Oğuzlar, Diyar-ı Rûm’a ayak basıyorlardı. Kudretli Oğuz atlıları, ilkin Diyar’ı Rûm’un doğu ucunda görünmüştü. Batıya doğru bilmedikleri ama hissettikleri, daha hiçbir yerini görmedikleri ama baştan başa yüreklerinin sıcaklarında duydukları bu bütün toprağı uzaktan ve şimdilik sanki kokluyorlardı. Buğulu yeşil kokuların ardında yüzyıllar sonrasının mutlu düşü mü vardı ne?

Diyar-ı Rûm, henüz doğmuş bir çocuk gibi yumuk, içinde bir yeni dünya hayatı ve gözlerinde bütün bir beşeriyet gibi aziz bir tebessümle henüz doğmuş bir çocuk gibi delişmen… Ağrısı’ndan Tendürük’üne, Nemrud’undan Süphan’ına varıyor; Toroslar’ın ucunda Erciyes’e kayıyor ve Bursa’da Ulu bir dağda keşişleme yıldızlanıyordu.

Oğuzlarla birlikte eski Oğuz beyleri, yeni Oğuz beylerine el veriyor, bel veriyor, dil veriyordu. Bir düğüm birden çözülüp dağılıyor, vadilerden yamaçlara uçuyor, dar boğazlarda kıvrılıyordu; bin düğüm birden atılıp kilitleniyor, ırmaklarda bağlanıyordu. Kilitsiz denizler ve gökler Diyar-ı Rûm’da bir şey bekliyordu: düğüm mü?  Çözülen ip uçlarının uçuşu mu? Erkek ayaklar yahut kartal kanatlar mı? Neydi? Ne gelecekti? Yahut gelenler ne bulacaktı? Nerede duracaktı?

Gelenler, Türkmenler… Türkmenler’den bile eski Oğuz beyleri ve yeni Oğuz beyleri… Yeni töreler, yeni düşler… Aziz ve bir başka mübarek yürüyüşler, gülüşler! Bir başka beşeriyet ki yeni nizam! Bir başka insan kokusu, dost; kederi toprakta yazılı kaderi gökyüzüne çizilmiş ve denizlerde emeği su misali çalkalanacaktı.

Diyar-ı Rûm’un doğu ucunda Oğuz düşleri böyle başladı. Düşler, sıcak ve nefessi; yaşama sevinciyle yeşil, yarınki umutlarla mavi düşler, Diyar-ı Rûm’u erittiyse böyle eritti ve Diyar-ı Rûm ‘la Oğuzlu, iç içe, beden bedene; Diyar-ı Rûm’la Oğuzlu can cana kan kana ilkin doğu ucundan toprakla, denizle ve gökle böyle kaynaştı.

Eski Oğuz beyleri bir yana, yeni Oğuz beylerinin içinde adına Afşın derler bir taze yiğit, bir civan vardı; beğrek gözlüydü, üveyikçe bakardı. Çaya baksa çalımlı, aya baksa alımlı, Kazıklı Dağı’nın kaplanından donanımlı; ünü tünü yeni duyulursa da aklı Diyar-ı Rûm kadar ulu bir yeni yetme idi. Vurmuş Diyar-ı Rûm’un güney ucundan Silvan denen bir uca gelip yerleşmişti, beyleri vardı bey gibi, töresi Selçuk töresi ve çerileri toprağa bassa toprak titrerdi. Onun için Afşın Bey de, çerileri de, yeri titretmemek için toprağa basmaz, sanki uçardı.

Yoksa başka türlü bu iş anlatılmaz; Afşın Bey’in bir bakarsın Malatya’da bilinirken ve üstüne Bizans bütün ordusunu gönderirken Kayseri’de görünmesi, Kayseri’de aranırken Denizli’ye varması, Aydın’ı vurması. Hadi bunlar neyse de, olağandı deyip geçersin, ya Bizans kralı Afşın’ı Kayseri’de, Malatya’da, Tokat’ta ararken onun gelip Üsküdar’a çadır kurmasına, kralı sarayı önünde korkutmasına ne demeli? Hiç… En iyisi susmak! Afşın dendi mi yıldırım düşünülmeli, fırtınalı yel düşünülmeli; öyle bir bey Alparslan’ın bu Türkmen beyi…

Gelgelelim Afşın da eninde sonunda bir insan. Öyle Yunan, öyle anasıyla kızıyla oturup oynaşan cins ilâhlarından değil, er oğlu er, senin benim gibi, ölümlü. Gücü bir yerde Yaradan izin vermedi mi bitiveren, eli ayağı kendiliğinden tutuluveren bir insan oğlu.

Bir gün, Kızılırmak boyundan atlamış, daha içerlere Yozgat, Çorum yazısına doğru dini bozuk kafiri vura süre, kıra geçire gelmiş Mecitözü, İskilip arasına dayanmıştı; yorgundu argındı. Diyar-ı Rûm’da gökçe bakmış, dağca yürümüş, kuşça çıkmıştı. Aylardan Ağustos ortası Mecitözü İskilip arasında imanına yanıyordu. Yanmasına yansın ya bir de yakıyordu ki, yandığından bin beter. Su dersen yoktu, çekilmişti. Diyar-ı Rûm’un Rumları, olan kuyuları da köreltmişlerdi, şu dağın ardında belki de bir Bizans ordusu pusuya yatmıştı. Gök nasipsiz yer sahipsiz gibi bir koca yalnızlıkla açılmıştı ve Afşın Bey’le bir avuç yavru balaban Türkmen’i dağsı yalnızlık yutmaya hazırlanıyordu.

Umut? Yok gibiydi, yoktu.

Dağlar o sıcakta, o alev aydınlığındayken karardı. Ağaçlar kara ışıklı kesildi, kömür karasında karanlığı ışılattı. “Ne oluyor?” demeğe kalmadı bir çıvgın ışık düşer gibi orta yere, kocalmış –amma velâkin nice gençlerden diri hem de taze- nur yüzlü bir kadın belirdi. Elinden küçücük bir süt güğümü.

Usul usul, yüzü nurca gülümser, ayacağı ışıkça seker. Işıklar içinde eski bir düş güzelliğiyle yürür gelir; Afşın Bey’in önünde, yeryüzünün gökyüzüne gülümseyişi gibi durur. “Oğullar susamış, güğümde süt getirdim. Şimdi size can gerek.”der.

Güğüm dediği el kadar bir bakraç…

Afşın Bey de, öteki beyler gibi bakar. Kadını üzmemek için, kırılmaması için ama yaşlı hayli yaşlı bir savaşçı sessizce kalkar, su tasını sessizce uzatır. Kadının gözlerinden yaşlı savaşçının gözlerine yıllarca eskimiş tatlı bir ışık çıkar. Bir ândır bu… Sanki dünya yeniden yaratılıyordu.

Yaşlı savaşçı, bir göz süzümü sessizliğiyle fısıldar:

“Doldur ana, yanmışım…”

“Uzat oğul… Ya Bismillah…”

Güğümden, yanan ağustos havasından ağca buğulanan bir süt, taşa köpüre tasa dolar, yorgun, susuz, yüreği yanık savaşçılar kaynaşır, dağlar yıkılıyordur sanırsın yer oynuyordur. “Doldur ana… Ya Bismillah…”. “Uzat oğul… Ha berekât…”. “Doldur!”.

Taslar dolar, taslar boşalır. Yeni taslar dolar, yeni taslar boşalır. Tasalar da taslar gibi dolar dolar boşalır yanan ağustos havası bir hoş olur. Ağca süt buğusunda serin, ağca süt buğusunda taptaze ve soğuk, buzca lezzetli akmaktadır. Şimdi sesler daha canlıdır, daha keyifli, daha çocuk:

“Ana dolu… Ana yeter… Dolu bu ana dolu… Ana dolu… Ana dolu diyorum bu!”

Susar sessizlik! Evet, sessizlik susar!

Gün ışığında, ortalık par par yanar. Bir ad konmuştu artık. Doğum, doğumların en güzelinin vakti saati gelmiş, bir yavru tebessümü, ananın gözleri gibi susan sessizlikten bütün Diyar-ı Rûm’u yıkatmış arıtmıştır artık.

Süt, güğümden hâlâ akmaktadır, taşa köpüre.

Bu, Anadolu’nun yüreği yanık Türkmen’e ilk sütüdür, bağrından kopup verdiği.

Şimdi İskilip, Mecitözü arasında her çoban çeşmesi o ilk sütün lezzetinde akar ama hangisinde ananın tas tas doldurduğu gözleri vardır hiçbir çoban bilemez.

 

                                                                                              Türk İslam Efsaneleri Sayfa 153-155

Bir yanıt yazın