Dünya siyasi tarihinin temsil ettiği fikirler itibariyle en köklü siyasi hareketi olan Ülkücü Hareketin misyonu, özellikle sol ve İslamcı çevrelerce daima yanlış yorumlanmış, bu durumun doğal bir sonucu olarak Ülkücü Hareket, geçmişten günümüze birçok iftira, haksız itham ve karalama kampanyaları ile karşı karşıya kalmıştır. Dünyada ideoloji fırtınasının estiği soğuk savaş döneminde çok daha yoğun yapılan bu saldırılar, Ülkücü Hareketin sahip olduğu mefkûrenin yanlışlığı ya da eksikliğinden değil, aksine sol ve İslamcı çevrelerin kendi gayrı millî, yanlış ve zararlı fikirlerinin karşısında Ülkücülük güneşinin bütün aydınlığı ile durmasından kaynaklanmaktadır. Yani Ülkücü Hareketin misyonuna yapılan saldırılar, güneşi balçıkla sıvamak adınadır.
Ülkücülük güneşini sıvamak için kullanılmış ve kullanılan unsurlardan biri de Hümanizm kavramıdır. Ülkücü Harekete yönelik fikirsel saldırıların geçmişinde iki farklı konuma sahip olan Hümanizm, son dönemlerde siyasal Kürtçülüğün meşrulaştırılma hedefi üzerinden Ülkücü Harekete karşı yeniden kullanılmaya başlanan bir argüman olarak dikkat çekmektedir. Bu noktada, Hümanizm ile PKK terör örgütünün siyasal uzantılarının ilişkisine girmeyeceğim. Zira PKK terör örgütünün, geçmişten günümüze onun siyasi uzantısı olma işlevi gören partilerin ve siyasal Kürtçülüğün gölgesinde doğduğu ve palazlandığı, birbirine zıt gibi görünseler de mevzu bahis Türk ve Türklük düşmanlığı olunca gerisini teferruat gören Marksist- Komünist sol ve İslamcı kesim zaten konumuzdur. Meramım ise; Ülkücü görüşün karşısında evrensel, geniş bir ufka sahip ve insanlığı kurtuluşa erdirme gibi makyajlarla lanse edilen Hümanizmin mi yoksa Ülkücü görüşün mü bu meziyetlere sahip olduğunu anlatmaya çalışmaktır. Bu noktada, önce Hümanizmin makyajsız haline bakmamız gerekmektedir.
Hümanizm; kökenleri itibariyle antik Yunan düşüncesine kadar gitmekle beraber, modern düşünce kimliği ile ilk kez Rönesans döneminde ortaya çıkmıştır. Söz konusu dönemde, Orta Çağ karanlığının mutlak hâkimi olan kilise vesayetine karşı tepki olarak doğmuştur. Türkçe karşılığı, ‘’ insan-merkezciliktir.’’ Tanımsal açıdan ‘’sevgi’’ içermez. Felsefi ve sözde bilimsel bir kimlik içerir. Sözde bilimsel diyorum çünkü Hümanizm, yaratılış gerçeğine karşı insanın var oluşunu tabiata mahkûm eder. Yaratılanı, Yaratan’a karşı bir kutuplaştırma ortamına çeker. Türkçe karşılığında belirttiğimiz gibi, merkezinde insan vardır. Ancak hangi insan vardır, burası iyi değerlendirilmelidir. Antik Yunan’da, belli görev sahaları için türetilmiş Tanrılara ve Orta Çağ’da ki papaz vesayetine karşı doğduktan sonra, ilerleyen dönemlerde Batı dünyasında esen, nefsini kutsallaştırmış ve dokunulmaz bir hale getirmiş insan modelinin temelini oluşturan Hümanizm felsefesi, insanı manada değil, madde de arar. Bir unsurun gerçekleşmesinde, Tanrı’nın ya da Tanrıların değil, insanın hoşnutluğu savunur. Bu noktada sekülerizm ile yakın bir bağı vardır. Hümanizmin insan hoşnutluğu anlayışı; insan haysiyetine saygıdan ve insana istisnai bir değer vermekten ziyade insanın nefsani kimliğini ön plana çıkarmayı ve bunu meşrulaştırmayı hedefler. İnsan haysiyetine saygı ve insana istisnai bir değer içeren kimliğe sahip bir hümanizm varsa, o insanı eşref-i mahlukat olarak gören İslam dinidir.
Hümanizm; Türk’e yabancı, Türk’ün kimliğine aykırı ne varsa ithal etmekte ve savunmakta üstüne olmayan bizim solcuların ve İslam felsefesine aykırı olduğu halde, Türk düşmanlığı yapmak adına Hümanizme İslami motif eklemeye çalışan bizim İslamcıların yansıtmaya çalıştığı gibi insanlığı yararlı ve insanlığı vahşi kapitalizmin döktüğü kandan ve gözyaşından kurtarıp huzura erdirecek bir anlayış değil, insanlığa kaostan başka bir şey vermeyecek örtülü bir insanlık düşmanlığıdır. Hümanizmin Türkiye’de söz konusu çevrelere cazibeli gelmesi, İslam ve Türk düşmanlığı için imkân tanımasındandır.
Peki ya Ülkücülük? Ülkücülük; beş bin yıllık muhteşem Türk tarihinin son yarısında, Başbuğ Türkeş tarafından ortaya atılan bir fikir, teşkilat, mücadele ifade eden şerefli ve destani bir olayın adıdır. Önce Türkiye Cumhuriyeti’ni, ilimde, teknikte, sanayide, ahlakta, kültürde, siyasi, iktisadi ve askeri sahada dünyanın en ileri seviyesine getirmek, dünya milletler ailesinin en şerefli mensubu olan Türk milletini, güçlü ve itibarlı bir konuma oturtmak hareketidir. Sonra da mazlum ve mağdur Türk Dünyası’nı yeniden kurtarıp, dünya sahnesinde yeniden var etme ülküsüdür. Ülkücülüğün en ileri safhası ise, İslam ve geri kalmış milletlerin yeniden kalkındırılıp müreffeh, adil ve mutlu bir dünyada yaşatma fikridir. Bu bakımdan Ülkücülük, ferdin kendinden başlamak üzere, bütün toplumun milli ve insani duygularının şahlandığı, madde ile manayı birleştiren, madden ve manen bir kalkınma hamlesidir. Ülkücülük; milli, dini, ahlaki, insani yani beşeri bir sevgi hareketidir. Ülkücülükte başka milletlere düşmanlık yoktur. Ancak başka milletlerinde Türk milletine zulmüne asla izin yoktur. Görüldüğü üzere; Hümanizm değil, Ülkücülük geniş bir ufka sahiptir ve bütün insanlığa hitap etmektedir. Ülkücülere ve Ülkücü Hareketin temsil ettiği milliyetçilik fikrine karşı Hümanizm edebiyatı yapanlar, bilerek ya da bilmeyerek insanlık düşmanlığı yapmaktadırlar. Çünkü insan sevgisi; bireyin önce kendi ailesini ve çevresini sevmesiyle başlar, milletini sevmesiyle gelişir ve devam eder. Milletini sevmeyen, milletine yararlı işler yapmayan bir insanın insanlığı sevmesi, insanlığa yararlı olması mümkün değildir. Milletini sevmek ise, milletini korumak ve onun değerlerini yaşamak ve yaşatmakla mümkündür. İdeolojik bir hareket olarak doğmayan, ancak doğuşu itibariyle de insanlığı bir yanlıştan başka bir yanlışa sevk eden Hümanizmi, milliyetçilik fikri ve milli devlet unsuruna karşı maske olarak kullanmak emperyalist bir taktiktir ve barbarlığın ürünüdür.
Eğer dünyada sadece bir millete düşmanlık yapmanın insanlık düşmanlığıyla eş değer olacağı kabul edilecek olsa, o millet şüphesiz ki Türk milleti olur. Tarih sayfalarında, İslam öncesi ve sonrası dönemde Türklerin ayak bastığı her yere aydınlığı, huzuru, medeniyeti götürdüğü ve hâkimiyeti altında ki farklı milletleri dini ve milli kimlikleri altında yüz yıllarca rahatça yaşattığı önemli bir yer kaplar. Türklük medeniyeti, İslam ile tanıştıktan sonra Kuran-Kerim ile yoğrulmuş ve Türklerin ayak bastığı her yere saçtığı aydınlık daha da kuvvetli bir hale gelmiştir. Türklerin çekildiği hangi coğrafya varsa, o coğrafyanın payına kan ve gözyaşı düşmüştür ki, bugün halen daha bazı coğrafyalarda bu durum devam etmektedir. Üstelik söz konusu durum, kişisel hak ve hürriyetlerin, demokrasi, hukuk ve barış kavramının evrensel anlamda en gelişmiş halde olmasına rağmen yaşanmaktadır.
Dünyada emperyalizmin akıttığı kan ve gözyaşının durması, insanı ölümle ile buluşturan sefaletin bitmesi ve milletlerin ‘’ insanca ’’ yaşaması için dünya yine ve yeni bir Türk nizamına muhtaçtır. 21. Yüzyıla Müslüman Türk’ün mührü vurulmadıkça, insanlık küresel güçlerin emperyalizm uğruna yaptıkları yarışın dünyayı mahkûm ettiği içler acısı halden kurtulamayacaktır. Dünyaya İslam penceresinden Türk gözü ile bakan Ülkücülerin mücadelesi bu nizamın aydınlığı ile bütün beşeriyeti buluşturmak içindir. Sevgi içermeyen, Allah’tan başkasına kul olmayı yasaklayarak insanlığa tam ve kâmil manada özgürlüğü sunan İslam’ın felsefesine ve İslam güneşini, hoş görüsünü üç kıtaya yayan, kudretiyle farklı din ve milletlerden insanları huzur ile tanıştırmış ve yüzyıllarca yaşatmış Türklere ve Türk milliyetçiliği fikrine düşman olan hümanizm, insanlığa ilaç değil zehirdir. İnsanlığı karanlığı altına almaya çalışan bütün izmlerin olduğu gibi Hümanizmin de panzehri Ülkücü Türk milliyetçileridir. Türk – İslam ülküsünün ideologlarından Seyyid Ahmet Arvasi’nin sözlerine kulak vererek sonlandıralım yazımızı; “Milliyetçilik kendi insanını sevmekle başlar ve bu sevgi diğer insanların da mutlu olmasını istemeye engel teşkil etmez. Aksine milliyetçi insan sevgisini en iyi anlayan realist bir kimsedir.”