Milletleri oluşturan fertler aile içine doğar, evvela ailenin havasını teneffüs eder. Ailenin değerleri ile tanışır. Aile ve toplumun maddi ve manevi değerleri kişiyi şekillendirir; şahsiyetinin oluşması burada başlar. Okullar ve üniversiteler ise kişiyi disiplinli bir eğitim sürecinden geçirir.
O halde bir Ülkücü’nün dünyasını şekillendiren kültür ve inanç kaynakları nelerdir?
Bir Ülkücü’nün dünyasını şekillendiren kültür ve inanç kaynaklarının ilk ve en önemli taşıyıcısı “dil”dir; Türkçedir. Ülkücü, içine doğduğu ailenin evvela dilini öğrenir; Türkçe, onun ağzındaki ilk “ana sütüdür”. Evvela bu süt ile beslenir. Türkçe, milletimizin ses bayrağıdır. Onun içindir ki merhum Cemil Meriç: “Kamusumuz namusumuzdur.” demiştir.
Bir Ülkücü’nün kültür ve inanç kaynaklarından ikincisi, dinî inançlardır. Kişi, dinî inançlarına ilk çocukluğunda aşina olur, öğrenir; gençliğinde araştırır ve uygular. Fikirlerin oluşması ve belirli davranış kalıplarının yerleşmesi bu dönemde gerçekleşir.
Doğduklarında kulaklarına ezan okunur, odalarda namaza durmuş nineler görür, mübarek akşamlarda bir minderin köşesinde okunan Kur’anı işitir, bir raf üzerinde duran Kitabullah’ı indirip küçücük elleriyle açar, gülyağı gibi bir ruh olan sarı sayfalarını koklar, ilk ders olarak besmeleyi öğrenir. Kandil günlerinin kandilleri yanarken, bayram topları atılırken sevinir, cuma ve bayram namazlarına babasıyla gider, camilerde şafak sökerken alınan tekbirleri dinler, dinin bu merhalesinden geçerek Türk olur ve hayata atılır.
Şayet cinsiyeti kız ise bu dini ve milli terbiyelerin birçoğunu babası ile beraber annesinden de alır. Mahalledeki Kur’an kursuna gider, Kur’an’la beraber temel ilmihal bilgilerini de annesinden, hoca hanımdan öğrenir. Sonra tahsil hayatına her kademede devam eder.
Erkek çocuğu vakti gelince sünnet olur, mevlit okutulur, dualar edilir, fakir fukaraya, ihtiyaç sahiplerine yardımda bulunulur. İlkokul, ortaokul, lise çağlarında Dede Korkut destanlarını, Yaratılış ve Türeyiş destanını, Bayrak şiirini, İstiklal Marşı’nı, Fetih Marşı’nı okur ezberler. Ömer Seyfettin’in hikâyelerini Abdullah Ziya Kozanoğlu’nun romanlarını, Bozkurtların Ölümü ve Bozkurtlar Diriliyor romanlarını okur. Yerli ve yabancı bütün klasikleri okur. Delikanlılık çağında düğünlere katılır, davul zurna eşliğinde halay çeker, Artvin’de ata barını, Erzurum’da hançer barını, Karadeniz’de horonu, Ege’de harmandalı zeybeğini oynar; İç Anadolu’da bozlakları söyler, saz çalmayı, ney üflemeyi, kanun, kemençe, ut ve bütün tarihi milli çalgılarımızı öğrenir. Delikanlılar askere giderken ellerine kına yakılır, vatanı için milleti için dini için devleti için gerekirse kurban olsun diye. Dünyanın hiçbir yerinde görülmemiş coşkularla, şenliklerle asker yolcu edilir. Bu Türk milletine has bir gelenektir. Sonra sıra gençlerin yuva kurmasına gelir. Bildiğimiz bütün örf ve adetlerden sonra hali vakti yerinde olanlar düğün yaparlar. Gelin ay yıldızlı bayrak misali al rengi duvak takar. Delikanlıyla meydanda milli oyunlar oynanır. Misafirlere yemek, gül şerbeti, bal şerbeti, meyan şerbeti gibi yerli ve milli içeceklerimiz ikram edilir.
Mimaride, musikide, tezhip ve tezyin sanatlarında, resimde bütün insanlığı hayran bırakan şaheserler üreten Türk Milletinin aynı büyük eserlere yeniden imza atabilmesi için önce Millî, sonra evrensel olunacağını bilir.
İslamiyet öncesi Türklerin inançlarının en bariz özelliği tek Tanrı’ya, cennet (uçmak), cehennem (tamu) inançları büyük hakanların “Tanrı’dan kut almış” olduğuna inanmaları, milletinin kaderiyle ilgili kararlar alırken kurultayı (istişare meclisi) toplaması bu kararlarda hatunun da söz sahibi olması, millî bağımsızlık duygusu, vatanın kutsiyeti inancı, bayrağın milletin şerefini temsil ediyor olması, aile hayatında namus telakkisinin çok yüksek olması, yalan söylemenin çok büyük bir ayıp sayılması, savaş meydanlarından kaçmanın haysiyet kırıcı bir davranış kabul edilmesi bilgiye, tecrübeye, ehemmiyet verilmesi, ana- babaya, ataya derin hürmet ve binlerce özelliğiyle sanki bir ilahi dine gönüllerinin hazır hale gelmiş olmasıdır.
Esasen Türk’ün vicdanının daha önceleri bazı kabilelerin kabul ettikleri konfüçyüsçülük, Buda, Hıristiyanlık, Musevilik gibi tahrif edilmiş dinleri kabul etmemesi bunun bir başka göstergesidir.
Büyük Türk Hakanı Abdülkerim Saltuk Buğra Han’ın -Türklerin atalar diniyle büyük benzerlikler arz ettiği için- aldığı stratejik bir kararla İslam’ı devletin resmi dini olarak kabul etmesi Türklere sadece İslam âlemini değil cihan hâkimiyetinin kapılarını da açtığı gibi esasen bütün dünya bilir ki Türk Milletinin tarihi insanlık tarihi kadar eskidir sadece Tanrıkut Mete’nin düzenli ordularının 2225 yıl önce kurulduğu düşünülürse iman şairi Mehmet Akif Ersoy’un: “Bir zaman biz de millet, hem nasıl milletmişiz: Gelmişiz dünyaya milliyet nedir öğretmişiz!” mısralarına hak vermemek mümkün müdür?
Kur’an, Allah’ın varlığına ve birliğine iman etmeyi, ahlâklı olmayı, kul hakkını gözetmeyi, disiplinli ve çalışkan olmayı, düşünüp ve danışıp sonuç çıkarmayı, nimetlere şükür edip bela ve musibetlere karşı sabırlı olmayı, ana-babaya saygıyı ve hizmeti, fakir fukarayı görüp gözetmeyi, yardım etmeyi, fuhşiyattan ve her türlü aşırılıktan kaçınmayı, iyiliği emredip kötülüğe mâni olmayı emretmektedir.
Resullullah Efendimiz:
1.Ortak bir hazine (Beytülmal) kurmuş ve buralardan kamu hizmetleri ve muhtaçların ihtiyaçlarını karşılamıştır.
2.Savunma için ordu kurmuştur.
3.Eğitim, adalet ve sağlık hizmetlerini ücretsiz yaptırmıştır.
4.Yardımlaşmayı ve imeceyi teşvik etmiştir.
5.Kötü yolda olanlara mani olunmasını emretmiştir.
6.Muaz Bin Cebel’e kadılık vazifesini tebliğ ederken her şeyin Kur’an’da ve Sünnet’te bulunamayacağını ihsas etmiş ve şahsi içtihatı tavsiye etmiştir.
Ülkücü, toplumun değişiminin ferdin değişimiyle başlayacağını bilir. Kur’an’da üzerinde durulan ve kulların kurtuluşu için tavsiye edilen değişimin, kötü olandan iyi olana; şirkten tevhide, adaletsizlikten adalete, imansızlıktan imana, batıldan hakka doğru bir tekâmül olduğuna inanır. Ferdin nefsindeki tekâmülün topluluğa da mutlaka yansıyacağını ve nefisi bükme gücünü kendilerinde bulanların, toplumdaki kusurları da ıslah etme gücünü göstereceklerine inanır.
Ülkücünün benimsediği cemiyet nizamı, “ideal insan” ve “ideal cemiyet” nizamıdır. Bu cemiyetin yetiştirdiği şahsiyetler ise, “Allah’ın mutlak hâkimiyeti dışında” hâkimiyet tanımaz, sadece varlıkların yegâne sahibi olan Allah’a kulluk eder. Onun içindir ki, Kaşkar’dan Endülüs’e kadar bütün ulu mabetlerinde mermerlere “Galip olan Allah’tır” ezeli ve ebedi hükmü iyice işlenmiştir. Onun içindir ki, şair:
“Mermerlerin nabzında hâlâ çarpar mı tekbir?
Bulur mu deli rüzgâr o sedayı: Allah bir!”
Nidasıyla “BİR“e hasretini dile getirir. Ve bir başka şair:
Ne İstanbul sokaklarında devriye gezen işgal kuvvetleri, ne limanda demirleyen yabancı gemiler. Der-Saadet’te şafak karanlığına dağılan bu kartal süzülüşlü sabah ezanları Boğaziçi’ndeki düşman zırhlılarının; Pera’da, Tatavla’da, Ayastefanos’ta kaldırımları döve döve devriye gezen ‘düşman’ inzibatlarının, Haydarpaşa ve Sirkeci garlarına, limana, kara ve deniz gümrüklerine, posta ve telgraf idaresine çöreklenmiş düşman zabitlerinin üzerinde yalnız ezanlardır ki şehrin (hatta bu mülkün) asıl sahiplerinin elinden hâlâ çıkmadığını duyurmaktadır, sözleriyle mülkün gerçek sahibini hatırlatmaktadır.
Ülkücü hayatın maddi ve manevi yönlerine cevap verebilen bir fikir ve inanç sisteminin peşindedir. Ülkücülüğün inanç kodlarında “Ülkü” kelimesi sadece sıradan bir gaye veya hedef anlamına gelmemekte, fertleri ve cemiyeti aşkın bir gayret ile ebediyete ulaştıran bir iman hamlesinin adı olmaktadır.
Ülkü ile ülkücünün arasındaki münasebet ne “Leyla ile Mecnun” ne de “Kerem ile Aslı” gibidir. Ülkücü, ülküsü için yaşamanın önemine vakıf olan ve zamanı geldiğinde onun için her şeyini feda etme cesaretini gösteren kişidir.
“O diyorsa doğrudur.” diyebilen, müşriklerin kuşatması altındaki mağarada; “İkiden, bir’i, birincinin: “Korkma Allah bizimledir!” hitabına muhatap olmak, Ebubekir-i Sıddık olabilmektir.
Aynen asırlar sonra:
Düşman orduları Polatlı önlerindeyken top seslerinin Ankara’dan duyulduğu kapkaranlık günlerde büyük bir cesaretle ayağa kalkıp;
“Korkma! Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak”
Mısralarında ifadesini bulan Allah’a sonsuz iman ve tevekkül sahibi olabilmek “Akif” olabilmektir.
Ülkücülük yeri geldiğinde baş kaldırmak, yeri geldiğinde durulmak, yeri geldiğinde kendisini yalnızlığın nisyanına terk etmek, yeri geldiğinde ölüme kucak açmak demektir.
Hicret gecesi, Hz. Resulullah’ın yerine yatağına girerek bedenini müşriklerin kılıç darbelerine atabilmektir.
Aynen Bedir Harbi’ndeki, meleklerin bile “Ali gibi delikanlı, Zülfikar gibi kılıç bulunmaz!” nidalarına muhatap olabilmektir.
Fedakârlık ve feragatte, adanmışlık duygusunda sınır tanımaz.
“Kurt kaya elini çöz!” buyruğunu aldığı anda öndeki arkadaşlarını kurtarmak için bedenini azgın sel sularına bırakandır.
Vey Irmağının kıyısında binlerce Çinli tarafından kuşatıldığında kılıcını çekip: “Sonuna kadar!” haykırışıyla ölüme meydan okumaktır.
Asırlardır Altay Dağları’nın doruklarında:
“Delinse yer, çökse gök, yansa, kül olsa dört yan,
Yüce dileğe doğru yine yürürüz yayan.
Yıldırımdan, tipiden, kasırgadan yılmayan,
Ölümlerle eğlenen tunç yürekli Türkleriz…”
diye yankılanan ve hala göklerde çınlayan bu türküyü seslendirendir. Kırk arkadaşıyla beraber Tanrı Dağı’nın zirvelerinde, aylı kızıl bayrağı hala ufukları gözleyerek bekleyen Kür Şaddır Ülkücü.
Beklenen Türk’tür Ülkücü.
Kosova sahrasında bekleyen Murat Hüdavendigar gibi.
O bazen Doğu Roma’nın kale burçlarında Ulubatlı Hasan’dır bazen 1581’de Cezayir’de Tilimsan’da sömürgeci İspanyollar ve yerli işbirlikçilerine karşı ölümüne bir savaşa tutuşup nehrin karşısına geçmeye muvaffak olan; ama geride kalan leventlerinin : “Baba, bizi bu küffar eline bırakıp gitme!” nidaları üzerine nehri gerisin geriye dönüp son nefesine son neferine kadar savaşıp şehit düşen ve ölümsüzlüğe kavuşan Oruç Reis olmaktır. “… Son nefer, son nefes, son damla kana kadardır.”
Bazen Zenci Musa gibi Teşkilat-ı Mahsusa’nın emrinde gözükaralıkla cepheden cepheye koşup, silah bırakma anlaşması imzalanınca, İstanbul’a dönüp Allah’tan başkasına minnet etmeyerek her türlü yardım teklifini geri çevirerek Sirkeci limanında hamallık yaparak ekmeğini kazanmaktır.
Kendisine yardım teklif eden İngiliz işgal kumandanına: “Sizinle daha hesabımız bitmedi. Benim bir teşkilatım ve devletim var.” diyebilmek ve sonra hastalanınca Özbekler Tekkesi’ne sığınıp kendisini yalnızlığın ebedi nisyanına terk ederek sessizce ölümü beklemektir. Ahiret yurduna göçtüğünde ise terekesi bavulundan çıkan bir Kur’an ve bayraktır.
Yine Türkistan’da Himalayalar’ın doruklarında Çegen Tepesi’nde Rus makineli tüfeklerine karşı, yalın kılıç saldırıp “Her nefis mutlaka ölümü tadacaktır.” emri mucibince Hakk’a yürümek Şehid-i Muhterem Enver Paşa olmaktır.
“Atiyi insaniyeti, kan ve vahşetle tehdit eden tasavvur ve niyetler, Türk’ün mevcudiyet-i bî-zevalini, vaki olsa bile nakisa-dar edemez! Bunu böylece bilesiniz. Harp bitmedi, gayr-ı muayyen bir zemine intikal etti. Vatanı hasm-ı bî-âmanına suhuletle terk etmek, bize yakışmaz. Şerait ne kadar aleyhimize tecelli ederse etsin, vuruşmak azmindeyiz. Değil mi ki; ‘Biz Allah’tan başkasına kulluk etmeyiz’ ve değil mi ki; ‘Onun azabı, kâfir ve münkirlere ulaşır’. “Zafer mutlaka bizim olacaktır” diyerek İzmir’in işgalinde düşmana ilk kurşunu, milli mücadelenin işaret fişeğini atan Osman Nevres (Hasan Tahsin) olmaktır. Bazen Süleyman Özmen, Bazen Ömer Halisdemir’dir Ülkücü.
Batı Trakya Cumhuriyeti’ni kuran Eşref Kuşçubaşı olmak, Mondros Mütarekesi’nden sonra Kars merkezli Ardahan, Batum ve bir kısmı bugünkü Ermenistan’ı kapsayacak şekilde kurulmuş olan Güneybatı Kafkasya Cumhuriyeti’nin (9 Ocak 1919) , Cumhurbaşkanlığı’na seçilmiş ve İngiliz işgaline kadar kısa bir süre (Nisan 1919) hükümeti sürdüren ve daha sonra Kafkasya Cumhuriyeti’nin diğer ileri gelenleri ile birlikte Malta’ya sürgün edilen Cihangir oğlu İbrahim Bey olabilmektir.
Yine Mütareke’den sonra Oltu merkezli (2 Mayıs 1919) tarihinde Oltu Şura Hükümeti’ni kuran Mehmet Ramiz Bey, Şakir oğlu Ahmet, Tahir oğlu Yusuf Ziya, İzzet Bey ve Ahmet Bey olabilmektir.
Ülkücülük imanı aşk ile birleştiren ve ortaya çıkan bu tezi, hazzı bir başka olan hareketine dönüştürme düsturudur. İşte bu düsturun ete kemiğe bürünmüş haline de Ülkücü insan diyoruz.