Ülkücü, bu çetin yolu, birçokları gibi sadece kendini tatmin etmek için seçmediğine göre, onun, hayatı boyunca başarması gereken vazifeleri vardır. En son hedefe ulaşmak şerefi kime, hangi nesle nasip olacaktır, bilinmez. Ancak, asıl hedefe bir anda değil, adım adım ve birçok «ara hedefler» aşıldıktan sonra varılacağı muhakkaktır. İşte her ülkücü nesilden beklenen de, kendi payına düşen bu «ara hedefleri» mutlaka aşmaktır. Tıpkı savaşta büyük zaferi kazanmak için, önce, her cephede bütün birliklerin muharebeyi kazanmış olmaları gerektiği gibi. Muharebe birliklerinden herhangi birinin, üzerine aldığı vazifeyi tam zamanında yapamaması, zaferi geciktirir veya tehlikeye düşürür. Her tepe, önceden hazırlanan plana göre, gerektiği anda ele geçirilmelidir.
Şimdi ülkücülerin yapmakta oldukları mücadele de ciddi bir savaştan farklı değildir.
Dış düşmanla iç düşman birleşerek karşımızda yer almış. Silâhtan sabotaja, yalan, iftira ve bozgunculuktan cinayete kadar, «sıcak harb» vasıtalarının her türlüsü kullanılıyor. Bunlara ilâve olarak, ancak savaş zamanlarında hüviyetleri belli olan korkaklar, «asker kaçakları», düşmanla işbirliği yapanlar sadece kendi hayatlarını yaşamakla yetinen nemelazımcılar da her tarafta yığın yığın. Millet ise, yıllardır, sahipsiz, kimsesiz ve «başsız» kalma korkusu içinde. İşte böyle bir ortamda ülkücüler Türk milleti adına var olma-yok olma mücadelesi veriyorlar. Ölüm-kalım savaşı yapıyorlar. O halde savaşın gerektirdiği bütün şartlara uyulmalı ve her türlü imkân seferber edilmelidir. Üstelik bu «ya yeneriz-ya yeniliriz» veya «ya istiklâl-ya ölüm» şeklinde iki ihtimalli bir savaş da değildir. Ülkücülerin gönlünde bir tek netice vardır: Zafer. Her şeye rağmen ve muhakkak zafer. Öyleyse, zafere en emin şekilde ulaşmanın çareleri bulunmalı ve bir bir tatbik edilmelidir. Tarihte ün yapmış ve daima başarıya ulaşmış kişilerin «Zafer sırları»dır bunlar. Ama hiçbir zafer tek başına kazanılmamış tır. Bu sebeple yalnız komutan veya liderin mükemmel olması yetmez. Dâvayı benimseyip mücadeleye katılan her ülkücünün aynı meziyetlere sahip olması gerekir.
Her ülkücü iman ve inanç sahibi olmalıdır. Hem Türk milletinin mukaddes tanıdığı bütün varlıklara samimiyetle bağlanmalı, hem de dâvasının haklı olduğuna ve mutlaka zaferle neticeleneceğine inanmalıdır. Zihnine bir «acaba» sorusu takılan ülkücü çalışma gücünden çok şey kaybeder. O zaman uğrunda mücadele edilen mesele dava olmaktan çıkar, bir macera veya oyuna benzer.
Ülkücü sorumluluk duygusu taşımalıdır. Yaptığı her hareketin sebebini bilmeli, neticesini görmeli ve hesabını vermeğe hazır olmalıdır. Üzerine aldığı hiç bir vazifeyi tesadüflere bırakmamalı ve başkalarına devretme çareleri aramamalıdır. Ancak bizzat yaptığı takdirde içi rahat etmelidir. İnsan bu şekilde davranmağa ne kadar küçük yaşta başlarsa, o derece kolay alışır. Ülkücünün sorumluluk duygusu yalnız kendisine dair değildir. O, bütün dâva arkadaşlarının, hareketlerinden kendisine de sorumluluk payı düşeceğini bilmelidir. Demek ki onların davranışları ile de ilgilenmek zorundadır. Hata işlenmesine mani olmağa çalışmalı, yarım kalmış işleri, başkalarının sırtında da olsa, tamamlamağa gayret etmelidir. Ziya Gökalp’in, «Gözlerimi kaparım – Vazifemi yaparım.» şeklinde özetlediği bir vazife ahlâkı anlayışı vardır ki, birçok kimseler tarafından yanlış yorumlanmaktadır. Bazıları sanmaktadır ki, Gökalp “Ben kendi vazifemden sorumluyum. Başkalarının yaptığı beni ilgilendirmez.” demek istiyor. Hâlbuki tam aksine, Gökalp belirtmek istiyor ki: “Her şeye rağmen, bütün engellere gözümü kapar, gene de vazifemi yaparım.” İşte ülkücünün de vazife anlayışı ve bundan duyduğu sorumluluk mutlak şekilde hem ferdî, hem de umûmi olmalıdır. İnsan ancak kendi şahsı için ve kendisi adına bir iş gördüğü zaman ferdî sorumlulukla yetinir. Bir cephe adına yapılan hareketlerde ise, o cephenin bütün mensupları birbirlerinin sorumluluklarını paylaşırlar. Çünkü başarının şerefi gibi, yenilginin acısı da hepimize aittir. Böyle düşününce, başarımızla herkesi sevindirip, hatamızla herkesi üzeceğimizi daha iyi anlamış oluruz.
Ülkücü, Gökalp’in : «Ben-sen yokuz, biz varız.» düsturunu gönülden benimsemelidir. O zaman meselenin fertlerden çok bir «ekip ve kadro» işi olduğu hakikati ortaya çıkar. Bu demektir ki, her birimiz tek tek değil, diğerlerimizle omuzlaşarak, halkın tabirince «sırt sırta vererek» yürümeliyiz. Aralarında güzel bir ahenk bulunan fertlerin teşkil ettiği ekip, kendisini meydana getirenlerin toplam gücünden çok daha kuvvetli ve tesirlidir. Ekip çalışmasının faydası bundan ibaret değildir. Bu, fertleri en iyi terbiye eden yollardan da biridir. Herkes kendisinin güçlü ve zayıf taraflarını öğrenir. Hangi işte kimin daha başarılı olabileceği anlaşılır. Böylece de fertler arasında isabetli bir iş bölümü yapmak imkânı bulunur. Uygun iş bölümü de daima verimi arttırır ve hedefe yaklaştırır. Ayrıca, ekip içindeki fert bir yandan şahsî eksikliklerini giderirken, bir yandan da kendisine ne kadar ihtiyaç duyulduğunu görür. Bundan sonra dâvaya bağlılığı sağlamlaşır. Artık kopamaz ve ayrılamaz. İnsan, bir işi beraberce yaptığı hattâ beraber oyun oynadığı kimseleri bile kolay terk edemez. Bu «iş» aynı hedefe koşanların omuz omuza yaptıkları bir savaş olunca, hiç bir kuvvet o ekibi parçalayamaz. Birlik ruhu hem zihinlerde hem de gönüllerde perçinlenir.
Ülkücü, bağlandığı dâvanın asaleti ile gurur duymalı, bunu göğsünü gere gere söyleyebilmelidir. Fakat hiç bir zaman yaptıkları ile övünmemelidir. Başkalarının ne alkışlamasına, ne de takdirine ihtiyaç duymamalıdır. Onun kıymetini erbabı zaten bilir. Diğer insanlar da bilse ne çıkar, bilmese ne çıkar. Hizmetlerimizin bedelini «aferin» olarak dahi beklemek bize yakışmaz. Kimse bizi zorla veya türlü vaatlerle ülkücü yapmadı. Kendimiz inanarak, isteyerek ve koşarak bu yolu tuttuk. Herkes bizi alkışlamak mecburiyetinde değildir. Sadece vazifesini yapmış insanların kavuştuğu vicdan huzurundan daha büyük mükâfat olur mu?
Ülkücü, ne kadar genç de olsa, şahsi konularda affetmeyi ve hoş görmeyi bilmelidir. Kin ve husumet beslememeli, geçmiş hataları unutmalıdır. Arkadaşlarının, dâva ile alakası bulunmayan davranışlarına karışmayacak derecede müsamahalı ve geniş ufuklu olmalıdır. Aksi takdirde, şahsen sevimsiz ve geçimsiz bir insan durumuna düşeriz. En yakınlarımızın bile bizden farklı zevkleri huyları ve alışkanlıkları olduğunu hatırlayalım. Bilhassa genç ülkücülerin fikir ve inançlarında sımsıkı fakat bu meseleler dışında gayet yumuşak ve geniş yürekli olmaları beklenir. Yoksa hiç farkına varmadan, cemiyetten kopar, insanlardan ayrılır ve bir köşeye çekilmek zorunda kalırız. Unutmayalım ki, biz, en basitinden en yükseğine kadar şu etrafımızdaki insanlar için, halkımız, milletimiz için çalışıyoruz. Onların büyük çoğunluğunu oldukları gibi kabul etmeğe mecburuz. Ne onları değiştirebiliriz, ne de onlardan tamamıyla kopabiliriz. Ülkücü, halkın arasında ya şayan ve cemiyetin her kesimi ile barış halinde olan kimsedir. Ülkücü’yü başka fikir mensuplarından ayıran en mühim noktadır bu. Böyle bir tutumun dâvadan tâviz vermek sayılabileceğini söyleyenler de bulunur sanıyorum. Ancak şu bilinmeli ki mevcut cemiyeti biz yaratmadık. O bize rağmen var ve var olmaya devam ediyor. Biz, her şeyi ile millî ve asil olan Türk cemiyetini kuruncaya kadar, şimdiki çevre ile bir arada yaşamak zorundayız. Bu çevrenin değer ölçülerini, dünya görüşünü, hayat, sanat ve ahlak anlayışını, sihirbaz gibi, bir anda değiştirmek elimizde değil ki… Onlar bize uymayacağına göre, biz onlara mı benzeyeceğiz? Hayır! Biz millî şahsiyetimizi muhafaza etmekle beraber, kendimizi Türkiye’de bugün yürürlükte olan hayat tarzının dışında saymayacağız. Cemiyetin içinde ve insanlarla bir arada yaşayacağız ki, onların bizi, bizim de onları tanımamız mümkün olsun. Her şey bundan sonra başlayacaktır.
İşte ülkücü bu meziyetlerle donanmış olarak yola çıkacak ve hedefe mutlaka varacaktır.
Töre Dergisi, Ekim- Kasım 1973 Sayı:29-30