Davranışlarımızı akıl mı yoksa töre mi düzene sokmalıdır? Esefle belirtelim ki, insanlar bunun bile kavgasını yapıyorlar. Oysa ne aklı ret etmek ne de töreyi inkâr etmek mümkündür.

Akıl, insan zekâsının biriktirdiği tecrübelerin ışığında meselelere hal çaresi arama ve uygun tercihi yapabilme kabiliyeti olarak ele alınabilir. Gerçekten de insanoğlu, hareketlerini düzenlerken ve tercihlerini yaparken zekâsını kullanmalı, iyice düşünmeli, sağlam ve sistemli bir muhakemeye başvurmalıdır. Hiç şüphesiz, insan tercihlerinde yanılmaması için güçlü bir zekâ kadar zengin bir tecrübeye de ihtiyacı vardır.

Filozoflar, mahalli ölçülere göre değişen <<itibari ahlak normları>> yerine, bütün insanlar için geçerli bütün zaman ve mekânları kuşatan <<akla dayanan>> âlemşümul bir ahlak sistemi kurmak için bütün felsefe tarihi boyunca çırpınıp durmuşlardır. Aşağı yukarı, sistem sahibi bütün filozoflar, sistemlerine uygun olarak birer <<ahlak teorisi>> de ortaya koymuşlardır. Bir bakıma filozoflar, sosyolojik birer gerçek olan <<pratik ahlak müessesesi>> karşısına, çok defa birer reaksiyoner olarak çıkmışlar, <<akılcı davranarak>> güya âlemşümul bir ahlak teorisi geliştirdiklerini sanmışlardır. Güya diyoruz çünkü bütün ahlak filozofları, bu iddia ile yola çıkmakla beraber, o hedefe ulaşamamışlardır. Bunların çalışmalarını incelediğimiz zaman görmekteyiz ki, kaç tane ahlak filozofu varsa o kadar sayıda <<teorik ahlak felsefesi>> mevcut bulunmaktadır. Bu durumda, <<Pirenelerin bu tarafından suç sayılan bir iş, öte tarafında kahramanlık sayılıyor.>> diye milli ve mahalli ve ahlaki normları tenkit eden Pascal, her filozofun idrak ve telakkisine göre değişen ve üstelik âlemşümul olmak iddiasını taşıyan <<farklı düşünceleri>> karşısında nasıl bir vaziyet alırdı, bilemem. Âlemşümul olmadığı için <<milli töreler>>i ve <<mahalli gelenekler>>i tenkit eden filozofun, akıl ile de böyle bir ahlak sistemine ulaşamadığını görmekteyiz.

Sosyologlara göre ahlak, felsefi tartışmaların ötesinde bir <<içtimai müessese>>dir. Mesela, bunlardan Levy Bruhi, ahlaki <<töreler ilmi>> olarak inceler. Milletlerin, tarihi tecrübesi içinden süzülüp gelen <<içtimai alışkanlıklar>>ı, davranış kalıpları ve vaziyet alışları vardır. İşte <<töre>> (örf) adını verdiğimiz ve milli hayatı düzene sokan; öte yandan <<gelenek>> (adet) denilen ve mahalli yaşayışı düzenleyen <<içtimai kalıp ve kaideler>> bu kabildendir. Töre (coutume, moeurs), bir bakıma bütün bir millete ait <<ortak içtimai normlar>>ı ifade eder. Oysa <<gelenek>> (tradition) olarak adlandırılan kültür değerleri ise, milli yapı içinde bulunan farklı birim ve gruplarda müşahede edebileceğimiz <<sosyal kalıplar>>dır.

Gelenekler (adetler), daha çok köy, mahalle, bölge ve müessese gibi daha dar sahalara inhisar ettiği halde <<töre>> (örf), bir milletin bütününü bağlayan ve kontrol eden <<yazılı olmayan kanunlar ve kaideler>> demektir. Bu iki kavramı karıştırmamak gerekir. Birçokları dar ve mahalli bazı gelenekleri (adetleri) bahane ederek <<töre>>ye saldırmaktadırlar. Bu konuyu ileride genişçe işleyeceğiz, bu sebepten kısa kesiyoruz. Ancak, şimdilik şu kadarını belirtmekte fayda vardır: her millet, kendi tarihi macerasına uygun ve ondan güç alan bir <<töre>>ye sahiptir. Töreyi, milletin iradesi ile tarihin iradesi ortak olarak yoğurur. Milletlerin, parlamentoları ve mebusları olmasa da <<milli iradeden güç alan>> kanunları yani <<töre>>leri vardır. Hatta denebilir ki töreler, parlamentoların yaptığı kanunlara nazaran, milli iradeyi daha fazlası ile temsil eder. Parlamentolar, millete ve milli iradeye ters düşebilir de <<töre>>, milli vicdanın ve iradenin ta kendisidir.

KAYNAKÇA

Seyyid Ahmet ARVASİ, Türk-İslâm Ülküsü I, 7.Baskı, Sayfa 318

Bir yanıt yazın