Van’ın Ahlat ilçesinde bir yoksul kadın yaşardı. 1681 yıllarında; bir kızı vardı yeryüzünde, başka kimsesi yoktu. Belki yüz okka gelirdi ağırlığı, belki daha çok; iri mi iri bir kadındı, kızı da zayıf mı zayıf idi. Yedikleri aş bir avuç darı ve ısıtılmış mısırdı; eşten dosttan, sağdan soldan iyiliksever insanlardan gelen yiyecekler ne ise kursaklarına o girerdi.
Bu yoksul kadın, bu az yiyecekten de şişmanlardı… İçtiği sudan, aldığı havadan da. Bir gün geldi ki, şişmanlıktan yürüyemez, yerinden kımıldayamaz oldu. Öyle iken, yine de Tanrı’ya şükrederdi: ”Ulu Tanrım beni sevdiğinden böyle şişmanlatıyorsun… şükürler olsun!..”
Tanrısını severdi; zaten O’ndan başka bir şey bilmezdi. Tanrı’ya nasıl ibadet edilir, nasıl kulluk yapılır kimse öğretmemişti. Kendi kendine bir dua tutturmuştu, sabah akşam beş vakit Tanrısına o duayı ederdi.
Bir de insanları severdi bu yoksul kadın; insanlara, hele düşkün insanlara acırdı. Kendi hâlini düşünmez, akşama sabaha bir avuç yiyeceği olsa da, bir düşkün insan kapısını çalsa, bir lokma yiyecek istese elinde olanın hepsini verirdi. Zaten kapısı açıktı ardınaca. Her dileyen, dilediği saate çekinmeden girerdi.
Bir de yeni doğum yapmış kadınları düşünürdü. Kendisi çok doğum yaptığından mıdır nedir, ilçede yeni kurtulmuş bir kadın duysa hemen kızını ona yollar, hizmet ettirirdi. Şişmanlığından kendisi gidemediği için üzülür, kızına sıkı sıkıya tembih ederdi lohusaya iyi hizmet etmesi için.
Bir gün öldü bu yoksul kadın. Karlı bir kış kıyamet gününde, yıllardır özlemini yüreğinde, sevgisini gönlünde taşıdığı Tanrısının çağrısına uydu. Kızı, anasının varlığına alışmıştı. Bu pek birdenbire gelmiş ölüm karşısında eli ayağı tutmaz oldu; ne yapacağını şaşırdı, ağlayamadı bile. Neden sonra komşulara haber vermeği akıl etti.
Fakat kış o gün en soğuk gününü sürüyordu. Fırtına göz açtırmıyor; kar, açıkta kalan yüzlere ve ellere değer değmez daha, donuyor, değdiği yeri de donduruyordu. Binbir güçlük içinde mahallenin imamı, muhtarı ve bekçisi geldiler. Ama ölen kadının iriliği karşısında onlar da bir şey yapamadılar. Bu kadını yerinden kaldırmak, getirip teneşirde yıkamak, tabuta koyup mezarlığa götürmek başlı başına bir dert olacaktı. “Yarın hava durulursa gelir gerekeni yaparız” deyip gittiler.
Ertesi gün hava duruldu gerçekten. İmam ve ötekiler, yanlarına bir kaç komşu daha alarak ölü evine gittiler. Fakat ölü yoktu. Kız şaşırmış bir halde: “Dün akşama doğru gelip cenazeyi kaldırdınız ya…”dedi. “Hattâ hepinizin sırtında yeşil cübbeler, başınızda yeşil sarıklar vardı. İçinizde bir de nur yüzlü kadın bulunuyordu. Annemin ölüsünü o yıkadı…”
İmam ve ötekiler büyük şaşkınlık içinde: ”Nasıl olur? diye bağırdılar. “Dün, biz bu evden ayrıldıktan sonra evlerimizde kapanıp kaldık. Camiye bile gitmedik…”
Buna rağmen kız ısrar etti. Evet gelmişlerdi, yeşil cübbeliydiler hem de; yeşil sarıklıydılar, hepsi de birbirine benziyordu.
Ölü, evde olmadığına göre kızın doğru söylediği anlaşılıyordu. Ama hiç biri, dün evden çıkmamıştı dışarıya. İşin içinde bir iş vardı yüzde yüz.
Çok yaşlı, güngörmüş, gönlü ganî bir yaşlı adam kıza yaklaştı: “Yavrum ”dedi; “Anan senin mübârek bir hatundu. Herhalde erenler himmet buyurdular. Fakat bir şey öğrenmek istiyorum ben. Ananın nasıl dua ettiğini biliyor musun? Dua ederken ne derdi?”
Kız: “Biliyorum” dedi; “Annem her zaman, ey Ulu Tanrım, diye başlardı duasına. Ey Ulu Tanrım, benim bedenimi öyle şişmanlat, öyle şişmanlat ki, bütün cehennemini bir benim bedenim doldursun tek başına ve başka bir insana yer kalmasın… Ve orada, cehenneminde, benden başka yanan olmasın!..”
Türk İslam Efsaneleri s. 114-116