Kıymetli
Yeni Ufuk okurlarına, ufuktaki yeni selâmlarımızla diyerek bir girizgâh yapalım
ve en önemlisi bir merhaba sunmaktır şiarımızı naçizane not düşüp geçelim
meramımıza. Tahmin ediyorum ki yazının başlığına şaşıranlarınız kadar, sonu
nereye varabilir gibi şimdiden merak duyanlarınız da vardır. Doğrusu ben de bu
denemeyi yaparken yazıyı derleyebileceğim hususunda tereddüt etmedim değil.
Muhyi, yani tam adıyla
Muhyiddin Abdal’ın hangi dönemde yaşadığını net olarak bilemiyoruz. Yalnız
Muhyi’nin şiirlerine de rastladığımız, 16. Yüzyılda yazılmış bazı mecmualarda,
Muhyi’nin Hacı Bektaşi Veli, Otman Baba, Balım Sultan gibi ululardan
bahsettiğini gördüğümüz için onun ya onlarla aynı dönemde ya da onlardan sonra
yaşadığını düşünüyoruz. (DURBİLMEZ, Bayram, Muhyiddin Abdal’ın Tuyuğ ve
Mânileri, 1996) Bu konuda Prof. Dr. Şükrü Elçin, Halk Şiiri Antolojisi’nde Muhyiddin
Abdal’ın ölüm tarihini 1529 miladi yılı olarak vermektedir.
Muhyi, günümüzde tövbe
almak olarak bilinen inâbetini Balım Sultan’ın yanında yapmış; Akyazılı İbrahim
Baba’ya da intisap etmiştir. Bu bilgilere dayanarak 16. Yüzyıl Hurufi
şairlerinden biri olarak anabileceğimiz Muhyiddin Abdal, aslında Bektaşî
ulularından biri olarak kabul edilmektedir. Her ne kadar Otman Baba
Velâyetnamesi’nde, onun Bektaşîlerle arasının açık olduğu yazılı olsa da bu
durum değişmemiştir.
Şiirlerinde kullandığı
dili ise, Türkmen – Yörük Türkçesi özellikleri taşımaktadır. Üslubu Yunus Emre ile
Kadı Burhaneddin’in kullandığı dile de yakındır. Ayrıca Hatayî’nin, Kaygusuz
Abdal’ın, Nesimi’nin de etkisinde kalmıştır; özellikle tuyuğ ve mânilerinde
Nesimi’nin etkisi oldukça fazla görülmektedir.
Muhyiddin Baba Türbesi
ismiyle mezarının bulunduğu yer, bugün Edirne’nin Lalapaşa ilçesine bağlı Hacı
danişment köyü ile Vaysal köyü arasında kalan Çöke nahiyesinin merkezidir.
Edirne Halk Şairleri derleyicisi Vahit Lütfi Salcı’dan Muhyi’nin o dönemde
Edirne ile Kırklareli arasında kalan bu Çöke nahiyesinde yaşadığını
öğrenebiliyoruz.
Muhyi’den çıkmak için
elbette ki önce Muhyi’ye varmak gerekirdi; ben üst paragraflarda bunu
gerçekleştirmeye çalıştım, şimdi müsaadenizle Muhyi’den çıkıp “Zahid Bizi Ta’n Eyleme”ye
gelmek istiyorum.
Zahid Bizi Ta’n Eyleme,
Muhyi’nin ruh ve nefesinden hâsıl olmuş bir güfte olarak, bizlerin kulağında en
çok Erkan Oğur ile İsmail Hakkı Demircioğlu’nun sesiyle aşina bir beste halinde
duyulmuştur. Deyim yerindeyse, dilimizde daim raks edişi ise Muhteşem Yüzyıl
adlı TV dizisinde oldu. Şehzade Mustafa’nın boğdurulma sürecine tesadüf eden
bölümlerin efsane müziği olmasıyla, hafızamızda yer etmişti muazzam mısralar. O
günlerden şimdiye, Zahid Bizi Ta’n Eyleme’yi dinliyor, hasbelkader söylüyorduk;
ama içerdiği mânânın çok da farkında olmadan. Belki de başta biz bilmediğimiz
için o muazzam eserin anlam derinliğini, birçokları olur olmaz temalarında
kullanma cüretinde bulunabiliyordu Muhyi’nin şiirini. Beni her zaman en çok
yaralamış örneğini vermeden de geçemeyeceğim; umarım okuyucular kültür
mecrasının dışına çıktığımı düşünmezler. Yıllar önce Hatırla Sevgili isimli bir
dizide de tema müziği olarak kullanılmıştı Zahid Bizi Ta’n Eyleme, trajedinin
doruğuydu bizler için ama ya bilmiyorduk ya da ses çıkaracak gücümüz yoktu.
Dizide bazen açıktan bazen gizilden övgüye tâbi tutulan dünya görüşü, 18.
Yüzyıl diyalektiğinden öteye gidememiş materyalist bir bakıştı; değer yargıları
arasında hak ve hakikat kavramları olmamasına rağmen Zahid Bizi Ta’n Eyleme
gibi ancak Hakk’a yönelik bir şiir propagandist bir ses olabiliyordu.
Istırabım haline bürünmüş
olan bu gerçekdışı yanlıştan da yola çıkarak, Zahit Bizi Ta’n Eyleme’nin
hissimce tek gerçek doğrusunu açıklamaya çalışacağım; güftenin beste olmuş
dörtlüklerine doğru eğilerek.
Zahid bizi ta’n eyleme,
Hak ismin okur dilimiz;
Sakın efsane söyleme,
Hazret’e varır yolumuz.
İlk dörtlükte böyle
sesleniyor Muhyi, Zahid diyor; bizi ta’n eyleme. Dünyanın çok dindar olmuş ama
irfan sahibi olamamış sofularına dönüp, bizi kötülemeyin diyor. Bizim de
dilimiz Hak ismini okur, sen sen ol sakın efsane söz etme; bizimde yolumuz
hazret olana varır diyor. Ve benim, daha bu ilk dörtlükte ülkücüler
parıldamıştır aklımda. Değil mi ki onlar, hak davanın yolcularıyız diye ilk
belirdikleri andan beri zaman sahnesinde, en çok kötülenen en çok hor görülen
dönemin çeşit çeşit zahidleri tarafından. Onlar değil mi, dilleri Hakk’ın
ismini söylediği halde, yolları Peygamber’e vardığı halde daima efsanelerle
uydurmalarla yalnız bırakılanlar.
Sayılmayız parmağ ile
Tükenmeyiz kırmağ ile
Taşramızdan sormağ ile
Kimse bilmez ahvalimiz.
Muhteşem bir dörtlüğünde
daha diyor ki Muhyi, sayılmayız parmakla, tükenmeyiz kırmakla; taşramızdan
sormakla, kimse bilmez ahvalimizi. Vallahi öyle; neredeyse yarım asır oldu
ülkücü hareket denileli bize, ne sayımız belli oldu parmak hesabıyla ne de
tüketebildiler bizi kırıp dökmeyle. Hep de dışarıdan soruldu ülkücüler,
içimizin yangınından bir haber dışarıdan bir hal çizdiler çizmesine de
hakikatte hiçbiri bilemedi ahvalimizi; içimizden bakmadan dışımızı görseler ne
çıkardı zaten.
Erenlerin çoktur yolu,
Cümlesine dedik beli;
Gören bizi sanır deli,
Usludan yeğdir delimiz.
Hâlisâne anlatmaya devam
ediyor Muhyi, elbet diyor çoktur erenlerin yolu, hem biz cümlesine dedik hay
hay peki; gören sansa da bizi deli, uslunun yanında daha iyidir bizim delimiz.
Altın neslin alperenleri olan ülkücülerin siz hiç gördünüz mü erenlikle,
erenlerle anlaştıramadığı bir şey olduğunu, siz hiç gördünüz mü onların
ötesinde, aksinde bir köy kurduğunu. Görmediniz, göremezsiniz; Alpliğimiz
delilik gibi bilinse de uslu olmak yâr olmaz bize dedik, ne Alplikten geri
durduk ne erenlikten yüz çevirdik hamdolsun. Biliriz, bir an vazgeçsek bu
düsturdan, çatışılır fıtratla; düşülür fetrete.
Muhyi sana olan himmet,
Âşık ise cana minnet;
Cümle âlemlere rahmet,
Saçar şu yoksul elimiz.
Deyişinin sonunu getiriyor
Muhyi, özüne bir manevî yardım istiyor, bağlılığım ve sevgim yalnızca Allah’ıma
ise ne mutlu diyor; hem O’ndan bana dönen rahmeti, şu yoksul elim dâhi saçar
cümle âleme diyor. Böyledir vesselâm; bir dokunuş ister ülkücü, ruhunun
içtenliklerine sirayet edecek manevî bir dokunuş, tek bir Allah’tır o yegâne
dokunuşun sahibi; kulluğumuz tam ise ona der ülkücü, var mıdır başka bir mesut
olma merhalesi. Kimsesiz yüreğine boşalan sağanak sağanak rahmetiyle zengin
olmuştur ülkücünün gönlü, o zengin gönlünden düşürür yoksul eline Yaradan’ın
duraksız rahmetini; taliptir hep saçıp savurmaya.
İşte Muhyiddin Abdal’ın
eşsiz şiiri Zahid Bizi Ta’n Eyleme’nin kendi duyumsamamda yeri, önemi ve mahiyeti
budur naçizane. Sizler tam burada yeniden açın eseri dinlemeye başlayın;
dördüncü dörtlüğe gelmeden önce bir bölüm var orayı düşünedurun, bakalım alt
satırlardan itibaren aynı mı düşünmüşüz.
Şüphesiz biz Allah’tan
geldik ve şüphesiz dönüşümüz O’nadır, mealine gelen; İnnâlillâhi ve İnnâİleyhi Râciûn
Bakara Sûresinin 156. âyetidir. “Biz Hâ isek siz de Hâ’sınız, siz Hû iseniz biz
de Hû’yuz; Hâyy’dan gelen Hû’ya gider.” Uyarısının Hâyy’dan gelen Hû’ya gider
kısmı da öz bir mealdir aslında ayete; ama o cümlenin artısı Biz Hâ isek siz de
Hâ’sınız, siz Hû iseniz biz de Hû’yuz kısmıdır. Yaratılan, Yaratan’ın
yansımasıdır ancak; her zerresine ve iliğine kadar yansıması, Hâ ise de Hû ise
de ancak O’nun yansımasıdır. Dönüşün gize sarmaş dolaş olmuş tek apaçıklığı da
budur; bu ise daha bir “Biz”dir, daha bir “Bizim”dir.
Maksad-ı hâsıl oldu mu
takdir sizin efendim, son olarak Muhyi kendi çağının ülkücüsü müydü bilinmez
ama Zahid Bizi Ta’n Eyleme ülkücünün ve ülkücülüğün manifestosu gibidir
diyorum.
2018-12-16