışlarımızı dinlemek heyecanımızı hep diri tutar, o anı unutmak bir kenara yıllar sonra bile o anda yaşamaya devam ederiz. Tadı damağımızda kalır tabiri caizse.
Henüz birey olmak kavramının içinin bencillikle doldurulmadığı zamanlarda insanlar birbirleriyle bir araya gelmek için türlü bahaneler uydurmak suretiyle toplumsal dayanışmanın nasıl olması gerektiğine dair gelecektekiler için işaret fişekleri çakarlardı. Söz gelimi büyük bir topluluğu bir araya getirmek için bir çekirdek kadro oluşturulur ve bu çekirdeğin ekseni etrafında diğerleri sıraya girerdi. Keklik şenliği de bu çemberin bir halkasıdır. El birliği güç birliği esasına göre oluşturulan bu halkalar sıcak ve samimi ortamları doğurur birlik ve beraberliğin somut örneklerini oluştururken insanlar henüz beton yığınlarından kaça kaça pikniğin ilmini öğrenmediği senelerde yapılırdı. Akrep yelkovanı kovalarken takvim yaprakları ardı sıra düşmüş çağımızın modern hastalığını dünün bencilliğinin yerine alan bireysellik olmuştu. Ben bana yeterim mantığının insanları yalnızlaştırdığını görmemek körlük değil de nedir? İmece usulü birbirinin işine koşturan insanların birbirine olan sevgisinin önüne ne geçebilirdi diye sorarsak hazır alma, hazır yeme gibi tembelliğin, işkolik düzenin getirdiği geçici rahatlıkla birlikte sağlıkla para kazanma, sağlık için para harcama gibi kısır bir döngünün içine kapılmış gidiyor insanlık. Toplum olarak genlerimize işlemiş yardımlaşmanın unutulup gitmesi nereye doğru evrimleştiğimizin sorgulanmasını gerektiriyor.
Abdülkadir Uslu’nun hikâyeleri bize bizi anlatıyor, geçmişimizle günümüzün bir kıyaslamasını sunuyor, her biri toplumun değişen çağlara göre aldığı şeklin bir profili olarak görülmeli. Neden bu haldeyiz, nereye kadar böyle gideceğiz sorularına bir cevap bulmaya yöneltirken sayfaları çevirdikçe seri üretime geçişin getirdiği insan profilinin ve değişen kültürün yansımalarını da görme fırsatı tanıyor bize. Çalışma alanlarının yapay zekâya doğru kaymaya başlamasından bu yana insanlar tüketime hız verirken üretimi makinelere bırakmış, kendisi de makineleşmeye başlamıştır. Bunun elbette kültüre yansımaları olacaktır çünkü kültür toplumun yarattığı yüksek manevi nitelikler olmakla beraber bir kolunu da doğanın şartlarına karşı aldığı tavırla gösterir. Örneğin tarıma ayrılan nüfusun azalması sanayi ve hizmet sektörüne kayması insanların oturduğu meskenlerden çocukların oynadığı oyunlara kadar değişikliğe neden olmuştur. Çocuklarımızın aşina olmadığı birçok oyun bugün unutulmaya terk edilmiş, atalarımızın yarattığı kültür unsurları da yok olmaya başlamıştır. Keşkek hikâyesinde geçen çelik çomak, kuyu taşı oyunları bu duruma verilecek güzel örneklerdendir. Metropollerde büyüyen fidanlarımızın kaç tanesi bu oyunları oynuyor ya da kaç tanesi betonlaşmamış yaşam alanları içinde büyüme şansına sahip. Kuru yoğurdun yapımını, Karcı Dağı’ndan gelen karların içeceğe karışmasıyla serinlemenin hafifliğini belgesellerin yapaylığında görmek hafızalarında ne kadar kalıcı olabilir? Geniş havlulu evlerin içi yoksulluğa bakan sıcak ve samimi öyküleri okurken bugünkü sitelerin Ortaçağ’ın karanlık şatolarından farklı olup olmadığını sorgulatır okura.
Uslu’nun Saksak adlı öyküsünde çocuk edebiyatının önemli eserlerinden Kemalettin Tuğcu’ nun Yer Altında Bir Şehir romanına atıfta bulunmasının özel bir anlam taşıdığını düşünüyorum. Bahsi geçen romanda bir grup vatansever ve bağımsız yaşama duygusuna sahip insanın düşmanla yaptığı gerilla tipi mücadelenin yanında bir dağın içindeki mağaraları kullanarak doğayla barışık bir şekilde doğaya hükmetmek yerine onunla birlikte onun bir parçası olarak yaşamasını ele alır. İnsanın doğadan öğreneceği çok şeyi var kahramanımız bunun farkında, dede-torun paylaştığı zaman diliminde anlatılan hikâye öykü içinde öykü olarak karşımıza çıkıyor. Doğayı ve doğanın yarattıklarını severken bunu teorik olarak değil bizzat onunla iç içe yaşayan insanların samimiyetini bulacağınız bu hikâyelerle Aydınlık Sineması’nın tüm parçaları tamamlanmış olacak.
Neden eserin adı Aydınlık Sineması olabilir? Kitabın adı olmakla beraber içinde bu adı taşıyan bir de hikâye var. Sinemayı bir metafor olarak düşündüğümüzde var olan ya da olması istenilen bir kurgunun tekrar seyirciye aktarılması olarak geçmişle gelecek arasında kurulan köprüleri işaret ediyor olabilir. Geçmişin samimiyetini geleceğin dijitalliğinde de var olması gerektiğini anlayabiliriz. Bu açıdan yaklaştığımızda sinema binasının etrafında çevrelenmiş dükkânlarında kültüre yakınlaşmaya çalışan unsurlar olarak görebiliriz. Elbette okurdan okura bu metafor ve anlayışlar değişecektir. Eserin güzelliği de buradan kaynaklanıyor. Kim okursa okusun kendinden kattıklarıyla küllerinden doğan Anka kuşu gibi tekrar var olabilmek…
Geçtiğimiz günlerde Arif Baş Öykü Ödülü’nde üçüncülüğe layık görülen eserin dili yalın olmakla beraber kolayca anlaşılabilecek dilsel materyallerle örülmüş bir kurguya sahip. Birçok deyim ve atasözünün yanında dilin yerel olarak tabir edilebilecek malzemeleri de genele serpiştirilerek harmanlanmış. Okurken birçok kelimenin hala yaşatıldığını ve onlara yüklenen anlamında kolayca fark edilebileceğini görüyoruz.
Yazar yukarıda da değindiğimiz gibi unutulmak ve unutmak istemiyor. Köklerine sıkı sıkıya bağlanmış bir ruhun ölmeyeceğini biliyor, ruhun iyiliklerle sarılmış birçok insan tarafından unutulmayacağını biliyor. Eserin içindeki bir öyküde unutamadığım bir karakter var. Herkesin yardımına koşan bu adam bana Mustafa Kutlu’nun İyiler Ölmez’ini hatırlattı. İyiler ölmez çünkü unutulduğunda ölür insan. Milletimizin vefa adını verdiğim bir gemisi vardır ne su alır ne de batar. Kahramanlarımızı ölümsüzleştirmek için çabalar geleceğe aktarırız, bazen efsaneleştirir olduklarından daha yüksek yerlere çıkarır bırakırız ama asla unutmayız. İyiliğin kime yapıldığı neden yapıldığı kim tarafından yapıldığı unutulabilir ama önemli olan iyiliğin varlığıdır. Abdülkadir Uslu da bize böyle bir iyilik yapmış, unutmamak tekrar diriltmek istediğimiz değerlerimizi ilmek ilmek nakşetmiş. Yoksa sen halâ okumadın mı?
Boy Yayınları, 2. Baskı, 2016, Sayfa 152, ISBN 978-605-9717-80-9