(ZİHNİYET, KOMPLEKSLER ve SİTEM)
İnsan dedik! Seslendik, anlatmaya çalıştık. İnsanı anlatamadan kendimizi ”sevgi pınarı”nın içinde bulduk. Kaybedecek vakit yoktu. Lafı peynir gemisine yükleyemezdik. İnsanı bir an önce anlatmalı, özünün farkına vardırmalıydık. Gerçekten de buna mecburduk. Hala daha mecburuz. Birbirimizi sevmenin önemini bilmeliydik. Sevmesek bile, bir hukuk tutturmalıydık. Zaten, sıkıntılarımızın ekseriyeti ya sevmememizden ya da aramızdaki hukuksuzluğumuzdan kaynaklanmıyor muydu? Bunu bile fark edemedik ya da kabul edemedik. Yahut idrak edemedik.
İnsan dedik, anlata anlata bitmez bir deryanın içinde yuvarlandık, durduk. Anladık mı insanı? Nerdee… Yine de kıyısından, berisinden dokunmaya, temas etmeye niyetlendik. Niyetlendik çünkü insanı ve insanımızı anlayamaz isek kültürümüzün güzelliğini eksik görür, tarihimizi ise yanlış okurduk. Ee insanımızı anlayamadan, tanıyamadan da yeni bir medeniyet tasavvurundan bahsetmemiz bizi aldatmış olurdu. Bunu böyle bildik ve idrak ettik. İdrak eden insan, şuurunu harekete geçirirse irade gösterirdi. Biz de bu vesileyle, sorumluluk almanın zorluğu içerisinde hareket etmeye çalıştık. Her adımda, insanın o karmaşık yapısına dokunduk. İnsanı tanımak adına çıktığımız bu yolda, tarihimizle yüzleşmenin cesareti ile kültürümüze sarılmanın ve gelişmelere uygun adımlar atmanın mücadelesini vermeye çalıştık. Hatta zaman oldu; gelişmeleri, adımlarımıza uydurmanın güzelliğini de yaşadık.
İnandık ki, ”Gelişmeyi gerçekleştirecek olanlar, çağı yakalayacak olanlar, gelenekçilerdir! ‘Olması gereken de budur!’ Yeniliğin de keşfin de mücadelesini gelenekçiler verecektir. Japonlar, sanırım, buna en güzel örnektir.” diyerek dünyayı takibe aldık. Ama bunu bile farklı yorumlamaya çalıştılar.
Osmanlı, değişim istemişti. Kimisi din ile kimisi kültür ile kimisi dil ile istemişti. Bunun mücadelesini vermişlerdi. ”Doğru mudur? Aldıkları netice yahut tasavvur ettikleri ne ölçüde gerçekleşti” ayrı bir tartışma konusudur. Hep bu tartışmaya çekmeye çalıştılar bizi ve bu kompleksler içinde kaybolduk. Oysa bizim ise üzerinde duracağımız konu şudur: değişimin maddi ve mana tarafı nasıl olmalıdır? Daha özeline değinecek olursak, değişim ile zihniyet dünyası nasıl bir seyir izledi? Hadi biraz daha daraltalım meseleyi, ”insanın nefsi ile zihniyet kırılması” arasında nasıl bir ilişki kurulabilir?
Yahu, ”bize neler oldu?”
Soyut meselelere temas ettiğimin farkındayım. Sorduğum sorulara da somut cevaplar veremeyeceğim. Zaman ve mekan kısıtım yok ve ciddi makale inşa etme derdinde de en başından beri değildim, değilim. Daha bir sürü soru sorulabilir ve konunun derinliklerine inilebilir. Lakin bu durumun meselemizi ”kompleks” haline getirmesinden korktuğum için, zaman ve mekanı vermeden anlatacağım. Hatamı mazur görün. Meseleyi ”kompleks” hale getirirsem, söyleyeceklerimi rahatça ifade edememekten korkuyorum. Çünkü gerçekten ”yazdıklarımdan ziyade yazamadıklarım var.”
”Değişimin maddi ve mana tarafı nasıl olmalıdır?” Cevabımız o kadar keskin ve net değil. Sonuçta bir toplumun değişiminden bahsediyoruz. Tabi bu, değişimin en çok hangi tarafı etkilediği cevabını değiştirmez. Çünkü biz neyi ”kompleks” hale getirmişsek, o taraf daha fazla değişir olmuştur. Neyi daha çok sakınmışsak, o sakındığımız taraftan kaybetmişiz. Zihniyetimizi din şekillendirecek, tarihimiz de kültürümüze maya olacakken tam tersinin gerçekleşmesi, buna acı bir örnektir. İnsanların zihniyetleri dini anlayışlarını-algılayışlarını, kültürleri de tarih okuyuculuğunu ve yazıcılığını etkilemiştir. Yalan ve saptırılmış tarih, başka milletlerin zihniyetleriyle algılanmaya çalışılan din… Bunlar, bizi rahatsız etti. Bunun derdine düştük ve tarihi takip etmeye çalıştık.
”Osmanlı, Osmanlıcılardan daha çağdaştır. Daha yenilikçi!” Evet, günümüz Osmanlıcıları, Osmanlı’dan daha kapalıdırlar. Daha da önemlisi, kültürü ve tarihi okuyamadıkları için değişimi bile farklı taraflardan yanlış anlayıp, meseleyi karmaşıklaştırmışlardır. Tarihimiz, bunu akletmemiz için bize gösteriyor. Çünkü Osmanlı’da (13. yüzyıldan itibaren) yenilikler, ”geleneğini bilenler” tarafından tartışılmış, irdelenmiştir. Kararlar alınmıştır. Ancak zamanla (17. yüzyılda), ”kadim nedir?” diye sorulduğunda ”kadimi unutacak kadar” değişmişlerdir. Sebepleri yine ayrı bir tartışma konusudur. Ama fark şudur ki, tarihinden ve kültüründen sapmadan, değerleri yıpratmadan değişim istemişlerdir. Aksini isteyenler de mevcuttur fakat çözüm isteği ‘bir milleti kurtarmak olduğu için’ tartışılmıştır. İstek bu olunca, ortaya tabi ki gelişmiş ve değerleri yıpratmayan bir anlayış çıkmıştır. Tarih bize bunu da gösteriyor. Şimdiki duygusallığımız, kapalılığımız neyden ileri geliyor peki? Sanırım, tarihimizden! Yine sakınışlarımızdan! Yine ”kompleks”lerimizden! Ve hatta o sakınışları bile sahiplenişimizden!
- yüzyılın o alperen, cengâver, delikanlı ahileri, tuttuğunu koparan dervişleri nasıl oluyordu da, 16. yüzyılda miskinleşiyor, kendi içine kapanan cemaat haline geliyordu? Tabi bununla sınırlı değildi! Nasıl oluyordu da şeyhler-liderler, akletmek yerine nakletmeyi tercih ediyor; halk da ”şeyhin-liderin sözünden çıkmayı ruhsal sapıklık” olarak görüyordu? Nefis ya da tarih, bütün insanlığa kucak açmışken, o yıllarda (17. yüzyıldan itibaren) insanlar nefsinden vazgeçip, şeyhlerin nefsine kendilerini bırakabiliyorlardı. İnsanların kendilerini kaybedişleri, kendilerini küçük görmelerinden mi ya da tembelliğin kolayına gelişinden mi kaynaklanıyordu? Tabi ki her ikisi de olabilir. İnsanı, bir başka insanın nefsi için tahdit eden ve tahakküm altına alan anlayış, elbette insanlığı çukura, bataklığa sürükleyecektir. Ki, öyle de oldu. 13. yüzyılda kendini değerli hisseden insan ”bir şeylerin derdinde idi” ve bu dünyaya bir eser bırakmanın zevkiyle yaşıyordu. İnsan, kendini tanıyor, biliyor, ona göre vazife alıyor ve böylelikle hayatından razı oluyordu. Gayelerini birleştiren, farklı karakterlerin oluşturduğu cümbüşün ahengine varan insanlar, ortaya öyle ”yüksek bir kültür” çıkardılar ki, hem medeniyetin hem de insanlığın kitabesini diktiler. 17. yüzyıldan beri insanların, kendilerine olan güvenin azalması, kendini tanımaması ve bir başkası için kendinden vazgeçmesi ”insanlığın özüne sürdüğü bir leke” olarak yüzyıllarca yaşadı. İnsan, şeyhi için, lideri için veya menfaati için kendini (özünü) unuttu. Hayatın asıl gayesinden uzaklaştı. Vazife alamadı. Kültürün gelişimi de bu nedenle yavaşladı. Ve insan, artık kendine bile yabancılaştı. Medeniyet, evrenselliğiyle değil, şeyhin-liderin söyledikleriyle sınırlı kaldı. İnsanın yabancılaşması böylelikle hızlandı. Kendine, tabi ki cemiyetine… İnsanın kendini tanımaması, kültürün bilinmemesine ve medeniyetin de yaşanmamasına sebep oldu. Kültürünü tanımayan, tarihini bilmeyen adamlar değişim istediler. Oysa asıl değişimi gerçekleştirecek olanlar, değişemediler. Sebebi fazlaca. Ama en önemlisi, değişimle birlikte insanın, eski öneminin bildirilmesi-anlatılması, kimilerinin nefsine hoş gelmiyordu. Asıl değişim yapacak olanların, değişim ve gelişim istememeleri felaketimiz oldu. ”Tahta kaşık, sofra bezi kültürümüz; sakal, sarık, cübbe dinimiz(!)” oldu. Ne olduysa bundan oldu. Ee tabi, değişim yapacak olanların değişim isteğinde de sıkıntılar mevcuttu. Ölçüyü tutturamadılar. Hikâye, bu döngüde döndü ve durdu.
Kültür, bir milletin tarihine bakarak ulaşılabilecek kavram, teoridir. Tarihe bakarak elde edeceğimiz kültürle (ki var olan), gelecek zamanlara (gelecek tarihe) yön verebilecekken; hep bir vahiy bekledik. Oturduk, mucize bekledik. Kültürümüzle, tarihi birikimimizle geleceğe niyet edebilecekken tembelliğe, uyuşukluğa hazırlandık. İhtiyacımız olan şey gayretti; hep tembelliğimizden hayret ettik. İhtiyacımız olan şey sevgiydi; hep başkasının sevgisiyle ilgilendik. İhtiyacımız olan şey fedakârlıktı. Ki o da, sevende olurdu. Tahammüldü, seven ederdi. Sevmeyi bile beceremedik. Ya ölçüyü kaçırdık büsbütün ya da terazi denk gelmedi. Yahut terbiye edilmesi gereken nefsi bile anlayamadan, yuvarlana yuvarlana bugünlere geldik. İhtiyacımızı giderecek olan şey kültürümüzdü. Ondan da yüz çevirdik. Kültürümüze sırtımızı döndük, dolayısıyla insanımıza. Dolayısıyla Yaradan’ımıza… ”Yaratılanı sev, Yaradan’dan ötürü” sözünü idrak edemedik. Hikmetini göremedik. Tarih, kültürümüze maya idi. Tarihin karakter kazanmış haliydi kültür, anlayamadık. İhtiyacımız olan şey, kültürümüzde madem, e kültür de tarihte sırlıysa eğer, ayak izleri bizi Yunus Emre’ye, Hacı Bektaş’a, Ahmet Yesevi’ye götürecekti. Şeytan ve nefis yolumuzu şaşırttı. Yesevi’ye varamadık, Maturidi’yi bulamadık, Hanefi’yi anlayamadık. Ne yazık ki hala daha! Çünkü bu topraklarda devlet kuran irade, bu irade idi. Anlayamadık. Nefsi ”dünyayı imar etme” gayretiyle dolu insanımız, şimdilerde nefsi ile ”şeyhin-liderin nefsini imar etme” yoluna girişince bu hallere düştük. Devleti kuran irade kendi nefsine yönelince insanların değeri azaldı. Velhasılıkelam, ”kendinden vazgeçmesini iyi bilen bu milletin insanları, ‘bir başkası için’ kendinden vazgeçince; ortaya miskin, ümidi kırılmış, gayretsiz bir millet çıktı!” Sitemim bunadır!
Öyleyse yapılacak olan nedir? Her bir insanın ne kadar değerli olduğunu anlatabilmek! Vazifesinin olduğunu söyleyebilmek! Özünün idrakine vardırabilmek!