Kasımda aşk başka derler. Doğru mudur? Aşkın bir ayı mı olur yahu! Aşkın zamanı olmaz, zamansız yaşanır. Aşkın tabiatında vardır; zamanı aştırır. Kasımda aşkı bilmem ama ‘’hasret’’ başkadır. Lakin bilirim, hasretin de zamanı olmaz. Hasretimiz, yaşanmayan bir zamana olduğu için başkadır. Yaşamadığınız çağlara, görmediğiniz kişilere hasret ayıdır, kasım. Zamanı aştıran da bu duygudur. Hasretsen, zamanı aşmışsın demektir.
Zamanı aşmış insanların yaşadığı çağı ve o çağı yaşayan insanları özlüyoruz. Mustafa Kemal’i, Osman Yüksel’i, Bahaeddin Özkişi’yi, ayrıca 10 Kasım’dan evvel ve sonra ebedi âleme göçmüş âşık adamları rahmetle anıyoruz. Türklüğüne âşık, milletine âşık, kültürüne âşık bu eski adamlara rahmet olsun. Engin ileri görüşü ile Mustafa Kemal’i, coşkun zekâsıyla Osman Yüksel’i rahmetle ve özlemle anıyoruz. Ancak bir eski adam var; Yahya Kemal, Mustafa Kemal, Osman Yüksel’lerden sonra, hatıralarının çok azını duyduğumuz, yazdıklarıyla nasıl yaşadığına merak uyandıran yazar Bahaeddin Özkişi. Rahmet olsun.
İzine bile rastlayamadığım hayat hikâyesi muhakkak vardı. Sırlı bir hayatı geride bırakmış gibi… Bilmiyoruz. Yazdığı roman ve hikâyeleriyle, beni 1960’lara, 1970’lere atıyor. Erol Güngör’ün, Fethi Gemuhluoğlu’nun, Raif Karadağ’ın yaşadığı çağa sürükleniyorum. Hepsinde aynı çağrı, aynı ruh, aynı çığlık… Çağını aşmış şahsiyetlerin aynı sokaklara özlemi, aynı sokaklara isyanı, yaşadığımız hasret gibi… 47 yıllık hayatının izlerini ancak romanlarından bulabildiğimiz bu şahsiyetin unutulmuş olması ve hatıralarına dair bilgisizliğimiz, derin acımız oluyor. Bu yüzden romanlarından ve hikâyelerinden hareketle düşüncelerimi size sunuyorum.
Seyit Ahmet Arvasi’nin ‘’Kendini Arayan İnsan’’ ve ‘’İnsan ve İnsan Ötesi’’ kitaplarındaki hayatıma getirdiği metodik kavrayış, Bahaeddin Özkişi’nin ‘’Sokakta’’ romanıyla pratikte karşılığını bulunca; bütün meselemizin insanımıza olan bakışta düğümlendiğini fark ettim. İç sesim şunları söylüyordu; ‘’Eski adamların derdi, insandı.’’ İnsanın kendine bakışı aslında evrene bakışını, haliyle cihan anlayışını göstermekteydi. Bahaeddin Özkişi, arzu ettiği insan modelini, roman ve hikâyelerinde kelimelerden demetler sunarak gizliyordu. Bu yüzden hep eski adamlar bilirdi O’nu, çünkü kendisi de eskiydi.
Sürekli eskiden bahseder dilimiz. Eskiden bahseder, çünkü eskiyi anlattıkça eskiyi yaşarız biz. Bu tabir O’nundu ve O’da döneminin eski adamıydı. Sahi “eski” de biraz yıpranmışlık, kullanılmışlık tadı mı var? Oysa O, ne çok tanınır ne de bilinir biriydi. Eskiden de eski oluşu, O’nu tanıyanları eskinin derinliğine sürüklerdi. Gözü eski ve güzellerde olanın bileceği bir edebiyatçıydı. Eskiyi özleyen, yeniyi tanıyanların adamıydı bu yüzden. Bizden istediği de, eskilerin hikâyelerini yaşatmaktı ki zaten eskileri anlatışı da bu yüzdendi. O, gençlerin yeniyi tanımaları ve içinde kaybolmamaları için eskiyi anlatır gibiydi. Sokakta romanında, ”ONLAR”dan ve “DEĞİŞİM”lerden bahsedişi, başka hangi sebepten olabilirdi ki? Sokak aralarına saklanmış tarihin bilinmeyen serüvenlerine sürükledi hep. Kimi zaman insan sancılarından kimi zaman da huzur ve saadetin yollarından bahsedişi de, hayal ve ölçüsü ile birlikte toplumumuza sunduğu nasihatlerdendi. O’na göre; ‘’sevmeden bakan insanın gördüğü karanlıktır.’’ Ve ‘’gerçek insanı ümit, iman, heyecan meydana getirir.’’ İnsanı kâinat olarak görmesi ve bu ölçüyle değerlendirmesi Özkişi’nin romanlarında kendini göstermektedir. Kültür, insanın ölmeme arzusunun ürünüdür. İnsan, idrakini fark edince kültürü yaşatmaya başlar. Bu, insanın başlı başına bir kâinat olduğunun göstergesidir. İnsanlık tarihinin en başından beri işlenen konular da hep insan içindir. Bu yüzden, buhranın ortasında kendimizden vazgeçişimiz, O’nun tarihi ele almasına sebep olmuştur, diyebiliriz. Kendimizden vazgeçiş, kesinlikle mistik manada bile isteye dünyadan vazgeçiş değil, bilmemezlikten kaynaklı bir vazgeçiştir. Savruluştur. İnsanın kendini, tarihini, kültürünü bilmemesinden kaynaklı savrulması anlamı taşımaktadır. Bu savruluş, O’nun gözünde cemiyet yarasıdır ve buna önlem alınmalıdır. Özkişi tarihi, bu yüzden ele almaktadır. Tarih şuurunu, bu yüzden aşılamak istemektedir. O’na göre meseleler, insanın sadece idrakini kavraması ile değil, şuurunu da toplumla birlikte kazanması ile çözüme kavuşacaktır. ‘’…kan ancak inançla devrederse iklimini bulur. Yoksa toprağın tâ derinliklerindeki gizli madenler gibi faydasızdır. Kan, kılıcın yapıldığı madense, iman onu çeliğe dönüştüren su ve onu faydalı kılan bilenmedir.’’ der ve tarih şuurunun vesikalarını bize sunar. Tarih şuurunu aşılamak için önce kişinin kendisini tanıması gerekir. Bu tanımayla vazife alması icap eder. İşte, o eski adamların “SIR” gibi sakladıkları, üstüne tefekkür ettikleri sihirli kelimeler ne hikmettir ki, onun hikâye ve romanlarında aynen bulunmaktadır. “Ben niçin yaratılmıştım? Ben bir insan olarak yaratıldığım maksada nasıl hizmetkâr olabilirdim?” (Uçtaki Adam syf:49)
Bir yazar en fazla ne yapabilir? İşte O, bunu gösteren adamdır. İnsanın yaratılış gayesinden şahsiyet kazanmasına kadar insana eğilmiş olan yazar, insanı ve tabiatıyla kültürü romanlarında işlemektedir. Nasıl bir gaye ile diye soracak olursanız; tabi ki tarih şuurunu aşılama gayesiyle. O, tarihi roman yazma heyecanı ile değil tasavvur ettiği insanı romanlarında yaşatarak, coşkun üslubuna kavuşur. İnsanın şahsiyet sahibi olmasındaki arzusu, romanlarındaki olay örgüsünün sorunsuz devamlılığını sağlıyor. İnsanın şahsiyetini toplum içinde kazanacağını ve bunun da ancak toplumun kültürünü tanımakla gerçekleşeceğini biliyordu. Kültürün kaynağı tarihti ve O, bunu romanlaştırarak bize sunuyordu.
“Biz her insanda bir evliya, sizse maddeye hükmeden bağımsız bir güçlü insan görmek istiyorsunuz.” (Sokakta syf:116) Bu, cemiyetin şu anki ahvalini gösteren bir cümledir. Batının rasyonel ve faydacı insanı maddeye hükmetmeyi arzularken başaramayacak, ancak başarının kıyısında dolanacaktır. Oysa hürriyetini sadece Allah’a teslim etmiş olan şahsiyet sahibi hür insan, hürriyetinin farkına varırsa başarıya ulaşacaktır. İşte bu şifreyi bilen yazar, Sokakta romanı 130. sayfada “İnsan çamuruna üflenen ilahi ruhu tamamen reddedip madde hudutları içinde sıkışıp kalmalı.” derken çağın ahkâmına isyanda bulunmaktadır.
O, cemiyet ve tarihe, sadece Türk’çe bakmıyor. Batı bize nasıl bakıyor, bunu da bilip diyor ki “Artık iyice biliyordu ki, Türk kâfirinin karşında durabilecek bir tek kuvvet Tanrı’dır.” (Uçtaki Adam syf:169) Bu cümleden evvel Rönesans ve Reformdan bahsedişi önem arz etmektedir. Çünkü tarih şuurunu vermenin ötesinde, tarihe bakarken unutmamamız gereken yönler var mesajını çeşitli olay örgüleri ile sunmaktadır. Bu durum, yazarın sadece roman yazarlığından ziyade, kültür tarihi ve tarihçilik metoduna olan ilgisinin ışıklarını göstermekte ve hayranlıkla romanlarını okutturmaktadır.
Türklerin sadece savaşçı ve teşkilatçı yönünü değil, aynı zamanda hoşgörü, tevazu ve aşklarını da işlemektedir. Yani, alp ve eren yanını da kilim gibi işlemektedir. O, bir yandan Köse Kadı’da “Senin askerinin yaşamak arzusundan çok benim askerimin ölmek arzusu var.” diyerek alp yanını müthiş bir mukayese ile anlatmaktadır. Diğer yandan Uçtaki Adam’da “Âşık, aşkı yaşayan ve ona giden yoldaki dikenlerden yılmayıp, daha fazlasına, daha fazlasına kucak açan adam demekti.” (Uçtaki Adam syf:171) ve “Aşkın kişideki belirtisi, kutsal kanun gereği gönüldeki yara ile başlar.” diyerek Türklerin eren ve derviş yanını anlatmaktadır.
Bahaeddin Özkişi’nin romanlarında sadece tarih şuurunu ve kültürel duygularını değil, tarihin teknik bilgilerini de yakalayabilirsiniz. İbn Haldun’un bedevilik ve hadarilik analizini görürsünüz. Bu analizin hikâyesi çıkmıştır bir anda karşınıza. Şaşkınlık ve sabırsızlıkla okursunuz. Devletlerin çöküş teorisini bulursunuz. Kuruluş dönemi zihniyetini yakalarsınız kimi zaman. O’nun romanlarında esnaf teşkilatından izler; aynı zamanda rüşvet, iltimas ve ihtiras bulursunuz. Bununla yetinmezsiniz. ”Koyun Olmak” yazısını okurken George Orwell’in Hayvan Çiftliği’nden bir esinti yakalarsınız. “Koyunu koyun yapan fikirden uzak oluşudur. Hala bilmiyor musun; sürünün selameti, içlerinde bulundukları yoğun fikirsizliktir.” (Göç Zamanı, syf:174) cümlesi ile sancısını duyarsınız.
Bir hikâyesinde, insanların ortak noktalarına değinir Özkişi. Uyumaktan, yemekten bahseder. O’nun aradığı zamanın kısıtlayıcı tavrından kurtulup, başkaldıran ve hareket halinde bulunan insandır. Çünkü hareket, Özkişi’ye göre imandan gelir. İmandan gelen hareket, bereket getirir. Zaman, zamanın üstüne çıkabilen, bütünü kucaklayan anlayışın, zamanı yöneteceği kişileri beklediği zamandır. Bu duyguyla maddenin, zamanın ve mekânın üstüne çıkan insanlara hasretle romanlarını yazar. Özkişi’de zamanı köle olarak almış insanın tohumları vardır. “Sevgiyi, sevgi sınırları dışında arayacak kadar güçlü ve engin” diyerek, bu türlü bir insanı arar. (Göç Zamanı syf:164)
O, “Sokakta” romanıyla çağının savaşını verir. “… daha kötü bir düşmana, kafir nefsine cihad açarsın. Aklına gelmesin ki bu kavga binlerce düşman içine dalkılıç dalmaktan daha kolaydır. Bu savaş gerçi ülkeye yeni bir ülke katmaz. Ama insan bu yolda daha önemli bir başarı kazanır, bu yol, insanlığa bir insan verir. Bir gerçek insanın değeri ise bütün maddi kıymetlerin üzerindedir.” (Uçtaki Adam) diyerek cihan hâkimiyetinin tohumlarını atma gayretini gösterir. O meselenin hatta bütün meselelerin düğüm noktasını yine “insan”da görür. Ve bütün zamana şu sesi duyurur; “Gönlün görebildiği ve şeklin çeşidine uzanabildiği meseleye son yoktur.”.
Kitapların kaderidir; sona “sır” saklamak… Sadece sonu okursun hayatını değiştirirsin. Kitabın kaderidir, içinde insan saklar. O’nunla sırlar saklı kitaplar dizisinin içindesinizdir. Nakış nakış işlenmiş “kodlar” bulursunuz. Yazarın kitaplarını okuyunca göreceksiniz. Hayatına dair edinemediğiniz bilgileri, kitaplarından yakalayacaksınız.
Eskiydi, evet; fakat eskimemişti. Hiç kimse eskitemeyecekti Özkişi’yi. En değerliler okuyacaktı O’nu ve en değerliler tanıyacaktı sadece.
En değerlilere Bahaeddin Özkişi’den nasihat düşelim ve O’na rahmet dileyelim.
“Görmek isteyin
Allah deyin ufuklar açılsın.
Allah deyin müşkül yok olsun.”
(Göç Zamanı syf:57)