‘’Kendini yani emânetini yani akletmeyi yüklenmek; hesabı verilmiş bir hayat görüşü içinde yaşam ile ölümü bir süreklilik içinde idrak etmek; madde ile manayı birbirinin yerine ikame etmeksizin sahiplenmek ve dahi geçmişiyle geleceğinde buluşmak için teklif sahibi olmak; verili, hazır reçetelerden medet ummadan halis niyetle bilmek ve eylemek yani yola koyulmak,  yola çıkmak, hatta yolu kendine yurt tutmak ve yoldaki hatalarını doğrularına azık kılmak ile mümkündür.’’[1] Mümkün olan nedir, diye sorabilirsiniz! Buraya kadar ifade edilenler anlaşılmış ise mümkün olan; öznenin yeniden inşasıdır. Özne, yani ferdiyetini kazanmış şahsiyetini aramaya çıkmış insan! Bu düşünce, İhsan Fazlıoğlu’nun Kendini Aramak ve Kendini Bulmak kitaplarında bütün açıklığıyla ve dahi sırları ile mevcut. Aramak ve Bulmak yolunda söylediği bir söz, ‘’bulabilir miyiz’’ sorusunun cevabını açık bir şekilde cevaplamaktadır. ‘’İşimiz bulmak değil, bulunmaktır.’’ Evet, bir kere yola çıkılmışsa derdimiz bulmak fakat bulmaktan daha iyi, güzel ve doğru bir eylem var; bulunmak… Bu açıklamalardan hareketle, İhsan Fazlıoğlu’nun yazdıklarını da özümsemeye çalışan biri olarak; medeniyet adına atılacak ilk adımın, insanın kendini başına alması gerektiğini düşünüyorum. Kendinin idrakinde olan ve üstün değerlere sahip olan insan, teklif sahibi olur. Teklif sahibi olmak, Fazlıoğlu’na göre insanın kendisiyle barışık olmasıyla mümkündür. Maddi güvenliği(emân) ve manevi güvenliği(imân) sağlanmış insan. Nevzat Kösoğlu bu durumu şu şekilde ifade etmektedir. ‘’İnsan, yaratılışı itibarıyla iki zıt temayülün terkibidir; nefis için ve nefse karşı. Bu haliyle fert, iç bünyesi itibarıyla sürekli bir çatışmaya namzettir.’’[2] İşte bu çatışmayı sulhe vardırmış insan, teklif sahibidir. Kendisini ıslah edememiş, kendindeki zıtlıkları sulhe vardıramamış insan, teklif ettiği ile kurtuluş yaşayamaz ve yaşatamaz. Zira ‘’sâlih insan’’ olmanın ilk yolu, sulh edilmiş olmaktan geçer.

İnsan kendinde neler arasında sulhe varır? Akıl, kalp, nefis, ruh, vücut… Bunların hepsi bir noktada sulhe razılar. Diğer bütün birleşmeler fıtratta çatışmaya sebep oluyor. Nedir o bir nokta? ‘’İlim bir nokta idi, onu cahiller çoğalttı’’ diyor ya Hz. Ali! O nokta ne idi? Aklın da nefsin de vücudun da hareket ve isteklerini ruha teslim etmesi. Yani, ruha teslim eden ölür. Ruh ise, sufîlere göre ölümsüzdür. O zaman insanın arzu ve isteklerini ruha teslim etmesi ölmeden önce ölmek midir? Ölümsüzlüğün bununla bir ilgisi var mı? Ölmeden önce ölmek, şahit olmak; nefsin arzularını Allah’ın rızasını gözeterek yaşamak mı demek? Ruh, Allah’tan gelen ve Allah’a dönecek olan. O’nun Esmâ’sından. Ve insan, sözünü öze, özünü güre çıkarmak için özgürleşmek zorunda ise; tek bir özgürlük vardır o da Allah’a hürriyetini teslim etmek. Yani Ahmet Arvasî’nin tanımı ile hürriyet; Allah’a teslim edilerek kazanılır. En büyük hürriyet de budur. Hürriyetini kime ve neye bahşetmişsen sen onu Tanrı edinmişsin. Bunun içindir ki, hürriyetini parayla kazandığını düşünen ile makam-mevki-şöhret ile kazandığını düşünenin Tanrısı aynıdır.

İnsanın hürriyet yolundaki mücadelesi, onun fıtratı üzerine hareket etmesi ile anlam kazanacaktır. Zira insan anlama ve anlamlandırma üzerine şahsiyetini oluşturur. Şahsiyetini kazanma ve oluşturma yolundaki ilk şart, kendi hürriyetidir. İnsanın hassasiyeti, hürriyetinin idraki ile tasavvuru ile oluşacak, eyledikleri(irade) ile şahsiyetini bulacaktır. Yeter ki, farkında olsun.

İnsan duyularıyla üç boyutlu madde âlemini ele alır ve idrakini bu âlemi okumaya meylettirirse; şuuru ile bu âleme mana ve anlam verecektir. İdrakine aldığı şeyleri şuur haline getirmesi, o şeylerin manalandırılmasıyla mümkündür. Şuurumuza geçirilmiş şeyler iradeye dönüşüyorsa ve irademiz bir gayeye hizmet ediyorsa ‘’vazife’’ almışız demektir. Vazifeli yahut mesele sahibi insan sorumluluk alacak, aldığı sorumluluk ile yol alacak, Nevzat Kösoğlu’nun tabiriyle meseleyi imân haline getirecek olursa kemâle doğru yürümüş olacaktır. İnsan-ı kâmil’in 21. yy.daki temsilleri olacaktır. Bunu bize bildiren Ahmet Arvasî’dir. Bunu imân ile açıklayan ise Nevzat Kösoğlu’dur. Duyularıyla hayatı ve âlemi idrak etmiş, anlam ve manasıyla şuurlanmış insan, iradesiyle duygu, düşünce ve fikirlerini imân haline getirmişse yol bulacak ve yol alacaktır. Yolda da bulunacaktır. İmânın gereği bilecektir. Medeniyet tasavvurunda bunun ne manası var? ‘’İnsanı yaşat ki devlet yaşasın.’’ düsturu ile cevap verelim. İnsanla başlamayan, insanla devam etmeyen, insanı merkeze almayan, insana insan için insan olma yolunda kanaat bildirmeyen, insanı yok sayan düşünce ve fikirler medeniyet kuramazlar. İnsanı yok sayan fikirler çürümeye ve ölmeye mahkûmdurlar. İnsan anlamlandırandır ve anlamlandırılan medeniyet vurgumuzun merkezinde olmak zorundadır.

Tarihi, kültürü, devleti, medeniyeti anlamının ön koşulu, insanı anlamaktır. İnsanı anlamayan ve anlamlandıramayan, medeniyet kuramaz. Hz. Peygamber’e(Hz. İnsan demek, düşüncemizin estetiğini göstermektedir.) gelen ilk ayet ‘’Oku!’’ idi! Neyi okuyacaktı? Âlemi! Hem büyük âlemi(evren) hem küçük âlemi(insan)… Kâinatı okuyacaktı. İnsan, bu sebepten okunası bir canlıdır. Zira kültürün, tarihin, devletin baş aktörüdür. ‘’İster tabiat ister hayat ister metin olsun; ilke soru insandır. Bu nedenle insan da kendini bir metin gibi görüp benzer biçimde okumalı, soru konusu kılmalı ve yorumlamalıdır. Kendini aramak da bu demektir zaten: Kendini kendine soru edinmek, kendini yorumlamak, kendini anlamak; öteyi ama hep daha öteyi yoklamak; çünkü insanın kendini okuma eyleminde dahi her öte yoklaması, insanı anlamanın, anlamlandırmanın en temel ilkesidir.’’[3]

İnsanın kendini bilme ve yorumlama evresi arasında anlama ve anlamlandırma evresi vardır. Tabi bu süreklilik arz eden bir durumdur. Bu anlam, o insanın sahip olduğu metafizikle ve değerler dünyası ile oluşacaktır. Bu anlam dünyası, insanın iç âlemi(ahlak, nefis, akıl, psikolojik faktörler) ile dış âlem(hukuk, eğitim, sosyal münasebete konu olanlar)  tarafından kurulur. İç âlemi ile dış âlemi birleşmiş insanlar cemaatleşecek ve bir bütünü oluşturacaklardır. İnsanın iç âlemi ile dış âlemi arasındaki münasebeti; fert olarak kişilik kazanmasında, sosyal olarak kimlik kazanmasında önem arz eder. İç âlem ile dış âlem arasında bir kopuş, ayrılık yahut aykırılık yaşanırsa, insanın içinde bulunduğu cemiyetle bağı azalacak, kişi kendini cemiyetten ayrı görecek, cemiyete karşı kendini yabancı hissedecektir. Kişinin ahlakı ile içinde yaşadığı cemiyetin hukuku arasında bir çatışma var ise, cemiyet içinde parçalanma yaşanacaktır.

Zihniyet, cemiyetin tarihi köklerinin verileri, tarihten alınan düşünce dünyası ve bunların eğitimi, o cemiyetin değerler dünyası, kişinin şahsiyet kazanmasında en büyük ve aslî kaynaktır. Kişinin cemiyetten kopukluğu, cemiyetle yaşadığı ortaklığı ne kadar sınırlı ve az ise şahsiyeti de o kadar eksiktir. Çünkü fert, kişiliğini ve kimliğini grup içinde kazanır. Bu grup aile ise, fert de şahsiyetini sadece aile içinde kazanır ise cemiyet kimliği eksik kalır. Cemiyet şuuruna ulaşamaz. Tabi burada bir başka önemli bir nokta var. Ferdin kişilik ve kimliğini kazandığı grup, içinde bulunduğu cemiyetle ne kadar ortak değerlere sahiptir? O grup, cemaat, kendini ne kadar cemiyetten sayabiliyor, kendini cemiyete ne kadar dâhil edebiliyor? Bu sorunun cevabı, son zamanlarda Türkiye’de yaşadığımız olaylar göz önünde bulundurulduğunda anlaşılmış olacaktır. Bu grup ve ya cemaatler, cemiyeti yok sayar ve cemiyetten koparsa, cemiyette parçalanma yaşanır. Hâlbuki cemiyet içinde cemaatler, cemiyetin eksiğine çözüm üretmesi gerekir ve bütün içinde aslî fonksiyonlarını yerine getirmesi beklenir. Ahmet Arvasî’nin tabiriyle düzen bu şekilde oluşur ve ayrılık cemiyeti kaosa sürükler. Sanırım, nizâm-ı âlem’den kasıt budur. İnsanın nizamı, cemaatin nizamı, cemiyetin nizamı ve âlemin nizamı. Nizâm-ı Âlem demek ki, insanın nizamı demektir. İnsanın kendi nizamı… Nevzat Kösoğlu buna, imân ile cevap vermektedir. Nefsen ve nefse karşı muhasebesi(denge aranır ve vicdanla ilgisi var diyebiliriz), insanın iç nizamı ve dış nizamı arasındaki ilişki ile sağlanacaktır. İhsan Fazlıoğlu’na göre, kişinin mebde(çıkış, geliş) ile mead(dönüş, gidiş) arasındaki kurduğu bağ ile denge sağlanacaktır. Ahmet Arvasî’ye göre, insan nefsin arzularını ruha teslim ederek, yani rıza-yı İlahi’yi gözeterek yaşamak ile nizamını sağlar.

Şahsiyetini kazanmış kendi hakikatini bulma yolundaki fert, kültür kuran, tarih yazan bir aktördür. Yukarıda bahsettiğimiz ‘kültür, medeniyet ve tarihi anlamanın yolu insanı anlamaktan geçer’ düsturu budur. Kültür kuran insan, N. Kösoğlu’nun tabiriyle kendi nefsi cehdini aşan insandır. Ahmet Arvasî’nin tabiriyle kültür kuran insan, insanın ölümsüzlük isteğinin sonucudur. Galip Erdem’in ifadeleriyle, bağlandığı bir üstün değerde kendini aşmak cehdidir. Dünya zevklerinden, bedeni hazlardan bu gaye uğruna vazgeçebilme gücüne sahip insandır. Şimdi şu soruyu sormak gereklidir? Kültür kuran üstün değerler nelerdir?

İnsanın fıtratı gereği, yaratılıştan gelen kodları vardır. Bir dine mensup olması gerektiği(inanma), bir soya mensup olması gerektiği(insan türünün devamlılığı açısından), bir dile sahip olması bakımından. Fıtrî olan ve insan soyunun devam etmesi için gerekli olan yaşam ve anlam kodlarıdır bunlar.(Burada parantez açmak da fayda var. Ateist birinin bir Tanrı’ya ve dine inanmıyorum anlayışının yanlışlığı fıtrî olanı reddetmesidir. Zira bir Tanrı’ya inanmama gibi bir inancı vardır. Milliyetçi değilim diyen biri de fıtrî olarak yanlışın içindedir, zira milletten daha küçük bir birimin mensubiyetini hisseder ve bu cemiyeti parçalamak demektir.[4] Aşiretçilik, kabilecilik gibi…)

Bizi biz yapan, insanı insan yapan üstün değerlerimiz vardır. Din, millet, dil, kültür, tarih gibi. İnsan, tarihinden kaynağını bulduğu kültüre, kendini ne kadar ait hisseder ve mensubiyetinin şuuruna varır ise fıtratına o kadar yakın olmuş olur. Zira insan fıtratına yaklaştıkça kemâle ulaşır. Ve fıtratının gereği sosyal olmak zorundadır. Yardımlaşmak, paylaşmak, fedakâr olmak, sosyal olmak, insan olmaklığımızın gereğindendir. Yani cemiyet içinde bulunmak, cemiyetle dertleşmek, cemiyetle ortaklık ve kaynaşmak, insan yaratılmamızın sonucudur. Değindiğimiz gibi, insan sosyal bir varlıktır ve şahsiyetini bu sosyalliğinin neticesinde kazanır. Tarih, kültür ve din eğitiminin kıymeti, her üçünün de insana şahsiyet kazandırma aşamasındaki öneminden dolayıdır. Ayrıca ferdin, içinde yaşadığı cemiyetle ortaklığı bu üç eğitimle mümkündür. İnsanın iç alemine tesir eden dış alem, eğer tarihinden ve kültüründen kopuksa, o cemiyette ve insanlarında kaos, buhran ve psikolojik sorunlar baş gösterecektir. Bu yüzden fert ile cemiyet arasında karşılıklı bir bağ vardır. Israrla tekrar edelim; ferdin şahsiyet kazanması ancak cemiyetiyle ve değerleriyle mümkündür. Cemiyetin ahengi ise, cemiyetin kültür ve değerlerinden haberdar insanların ortaklığıyla mümkündür. Fert, cemiyetten kopuk bir cemaatte şahsiyetini oluşturmuşsa, cemiyetle kurduğu ortaklık gönüllü ve ahenkli değil; çıkar odaklı yahut kaos yanlı hal sergiler. Demek ki ferdin cemiyetle, cemaatin cemiyetiyle ortaklığı; değerlerin ortaklığı ile mümkündür. Fert, cemaat, cemiyet arasındaki ortak değerler nasıl kurulacaktır ve bu ortaklık nasıl sağlanacaktır? Bu soruya İhsan Fazlıoğlu’ndan cevap verelim. Vereceğimiz cevaba, tarih de şahitlik etmiştir. Çünkü anlamanın ve anlamlandırmanın medeniyetidir Osmanlı. Sadece insanı değil, âlemi anlamlandırmanın büyüsünü görürüz. Onda ortak değerlere sahip farklılıkları görürüz. Peki, ortak değerler dünyasını sağlayan unsur nedir? Ortak tasavvurlardır. Yapılan tasavvurlar, cemiyetin de kabulüyle insanın değerler dünyasını ve eşyayla kurduğu münasebetin manasını sağlıyor. Fazlıoğlu, bu konuyla ilgili üç tasavvurdan bahsediyor. 1)Tanrı 2) Evren 3)İnsan. Bu tasavvurların bulunmayışından kaynaklı, bugün bir konu hakkındaki parçalanmışlığımız gözler önündedir.

‘’bir kültürün theo-onto-logosunu bilmeden yani ilk-ilke, Evren ve insan anlayışları ile üçü arasındaki ilişkileri tespit etmeden, o kültür içinde teneffüs eden bir kişinin eşya ile münasebetinin mantığını anlamak kolay olmasa gerektir.’’ Bu tasavvurların değerler dünyamız açısından önemi, yürüyeceğimiz yolun manasını verdiğindendir. Parçalanmışlığımız, ortak tasavvura sahip olmayışımızdan… En acısı da şudur sanırım, anlaşıp uzlaşabildiğimiz din, sünnet, ahlak, erdem, sanat tanımlarımız bile yok.  Tasavvur ancak bilinen, anlaşılan, içselleştirilen bilgi ve duyguların yoğunluğu ile oluşturulur. İnsan zira bilmediğine düşmandır.(Hz. Ali’ye atfedilir, bazı kaynaklarda hadis olduğuna dair bilgiler vardır.) Birbirimize karşı önyargılı oluşumuz, bilmediğimizden ve dolayısıyla tanımadığımızdan kaynaklanmaz mı? Yukarıda bahsettiğimiz üç tasavvur için insan önce kendini bilmeli, tanımalı ve hayat içinde kendini anlamlandırmalıdır. Bu yola çıkmak için, kişi fert olarak varlığını ve varlığını meydana getiren anlamları tefekkür etmeli, yaratılış(fıtrat)ının gereğini okumalıdır. Yazımızın en başında bahsettiğimiz gibi, idrakinin farkında olan insan, evrenden uzaklaşmalı(tefekkür açısından ve evreni anlamak için evreni karşısına almalı), bedenini aşmalı ve hürriyetini Mutlak Hürriyet Sahibi’ne teslim ederek hürriyet kazanmalıdır. Hürriyet, kişi açısından Tanrı tasavvuru ile sağlanır ve kişi kendini bu yüzden bilmelidir. Çünkü kendini bilen Rabb’ini bilecektir. Rabb’ini bilen, kendini sosyal bir varlık olarak görecek ve eylemlerini Rabb’ine olan imânı ölçüsünde eyleyecektir. Rabb’ini bilmenin sosyal bir varlık olduğumuza dair ilkesini, kul hakkının Allah hakkından evvel gelmesi[5] açısından değerlendirebiliriz.

İnsan, Tanrı ve Evren tasavvurunun ortak değerler açısından önemini de, sosyal bir varlık oluşumuzun bu üç tasavvur arasındaki ilişkiyle bağlantılı olması açısından vurgulayalım. İnsanın Tanrı tasavvuru; onun niyet ile eylem ilişkisini tayin eden ve ahlak, erdem, kul hakkı, edep, vicdan gibi mefhumların varlığını açıklayan bir idrakle mümkündür. Zira niyet ile eylem arasında korku, kaygı, aşk ve heyecan gibi duygular, insanın Tanrı ve Evren tasavvuru ile anlam kazanmaktadır. Ahlakın imânla bağlantısı, kişinin Tanrısıyla münasebeti, yakınlığı ile bilinmektedir. Vicdan, kişinin Tanrı’sına yakınlığı ve korkusu nispetinde oluşur. İnsanın Evren’i ele alış tarzı, ona yaklaşımı ahlak; Evren’e karşı tedbir alışı, kendine karşı itidalli olması erdem olarak tanımlanabilir. Bu en genel ve geniş manasıyla bize göre yorumdur. Bizim tanımlar üzerinden yaptığımız bu yorum, Fazlıoğlu’nun tasavvurlarla ilgili olarak bize aktardığı bilgi ve değerler üzerinden yapılmıştır. Sanırım, tasavvurlara İ.Fazlıoğlu’nun şu ifadesiyle yaklaşırsak ne demek istediğimiz anlaşılacaktır. ‘’Evren’in ne şekilde var olduğu, benim onunla girdiğim ilişkiyle alakalıdır.’’ Belirtmekte fayda var; Küçük Prens’i bir de bu nazarı dikkatten okumak anlam katabilir.

Evren’in, Tanrı’nın, İnsan’ın tasavvuru, insanın sahip olduğu iç âlem, metafizik ve bilgisiyle oluşuyor, sonucu beklenmeyen bir uzun yola girilmiş oluyor. Yine bu noktada Fazlıoğlu’nun bir hikâyesine dikkat çekmek isterim. Çünkü bu uzun yolun sebebi, insanın kendidir ve şöyle ifade eder: ‘’insan için en yakın yerin aslında en uzak yer olduğunu ve insanı insan kılan niteliğin yani sırrın insanın içine gömüldüğünü’’ dikkatimize sunar.

İnsanın insana, Tanrı’ya ve Evren’e bakışı ve bunların idraki, insanın içiyle alakalıdır. Netice; tahammül de sefer de insandadır yani. İnsandan başlayan, insanla devam eden bu yol, üç tasavvurun bize sunduğu dünya ile yoluna devam edecektir. İşte bu dünya, değerlerin yaşandığı ve insan ile değerlerin arasında sıkı bağların kurulduğu devamlılık gösteren birlik dünyasıdır. Her kim, değerler dünyasından ayrılır ve bir başka dünyaya intikal ederse ya da o değerleri yaşamaz ise, o kişi cemiyetinden ayrılmıştır. Bu noktada cemaat ve cemiyet içinde insan, değerlere sahip olmalı; insanlardan oluşan cemaat ve cemiyet de insan fıtratına uygun ve hür davranmalıdır. Bugün ‘mahalle baskısı’ algısının sıkça tekrarlanmasının sebebi, cemiyetteki kopukluktandır. Ferdin cemaatle ilişkisinde ya da cemaatin fertle ilişkisinde bir aksama, aykırılık var ise; fert kendine, cemaat değerlerine bakmalı ve itidal üzere birbirlerini tutmalıdırlar. Tasavvurların sunduğu değerler dünyasının önemi, fert-cemaat-cemiyet ilişkisinin bağları ölçüsündedir. Bu önemi, başlığımızın da esasını teşkil eden ve yazımızın başından itibaren kendisine iktibas ettiğimiz İ.Fazlıoğlu’ndan dinleyelim.

‘’her medeniyetin bir niyeti vardır ve bu niyet o medeniyetin özü, ilkesi olan theo-ontolojisi tarafından tayin edilir. Diğer tüm yapılar bu özün, ilkenin etrafında cisimleşir, şekillenir. Theo-ontolojisi olmayan bir kültür, medeniyet seviyesine eremez, erişemez.’’

Tanım, tasavvur ve değerler dünyası üzerine Bayram Kiriş ağabeyle konuşurken, aldığımız emanetin ne kadar ağır ve zor olduğunu ifade etmiştim. Kendisi şu ayetle yanıt verdi: ‘’Allah, insana kaldıramayacağı yükü yüklemez.’’ Ve ardından şunları da ekledi: ‘’Fıtrata uygun yaşamak, kolaydır. Bu kolaylığı doğru, güzel, iyi bir talim ve terbiye sağlar. Zorluk, insanın iradesini fıtrata uygun olanı tercih etmesini temin edecek talim ve terbiyenin verilmemesidir.’’ Biraz düşündükten sonra tebessüm ettik; çünkü insan aklı, kolaya ve bahane üretmeye meyilli. Zira şunları pek rahat söyleyebilir: ‘’bana zor gelen bir iş, fıtratıma uygun değil.’’ Sorumluluk ve mesuliyetten kaçabilir yani. O susmadı ve hemen şunları belirtti: ‘’Burası mümkünat âlemi…’’ Kendisinden ayrıldıktan sonra farkına vardım; evet insana zor olan bir şey yoktur ve fakat bu dünyada en zor şey, yine insanın kendidir.

Evet, medeniyet tasavvuru! Medeniyet hamlesini başlatacak olanlar! Medeniyet, insan içindir. İnsanın saadeti, bilgidedir. Bilgi için insanın ilk önce konumunu(mekân ve zamanını) bilmesi gerekir. İnsanın en başta ve en sonda bilmesi gereken, yine kendidir. İnsanın kendini tanımlaması için başvuracağı ilk şey; hürriyetidir. Hürriyet ise, insanın Tanrı tasavvuru ile alakalıdır. Bu yüzden yolda yürüyecek olan insanın ilk adımı, kendini aramak, bilmek ve yolda bulunmaktır. Kendini bilen Tanrı’sını bilir.

Son olsun; Yazının anlaşılmayacağına dair tenkitler aldım. Doğru bir tenkitti, mutlu oldum. Anlamayın. Anlaşılması için yazmıyorum, dedim. Ne yani? Okuyup geçecek misiniz? Geçin ve devam edin! Ahmet Arvasî’ye ‘’Efendim, Kendini Arayan İnsan ile İnsan ve İnsan Ötesi kitaplarınızı anlayamıyoruz. Bazı yerlerine dipnot düşüp açıklasanız’’ dediklerinde cevabı şu olmuş: ‘’Ben bu kitapları yazmak için çok çaba harcadım. Dilerim ki okuyucu da o çabayı gösterir ve kitaplardan istediğimi gerçekleştirmiş oluruz.’’ Hakikaten iki kitap, cümle cümle analize muhtaç ve ne hikmetse anlatılmakla anlaşılacak eserler değil. Her okuyan, bahsettiğimiz yoldan kendini bulmaya adım atacaktır. Fakat dikkatle okuyan, kendine göre metotlar bulacak ve kendine göre kendi doğrularını çizecektir. Sanırım istediği de bu idi. Sen, senin nevi şahsına münhasır olan ve mazhar olduğun ne ise, o kitaplardan onu alacaksın. Bu iki kitapla ilgili aklıma gelen Ken’an Rifâî’nin şu sözleri dikkat çekicidir: ‘’Bilgin sana kıymet, talebin neyse, o’sun sen.’’ Kitaptaki bilgiler, ancak seninle sana kıymetli ve sen neye mazharsan, onu göreceksin.

Kaynakça

Arvasi, S. Ahmet, Kendini Arayan İnsan, Bilgeoğuz Yayınları, İstanbul 2009

Arvasi, S. Ahmet, İnsan ve İnsan Ötesi, Bilgeoğuz Yayınları, İstanbul 2009

Fazlıoğlu, İhsan, Kendini Aramak, Papersense Yayınları, İstanbul Nisan 2016

Fazlıoğlu, İhsan, Kendini Bulmak, Papersense Yayınları, İstanbul Kasım 2015

Fazlıoğlu, İhsan, Sözün Eşiğinde, Papersense Yayınları, İstanbul Nisan 2016

Kösoğlu, Nevzat, Kitap Şuuru, Ötüken Yayınları, İstanbul 1994

Bardakoğlu, Ali, İslam Işığında Müslümanlığımızla Yüzleşme, Kuramer Yayınları, İstanbul Ekim 2016


Bir yanıt yazın