Hasip Saygılı imzalı ‘Osmanlı’nın Son 40 Yılında Rumeli Türkleri ve Müslümanları’[1]kitabı benim gibi Balkan ilgisi yüksek bir okur için oldukça davetkâr bir isme sahipti. Nitekim kitap bittiğinde bu davetkârlığın yerini bir tatmin duygusu aldı. Evet, ağırlıklı olarak Kosova bölgesinin yer aldığı ama Yunanistan’dan Makedonya’ya, Bulgaristan’dan Romanya’ya kadar uzanan bir coğrafyada oldukça doyurucu ve ilgi çekici bir okuma serüveni yaşadım.

Hasip Saygılı’nın kitabı dokuz farklı makale ile bir rapordan oluşan 10 bölüm halinde. Bazı bölümlerde doğal olarak bazı tekrarlar da var. Hoca, bu kitabı meydana getiren makaleleri muhtelif tarihlerde daha önce  yayımlamış. Ancak bu akademik yazıların konu bütünlüğüne sahip kronolojik bir kitap olarak neşri de isabet olmuş. Kitap bölümleri akademik tarz ile kaleme alınmalarına rağmen okuru yormayan, bilgi verirken sıkmayan sıcak bir tarza da sahipler. Hoca, kitabını üç tarihi şahsiyete ithaf ediyor. Bunlar, Müşir Mehmed Ali Paşa, Jandarma neferi Halim ve Hafız Arif Efendi. Kitap bittiğinde bu üç ismin hem kimler olduğunu hem de ehemmiyetlerini anlıyoruz.

İlk bölümde Müşir Mehmed Ali Paşa’yı tanıyoruz. Kitabı okuyana dek kendisi hakkında hiçbir bilgim olmayan  bu Paşa’yı, Hasip Hoca, Kosova’da subay olarak görev yaptığı yıllarda tanımış olsa gerek. Paşa, aslen Magdeburg’lu bir Alman. Küçük bir çocukken Osmanlı’ya sığınıyor ve sonrasında Müşirliğe kadar yükseliyor. Müslüman olmuş bir Alman olarak Türk heyetini 1878’de Berlin’de temsil edip, Alman imparatorunun da nefretini çekmiş bir asker. Osmanlı’ya bağlılığı tartışılmaz. Ancak Arnavut bölgesi Yakova’daki görevi sırasında isyancı Arnavutların tepkisini çekiyor. Nihayetinde konağında misafir bulunduğu Arnavut Abdullah Paşa’yla birlikte katlediliyorlar. Paşa’nın mezarı halen orada. Ancak toplumsal hafızada, Alman kökenli olmasının da etkisiyle ‘sünnetsiz, kâfir’ gibi bir intibası olduğu için hiç de hak etmediği bir unutulmuşluğa terk edilmiş. Kitapta o dönemde Arnavutların, murtat/mürted, İslam dışı olmuş olduklarını düşündükleri bazı Türk yetkililer ve askerlere saldırırken kendileri için ‘haydi gerçek Türkler…’ demeleri de ilginç bir vakıa olarak anlatılıyor. Bu arada Paşa’nın magazinel bir tarafı da var çünkü Türkiye Cumhuriyeti döneminin ünlü politikacılarından Mehmet Ali Aybar ile şairler Oktay Rifat ile Nazım Hikmet’in büyük dedesi imiş. Üstelik Milli Mücadele kahramanlarından Ali Fuat Cebesoy’un da dedesi oluyor.


            Ankara’da Rus büyükelçisinin öldürülmesi ülkemizde çok taze bir konu. Ancak ilginç bir rastlantı, kitapta böyle bir durumun Türk topraklarında ilk defa olmadığını ortaya koyuyor. Art arda gelen iki makalede önce Mitroviçe’de sonra da Manastır’da öldürülen iki Rus konsolosunun hikayeleri var.

Mitroviçe Arnavut ve Sırp nüfusun birlikte yaşadığı bir şehir. Panslavizm peşindeki Rusya’nın Balkan politikası ise çok açık. Provokatif bir şekilde, hiç gereği yokken Mitroviçe’de bir konsolosluk açmaya karar veriyorlar. Yerel Arnavutların ve Osmanlı idaresinin ikazlarına, hatta çete reisi İsa Bulatin‘in tehditlerine rağmen de bunu yapıyorlar. Yazarın ifadesiyle, Kosova’da Arnavutların, diğer Hristiyanları ‘Hristiyan, Ortodoks, Hırvat,     İtalyan’ gibi dini ve etnik referanslarla anarken Sırpları pejoratif bir tavsifle ‘cavur/gâvur’ olarak bugün bile niteledikleri bir vakadır. O dönemde durum aynıdır. Cavur elçi istenmemektedir ve nitekim sonunda bir Arnavut tarafından öldürülecektir. Grigori Şerbina adlı konsolosun öldürülmesi bir bölüm konusudur. 

Ardından gelen bölümde ise kısa bir süre sonra bu sefer daha büyük bir merkez olan Manastır’ın Rusya konsolosu Aleksandır Rostkovski öldürülecektir. Rostkovski, Şerbina’ya göre oldukça aksi, Türk ve Arnavut düşmanı biridir. Bu duygularını her ortamda açıkça sergilemekte ve halka hakaret etmektedir. Nihayetinde bir Türk Jandarma eri olan Halim, kendisini tokatlayan ve hakaret eden konsolosu çekip vurmuştur. Bu cinayet Müslümanların gözünde bırakın kötü bir şey olmasını, oldukça şerefli bir davranıştır. Çünkü bir milletin izzeti kurtarılmıştır. Ancak diplomasi hiç de öyle demiyordur. Payitaht, Rusya’dan defalarca özür dileyecek; tazminat ödeyecek; sadece cinayeti işleyen nefer Halim’i değil, ilgili ilgisiz pek çok kişiyi de cezalandıracaktır. Nefer Halim’in cezası idamdır ve infaz edilmiştir. 

Dördüncü bölümde ise Rus diplomatları ile Bulgar komitecilerinin bağlantıları irdeleniyor. Yine yazarın ifadesiyle, ‘(19. yüzyılın başlarında) Rumeli’de de Osmanlı Devleti’nin yapacağı hemen her türlü uygulama Büyük Güçlerin vesayetine tabi bir hale gelmiş görünmektedir. Mesela Rumeli şehirlerindeki Bulgar, Yunan ve Sırp okullarıyla karşılaştırıldığında sayı ve kalite açısından zayıf olan resmi devlet okullarına destek sağlamak için bölgede tüketilen şeker ve petrole kısıtlı bir vergi konulma girişimi daha tasavvur halindeyken bile Rusya Sefaretinin tepkisiyle karşılaşmakta ve hayata geçirilememektedir.’ Bulgar çetecilerine çıkarılan aflar, işledikleri vahşi cinayetler ve esas amaçları olan ‘o kadar çok olay çıkaralım ki, Batılılar Osmanlı’nın burayı yönetemediğini anlasınlar’ felsefesi örneklerle işleniyor.

Beşinci bölümde ise bu sefer Bulgar değil Yunan çeteleri işleniyor. Türk idaresinin başlangıçta Bulgarlara karşı Yunan çetelerini desteklediklerini, çetelerin başlarında Yunan zabitlerin bulunduğunu; Yunanların özellikle Etniki Eterya aracılığıyla Balkanlardaki Helenizm çalışmalarını anlatıyor.

                Altıncı bölümde ise konu ile Balkan Savaşları. Türk tarihinin belki de en utanç verici mağlubiyetinin yaşandığı 1912 yılına gidiyoruz. Hasip Saygılı buradaki tezini, mağlubiyetin temel sebebinin sadece bilindik asker arasındaki siyaset, yanlış politikalar vesair olmadığı esas sebebin Müslüman ahalideki insan kalite(sizliği) ve sosyal çözülme olduğu şeklinde örneklerle anlatıyor. Benim gibi konuya düşkün olanların gayet iyi bildikleri sebepler bunlar. Örnekleri verirken de Mehmet Akif’in şiirlerinden, Tatar seyyah Fatih Kerimi’nin dönem notlarına kadar farklı kaynaklardan istifade ediyor. Bezginlik, eğitimsizlik, millet ve vatan fikrindeki yanlışlıklar, irtibatsızlık, ülküsüzlük, nitelikli insan azlığı… 

Yazar yedinci bölümde bir Kosova türküsünü konu ediyor. Bizatihi dinleyip kayda geçirtiği bu türküde Prizrenli Müslümanlar Birinci Dünya Savaşı yıllarında Osmanlı padişahı Sultan Reşad’a sesleniyorlar. Düzenin bozulduğu, Sırpların ülkeyi işgal ettiği, Müslümanların zelil olduğu, bayrağımızın indirildiği, camilerde rakı sofraları kurulduğu gibi pek çok şey bu ağıtta kendine yer bulmuş durumda. Ağır, devrin ruh halini yansıtması bakımından hayli kayda değer…

Kitabın sekizinci bölümünde Birinci Cihan Harbinde Balkanlardan, Osmanlı ordusuna gönüllü katılımlar işlenmiş. Ağırlıklı olarak Kosovalı Arnavutlar olmak üzere Türk ve Boşnakların da ciddi oranda Osmanlı ordusuna yazıldıkları görülüyor. Bir bakıma Balkan Savaşlarının ayıbını örtmek manasına da gelen bu katılımlar sonucu Rumelili Müslümanların Romanya cephesinden, Çanakkale’ye, Irak çöllerinden Azerbaycan’a kadar pek çok cephede savaştıkları görülüyor. Bunlardan bazıları geri de dönebiliyor. Nitekim Hasip Saygılı’nın da görev yaptığı süreçte Kosova’daki iki aileye dedelerinden kalan terhis belgeleri nedeniyle törenler düzenleniyor. Bu arada Sırplar tarafından ordularına zorla asker alınmak istenen Müslümanlara ‘Sırplar gibi ecnebi bir hükümete muavenet mugayir-i diyanettir’ dediği için görev yaptığı cami içinde süngülenerek şehit edilen Hafız Arif Efendi’nin trajik hikâyesi de Osmanlı Arşiv belgelerine dayanarak anlatılıyor.

Yazar dokuzuncu bölümde Kosovalı Arnavutlardaki Türk algısını işlenmiş. Yaşanmış hadiselerin ışığında olumlu ve olumsuz imajlara yer verilmiş. Yerli halkın Türk algısı genelde çok olumlu. Hatta Türkiye’yi ikinci vatan olarak görüyorlar. Birkaç örnek verirsek; hastalığı sebebiyle ayak parmaklarının kesilmesi icap eden bir yaşlı bir Arnavut, ‘eğer Türk doktorlar da aynı şeyi söylerse’ bunu kabul edeceğini belirtiyor. Ya da 1999’daki müdahalede –ki o sevgi görüntülerini hatırlıyoruz- BM’nin bütün uçaklarının Sırp hedeflerini kasıtlı olarak ıskaladığı ama sadece Türk pilotların görevlerini yaptıkları anlatısı gibi şeyler… Olumsuz imaj ise yıllarca aldıkları eğitimden kaynaklanıyor. Hem Arnavutluk hem de Yugoslavya’da Osmanlı dönemi sürekli kötülendiği için özellikle aydın ve siyasetçiler arasında Türk imajı olumsuzlaşabiliyor.

Son bölümde ise Hasip Hoca’nın Kosova’daki görevi sırasında 8 Eylül 2010 tarihli faaliyet raporu ve tavsiyeleri yer alıyor. Konuya ilişkin şahsen görüştüğümüz yazar yetkili makamlara gönderdiği makamının okunmadığını düşündüğü için bazı kısımlarını kitabına aldığını ifade etmiştir. Kosova’da 2007- 2009/2010 yıllarında Kurmay Albay rütbesiyle Türk Temsil Heyeti Başkanlığı gibi kritik görevler yapan Doç. Dr. Hasip Saygılı’nın Görev Sonuç Raporu’ndaki Kosova’daki soydaş ve dindaş camia ile ilgili tespit ve değerlendirmelerinin de duyarlı okuyucu kesimi dışında siyasi karar verici ve planlayıcılar tarafından dikkate alınmasını diliyoruz.

                Özetle, Hasip Saygılı hocanın birbirinden kıymetli makalelerinin cem edildiği bu kitap, konuya ilgi duyan herkes için çok ciddi ve faydalı bir kaynak eser olmuştur, diyebiliriz.

[1] Hasip Saygılı, Osmanlı’nın Son 40 Yılında Rumeli Türkleri ve Müslümanları 1878-1918, İstanbul, İlgi Kültür Sanat Yayıncılık, 2016, 256 sayfa, ISBN: 978-605-4977-73-4.


Bir yanıt yazın