İnsan…

Her bir ‘’ol’’ emrinin içinde, oluşun ve yenileşmenin verdiği değişimle büyümekte, olgunlaşmakta velhasıl yaşamaktadır. Her bir anın fotoğraf kareleri gibi yan yana gelerek oluşturduğu zaman telakkisi içinde bunalımlar, çırpınışlar, sevinçler, hüzünler, hasret ve vuslatlar yaşamaktadır. Üç boyutlu maddeler aleminde, kendisine lütfedilmiş mekanlar içinde gel-gitleri ile hürriyet peşinde koşmaktadır ve tabiri caizse kendisini aramaktadır. Duyularıyla fark ettiği her meta ve kavrama kendinden mana vermekte, onu kendi süzgecinden geçirmekte ve anlamaya çalışmaktadır.

İnsan, duyularıyla fark ettiğini idrak etmeye, yani; “metaya kendinden değerler atfederek’’ idrakine almaya çalışmaktadır. İdrak ettiğini, şuurun demir parmaklıklarına almaya çalışır. Gerçekten de alması gerekir. Zira, şuurunu harekete geçirememiş insanlar daha çocukturlar. Hayatla birlikte olgunlaşan aklın bazen esaretine kapılan insan, zekasıyla “ben’’liğini üç boyutlu aleme kabul ettirme çabası içine girer. Akıl, insanı kimi zaman yerlere attığı gibi kimi zaman da göğe çıkarabilmektedir. İşte insan, bu yer ile gök arasında kendini aramaktadır.

Şuurunu harekete geçirmiş insan, esaretinin farkına varmış; iradesiyle kendisini hapseden demir parmaklıkları kırmaya yeltenmiş ve kırmıştır.  Ancak, dışarı çıktığında karşılaştığı manzara her seferinde bir önceki durumdan daha zor ve daha çetrefilli olmuştur. İdrakini çalıştırıp, şuurunu harekete geçiren insan, irade sahibi olmuştur. İradesiyle birlikte içinde yaşadığı toplumu tanımaya çalışmıştır. Acaba çalışabilmiş midir? Artık irade sahibi olan bu insan; yaşadığı ve mensubu olduğu toplumda, kendi “ben’’liğini başkasına aşılamak gayesine bürünmüştür. “Ben’’liği ile birlikte, objektifliğini başkalarına kabul ettirme çabasını girişmiştir. “Ben’’liği ile dost bulma ve etkileme sürecine sarılmıştır. İnsanlar farkında olmadan bu metalar aleminde tepki görmekte ve bu tepkilere karşı “ben’’liği ile etki yapmak istemektedirler. İşte bütün çıkmazlar, psikolojik buhranlar, bunalımlar bu döngüden kaynaklanmaktadır. Her bir insan, bir başka insana kendi öz ‘’ben’’liğini kabul ettirme ve bu şekilde yaşama arzusunu doyurmak istemektedir. Halbuki, insan iradesini sağladıktan sonra sorumluluk bilincine ulaşıp, ‘’insan-ı kamil’’ olmayı arzulasaydı; kendini bulup, kendinden vazgeçebilecekti. Bu vazgeçişle birlikte kamil insan olabilecekti. Bu vazgeçiş, sorumluluk sahibi insan için bir kurtuluş ve hizmet vesikasıdır. Toplum içinde insan, sorumluluk sahibi olsaydı; o toplum, yeniden bir Selçuklu, yeniden bir Osmanlı olabilecek ve tarihi bir mefkureye bürünebilecekti!

İnsanın Çocukluğu

İnsan bebekliği ile birlikte daha ismini öğrenmeden, tabiatı gözleyecek, etrafındaki eşyaları görecek ve zihnine yer ettirecektir. Daha ismini öğrenmeden sobanın “cıs’’, sıcaklığın “puf’’ olduğunu kavrayacaktır. Her bir eşyaya, kendi nazarında anlam yükleyecek, korkacak veya sevinecektir. Bütün bunlarla birlikte ismi söylendikçe farkında olmadan o ismi üzerine giyecek, etrafındaki ağacın oyuncağa benzer tarafını görecek, evin korunma olduğunu fark edecek ve kavramları da bildikleriyle mukayese ederek zihninde canlandıracaktır. Etki etme kabiliyetini yaramazlıklarıyla, etrafındakilerin etki alanına sokacaktır. Çocuk, ismi ile birlikte şahsında yer ettiği durumu anlamaya zorlanacak, zorlandıkça o haliyle düşecek, yardım edilse de edilmese de kalkacak, ağlayacak ve (insanların hayatından bir daha çıkmayacak olan ve çocukluktan başlayan) ilgiyi bekleyecektir. Bu ilgi ile büyüyecek ve ergenleşecektir. Zaman, o insanın duygularını zorlayacak ve kendini aramaya başlayacaktır. Evde annesinin namaz kılışını görecek, sokakta oyunlara katılacak, okulda konuşulanları merak edecektir. Ev ile sokağın çarpıklığını fark edecek ve seçimini yapacaktır. Hep bir çıkar yolu kafasında oturtup, zekasıyla birlikte farkındalığını taşıracak, okulda kalemleşecek ya da silgileşecektir. Bu durum, insanın tek seçimine göre değil; çevre, zaman ve mekanına göre derinleşecektir.

Ev ile sokağın farklılığı gözler önündedir. Sokak ile diğer bir başka sokağın farklılığı sinsice insanımıza temas etmektedir. İşte bebekliğinden bu yana devam eden ev ve sokak eğitimi yerini artık, insanımızın tercihine göre eğitimsizliğe bırakacaktır. Aile içi sıkıntılar, mahalle kültürünün bozulması ve toplumda ki bu buhran, insanımızın özüyle eğitilememesinden kaynaklanmaktadır. Bebekliği ve çocukluğu yaşayan insanımızın gençliği, medya, sokak ve evlerimizde görülmektedir. “Sebep ne?’’ diye soranlarla doğru yoldayız: Eğitim! Bu kadar soyut mu?

İnsanın Eğitimi

Eğitim, insanın kendisini bilmesiyle başlar. Niyetiyle, iradesini harekete geçirmesiyle devam eder. Kendini bilmeden, ne bildiğini bilmeden, nerede ve neyde tecrübe ve yeteneği olduğunu bilmeden, kendisine mazhar olmuş kelimeyi bulmadan insan; yürüyemez, mesafe alamaz.

“Kendisine mazhar olmuş kelime’’den kastedilen; yetenek ve tecrübenin insanla özdeşleşen, şahsın ismi söylendiğinde kişiyle birlikte akla gelen ‘o kelime’dir. Yani; Ebubekir dendiği zaman merhamet, Ömer dendiği zaman adalet, Osman dendiği zaman haya, Ali dendiği zaman cesaret nasıl akla geliyorsa; kişi kendi ismiyle de, kendisine mazhar olan, kendisini hatırlatan kelimeyi bulmalıdır. Bu kelimeyi kuşanmalı ve bu dünyada ki vazifesi o kelimede sırlıymışçasına hareket etmelidir. Yetenek ve tecrübesi ışığında o isimle birlikte yaşamalıdır. Her bir ferdin farklı farklı önem ve yeteneği, bir mefkureye odaklanır ve bu vesileyle çokluktan birliğe erişirse, cemiyet ruh kazanacaktır.

Ferdin kendi “ben’’liğini kuşanıp, bir cemiyete dahil olması ile şahsiyeti oluşur. İnsan, şahsiyet sahibi olursa, esaretinden kurtulup, milletine hizmette yola koyulur. İradesiyle cemiyete dahil olup, şahsiyet sahibi olmuş bu insan; sorumluluk alarak kamil insan olmaya çalışır. İşte bu vesileyle; duyularıyla çevresini anlamaya çalışan insan, idrakiyle kendine gelmiş, şuuruyla titremiş, iradesiyle şahsiyetini bulmuştur. Şahsiyet sahibi insan, cemiyette vazife ve sorumluluğu omuzlarına yüklemiştir.

Cemiyette insan, niyeti ile tanınacaktır. Mazhar olduğu kelimenin akıbeti, niyeti ile belli olacaktır. O niyet ile hamiyet sahibi olacak, cemiyetiyle birlikte muavenet edecektir. Meşveret sofrası kuracak, bu sofradan müşavere kaşıklayacak ve mürüvvetini tadacaktır. Kadirşinaslık ile insanlar cemiyetine kuvvet katacaktır. Bu şekilde insanlar, yerini ve şahsını tanıyacaktır.

Meşveret sofrasından kaşıklanan ilk müşavere ise, Mehmet Kaplan’ın şu ifadelerindedir:

“Bizi zalim yapan, kendimizde olanı başkalarında yokmuş zannetmemizdir. Bizi zalim yapan kendimizi ‘sujet’, başkalarını ‘objet’ gibi almamızdır. Bütün insanlar ayrı ayrı birer ‘sujet’tirler. Her insan bir ‘ben’dir. Kimse kimsenin vasıtası değildir. Her insan kendi kendisi için bir gayedir.’’

Öyleyse; her insan “ben’’liğini tanımalı ve korumalıdır. Her bir ferdin “ben’’i, cemiyetin ahengini oluşturmalı ve cemiyeti çokluktan birliğe kavuşturmalıdır.

Mürüvvetimizi görmemiz dileğiyle…

Bir yanıt yazın