Yeni Ufuk: Hocam  iyi günler. Öncelikle bizi kırmayıp röportaj yapmayı kabul ettiğiniz için Yeni Ufuk ailesi olarak teşekkür ederiz. Röportaja başlamadan önce sizi tanımak isteriz. Bize biraz kendinizden bahseder misiniz?

Mezahir Ertuğ Avşar: Ben Mezahir Ertuğ Avşar. 1955 yılında Azerbaycan’ın Karabağ bölgesinde doğdum. Çocukluğum Dağlık Karabağ’ın yaylalarında geçti. İlkokulu ve ortaokulu köyümüzde yani Karabağ’ın Ağcabedi ilçesinde Avşar köyünde bitirdim. Sonra Bakü’ye gittim. Azerbaycan Devlet Ressamlık Mektebi’nde eğitim aldım. Bu arada askerlik görevimi yaptım. Önce altı ay Polonya’da özel birliklerde askeri eğitim aldım. Askerliğimin devamında bir buçuk sene Doğu Almanya’da yaptım. Üç senede sözleşmeli asker oldum. Askeri itfaiyede çalıştım. Yani beş yıllık askerlik geçmişim var. Azerbaycan Devlet Ressamlık Mektebi’ni bitirdikten sonra St. Petersburg’da Endüstriyel Sanat Akademisi’ni kazandım. Altı yıl orada eğitim aldım. Geri döndükten sonra Azerbaycan Kültür Bakanlığı bünyesinde müzelerin tertibatı idaresinde çalıştım. Sonra Azerbaycan Bilimler Akademisi’nde Sovyet Türkoloji Dergisi’nin sanat editörü oldum. ‘’Hazar’’ ve ‘’Gobustan’’ dergilerinde sanat editörü oldum.  Azerbaycan Kültür Bakanlığı ve Yazarlar Birliği’nde, Azerbaycan Tatbiki Bilimler ve Sanat Koleji’nde Seramik Bölümü’nü kurdum ve orada beş sene bölüm başkanlığı yaptım. Azerbaycan İnşaat ve Mimarlık Üniversitesi’nin Tasarım Bölümü’nde öğretim üyesi olarak çalıştım. 2000 yılında Selçuk Üniversitesi Rektörü tarafından Güzel Sanatlar Fakültesinin kuruculuğuna davet edildim. Selçuk Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesini kurduk. On sene Güzel Sanatlar Fakültesinde Seramik Bölüm Başkanlığı yaptım. 2010 yılında Meslek  Eğitim Fakültesi kapanıp Sanat ve Tasarım Fakültesi açıldığında buraya atandım. Hala da burada profesör olarak görevime devam ediyorum. Kısa biyografim bu kadar.

Yeni Ufuk: Teşekkür ederiz hocam. Türk medeniyetinin inşasında sanatın yerinden biraz bahsedebilir misiniz?

Mezahir Ertuğ Avşar:  Türk medeniyetinin gelişmesinde sanatın büyük bir yeri vardır. Türkler her zaman sanatla uğraşmıştır. Ben aslında Türklere sürekli göçebe denmesine karşıyım. Türkler her zaman göçebe olmamışlardır. Konar göçer Türkler de olmuştur ama sürekli oturup bir yerde çalışan, kültürünü sanatını geliştiren Türkler de olmuştur. Konargöçer Türkler de göçebe medeniyeti içerisindedir aslında. “Bu göçebe medeniyeti de ne demek?” Şöyle izah edeyim. Her şeyden sanat yapabilecek bir yeteneğe sahip kişilerin oluşturduğu medeniyettir. Düşünün ki,  konargöçer Türkler bir koyunun yahut bir keçinin tırnağından tutmuş onun yününden derisine kadar sanat eserine çeviriyorlar. Yani onlar hiçbir şeyi çöpe atmazlar. Türklerin böyle bir geleneği var. Yani hayvanı, kesilip yenildikten sonra kemiği, derisi, tırnağı, boynuzu sanat eserine çevrilir. Bunlar hep sanat eserine çevriliyor.. Koyunun yününden iplikler hazırlanır. Güzel doğal boyalarla boyanır. Halılar, kilimler dokunuyor. Zaten Türk halıları dünyada meşhurdur. Ne yazık ki bazı yerlerde bu halılar dünya pazarına farklı isimlerle çıkarılıyor.  Biz bunların hepsine sahip çıkamıyoruz. Mesela günümüzde dünya pazarında Pers halısı denilen halılar var. Bunların büyük bir kısmı Perslere ait değil. Bunlar İran’daki Türklerin yaptıkları halılardır. Tabi halı sanatı dediğimizde Pazırık halısı deniler tarihin en eski halısını da hatırlamak lazım. Aslında bu halı da bir tartışma örneğidir dünyada. Biz Türkler bu halının Türk halısı olduğunu üç esasa göre ispatlıyoruz. Ama çoğu zaman dünyadaki bilim adamları ve sanatçılar buna Türk halısı demiyorlar ne yazık ki.  Pers halısı ya da Aryan halısı olarak nitelendiriyorlar. Ama aslında işin temeline gitsek Aryanları da tartışmak gerek. Evet üç sebepten dolayı Pazırık halısına, Türk halısı diyoruz. Bunlardan birisi Pazırık halısının dokuma tekniği yani ilme atma tekniğidir. Pazırık halısında Türk ilmesi kullanılır. Farslar farklı ilmeler atarlar halılara. Bunun ikinci nedeni halıdaki motiflerdir. Bu motiflerde biz ne görüyoruz peki? Atlı savaşçılar görüyoruz. Atların hepsinin kuyruğu düğümlenmiş bir şekilde işlenir. Atların kuyruğunu düğümleme bir Türk geleneğidir. Yani orada tasvir edilen atlılar Türklerdir. Doğal olarak dokuyanlar da Türklerdir. Üçüncü neden bu halıların üzerinde Ren geyiklerini görüyoruz( Sibirya geyiği). Geyikler, biliyorsunuz Türklerde kutsaldır. Türkler sanat eserlerinde hep geyikleri tasvir ederler. Türklerin kaya üstü çizimlerinde ve resimlerde geyikleri, boynuzlu tekeleri görüyoruz. Bunlar Türkler için bir totemdir,  kutsaldır. Birde Türklerin mitolojilerinde bunları görüyoruz. Ve Pazırık halısının kompozisyonunda ren geyiklerini görüyoruz. Ren geyikleri dünyanın hiçbir yerindeki geyiklere benzemezler. Onların da kendi özelikleri vardır. Doğal olarak Sibirya geyiğini Türler yapabilirler. Farsların Sibirya ile fazla alakaları yoktur. Bu nedenlerden dolayı biz Pazırık halısına Türk halısı diyoruz ve bu halıyı bu şekilde tanıtıyoruz.  Halı ve kilimden başka çeşitli sanat eserlerimiz de var tabi. Bunlardan birisi eskiden çok yaygın olan keçe sanatıdır. Konargöçer Türkler hem bu keçelerden kendilerine ev yapmışlar. hem de bu keçeleri birer sanat eserine çevirmişler. Yaptıkları Alaçık(çadır) dediğimiz otaklarımızın döşemesinden tutmuş yan çevresinden ve üstüne kadar hepsi keçeden yapılıyor. Halı yerine döşemeye atılanlara ocak kenarı keçe deniyor. Kenarlara dikey olarak dizilenlere yan keçe diyoruz.  Bunların da her birisinin özel tasarımları ve özgün süslemeleri var. Bir de baş kalıp yani çadırın üstünü kapatan keçeler var. Onların da üzerinde süslemeler görüyoruz. Bu süslemeler de koyun yününün doğal renklerinden yapılıyor. Beyaz yünün üzerine koyu renkte koyunun yününden süslemeler yapılıyor. Tabi bu süslemelerin de hepsinin adı var. Bunların hepsi bir kültür öğesidir. Türklerin kültürünü oluşturan esas araçlardır bunlar. Kültürümüzü oluşturan bir diğer etken de damgalar ve simgelerdir.  Bu simgeler sonradan Türk alfabesine çevrilmiş. Medeniyetin en temel unsurlarından olan alfabeyi biz Altaylar`da Tanrı Dağları`nda kaya üstüne yapılan resimlerde bu damga ve simge şeklinde görüyoruz. Sonra Türklerin yazılı taşlarında yani Orhun alfabesiyle yazılan hikâyeleri okuyoruz. Ve bu damgaların nasıl bir alfabeye çevrildiğini ve bu alfabenin de nasıl dünyaya yayıldığını biliyoruz. Bu da Türk medeniyetinin dünyaya yayılması anlamına geliyor. Bugün Avrupa`da runik alfabe denilen bu alfabemizle dünyanın çeşitli bölgelerinde karşılaşıyorsak, bu Türk medeniyetinin ve Türk kültürünün dünyaya yayılması anlamına geliyor.  Bunlar farklı isimlerle nitelendirilebilir ama bunların hepsini incelediğimizde bunların bir merkezden, bir kültürden, bir medeniyetten dünyaya yayıldığını görüyoruz. Bu da Türk medeniyetinin nasıl oluştuğunun, nasıl yayıldığını; böylece de dünya medeniyetini nasıl etkilediğinin bir örneğidir.

Yeni Ufuk: Türk sanat anlayışını oluşturan temel faktörler nelerdir sizce?

Mezahir Ertuğ Avşar: Türk sanat tarihine bakarsak Türk sanatında geometrik üslup çok önemli.  Biz bunu Türk halı ve kilimlerinde, mimaride ve diğer sanat eserlerinde görüyoruz. Türkler sanat yaparken her şeyi soyut bir bakışla görmüşler. Onlar soyutlamayı çok sever. Somut bir ögeyi hep soyutlayarak kendi sanatlarını yapmışlar. Çok önem verilen geometrik figürlerin en esas özelliklerinden fon-figür resim tarzı Türk sanatında öne çıkar. Fon-figür ne demek? Biliyorsunuz sanatta figürler çok önemlidir. Geometrik figürler, gerçekçi figürler vb. bir de fon vardır. Dünya sanatına baktığımızda fon kısmı bir boşluktur, bir de sanatçının yaptığı figürler vardır ama biz Türk sanatında farklı bir sanat dili görüyoruz: “Fon figür dili”. Buna ünlü Azerbaycanlı bilim adamı Hudu Memmedov ‘Türk Sanat Dili’ demiştir. Bu ne demek? Bu şu anlama gelir: figür fona çevriliyor, fon figüre çevriliyor. Yani fon da figür de, her ikisi de yer değiştirebilir. İlk baktığında resme geometrik bir figür görüyorsun arkada fon var, uzun süre baktıktan sonra fon figüre çevriliyor, ön taraftaki figür fona çevriliyor. Bu Türk sanat dilidir. Türk sanatı bu yönüyle dünyadaki diğer sanat çeşitlerinden farklıdır. Bir de Türk sanatında biz hayvansal motif görüyoruz. Bu motifler Türk sanatının temel ögesini oluşturan motiflerdir. Türkler hayvanlarla ve hayvancılıkla uğraştıkları için hayvan avladıkları ve hayvanları yetiştirdikleri için hayvanları çok güzel incelemişler. Türk sanatında da İskitlerden ve Hunlardan gelen bu hayvansal motifleri işleme geleneğini çok başarılı bir şekilde uygulamışlardır. Bu geleneği biz yakın zamanda Selçuklu sanatında görüyoruz. Herhangi bir Selçuklu çinisini incelesek çok baskın hayvansal motifler görürüz. Biz bunu çok soyutlanmış halı ve kilimlerin üzerinde de görüyoruz. Keçe tekniğinde de hayvansal motifleri görüyoruz. Yani hayvansal motif Türk sanatının temelini oluşturan ögelerden biri.

Yeni Ufuk: Sanatta milli üslubu yakalayabilmek için ne gibi adımlar atılmalıdır?

Mezahir Ertuğ Avşar: Ben aslında sanatı milli ve evrensel olarak ayırmıyorum. Neden ayırmıyorum?  Sanat yapılırken milli olabilir. Mesela bir sanatçı belli bir kültür içerisinde belli bir toplumun içerisinde yetişir. O toplumun türküleri, ezgileri, halısı, folklorik gelenekleri, kültür geleneği, tarihi ve mitolojisi var. Böyle bir toplumun içinde yetişen sanatçının yaptığı sanat eseri doğal olarak millidir. Yani bu toplumu ifade eder. Ama üzülerek söylüyorum ki bazen belli bir toplumda yetişip o toplumun kültüründen bir haber sanatçılar da var. Onlar da sanat yapıyorlar ama biz isterseniz bugün onları konuşmayalım. Biz bugün kendi toplumunun, kültürünün, geleneğinin üzerinde yetişen sanatçıların sanat eserlerini konuşalım. Onların yaptıkları sanat eserleri, yapılırken millidir ama yapıldıktan sonra millilikten çıkar. Dünyaya mal oluyor. Bunun da çok güzel örnekleri var. Mesela günümüzde Türk sanat eserlerinin çok sayıda önemli parçası Avrupa’nın en güzel müzelerinde sergilenmekte. Yani o sanat eseri yapıldıktan sonra dünyaya mal edilir. Bütün insanlığa aittir. Onu seven, koruyan, değer veren, müzelere koyan kişilere aittir. Ona göre de sanat yapılırken belli bir kimlikle yapılabilir ama yapıldıktan sonra sanat dünya pasaportu alır, tabi bir gerçek sanattan bahsediyoruz. Tabi bu gerçek sanat eserleri için geçerli bir durum. Bunu çok sevdiğim bir arkadaşımın cümlesiyle anlatmak isterim. ‘’Herkes resim yapabilir ama herkes ressam olamaz. Günümüzde herkes sanat yaptırabilir ama herkes sanatçı olamaz.’’  Ben burada da bir şey hatırladım. O güzel sanat eserlerini yapan halı, kilim, ağaç oyma, bakırcılık, minyatür ve çini gibi kültürümüze ait sanat eserlerini oluşturan sanatçıları biz tanımıyoruz. O sanat eserlerinin çoğuna sanatçının imzası atılmamış, biz kime ait olduğunu bilemiyoruz. Belki de onlar kendilerine sanatçı demezlerdi. Ancak yaptıkları sanat eserleri insanlık kültürüne bir katkıdır ve dünyaya aittir.

Yeni Ufuk: Son sorumuza geçelim hocam. Sizi daha fazla yormak istemeyiz. Türk milliyetçisi gençlere tavsiyeleriniz nelerdir?

Mezahir Ertuğ Avşar:  Ben bazen kenardan müşahede ediyorum. Türk milliyetçisi gençlerin çoğu vatansever ve mütevazidir. Ancak bazı eksiklikleri var. Kendilerini ciddi bir şekilde geliştirmeleri lazım. Tabi eğitim başta geliyor. Sağlık ve spor en önemlilerden birisi. Bu gençlerin kültür ve sanat anlayışının gelişmesini isterim. Gençlerimizde çok duygusal davranışlar görüyorum. Halbuki biraz daha serin kanlı olmak eğitime, sanata ve kültüre önem vermek; dil bilmek, dünyayı öğrenerek bilmek. İnançlı olmak çok güzel bir şey ama tek taraflı inançlı olmak gençlerimize bir şey kazandırmaz. Diğer inançları da bilmek gerek. Kendi inancı ile onu karşılaştırmak gerek. Felsefi yorumlar yapabilmek gerek. Eğer bir düşünceye sahipseniz karşı düşünceyi de araştırmak, doğru yorumlamak lazım. En başta bilgili olmak ve çok okumak gerek. Dünyayı öğrenmek, dünya kültürüne sahip çıkmak lazım. Milliyetçilik belli bir köşeye kapanıp kalmak değildir. Ben de bir milliyetçiyim ama kendi köşesine kapanıp okumayan, sorgulamayan, araştırmaya tek bir düşünceye sahip olan insanları görünce ben şaşırıyorum. Türk Milliyetçisi kendi milletinin gelişimini sağlamalı. Her alanda kendi milletini geliştirip kendi toplumunu öne çıkarmalı. En öndekinin sırasına ve onun da önüne çıkarmak demek milliyetçilik. Milliyetçilik başka milletleri ezip geçmek değil. Başka milletlerden başka kültürlerden olanlarla bir rekabete girmek “Bak ben de varım. Ben de iyiyim. Her alanda iyi olmayı başarabilirim” diyebilmeli. Bunun için de kendimizi geliştireceğiz.  Bunun en güzel ve en yakın örneği Nobel Ödülü’nü alan Aziz Sancar’dır. Aslında Nobel Ödülü’nü çok adaletli bulmam. Çünkü bu ödül belli politik amaçlar doğrultusunda hak etmeyen insanlara da verilebiliyor. Ama tam anlamda hak eden bir kişidir Aziz Sancar hocamız. Bugünlerde de ödülünü getirip Anıtkabir’e taktim etti. Şimdi bakın bu adam Türkiye’de yetişmiş. Türkiye Cumhuriyeti’nin çocuğu. Atatürk’ü iyi biliyor. Atatürk’ün yaptığı bütün işleri araştırmış, incelemiş ve kendini de bu yönde geliştirmiş. Yani Aziz Sancar Bey, Türk milliyetçiliğine sahip bir kişi ve Nobel Ödülü alıyor. Ne kadar gurur verici bir şey. Sonra bakıyorsun onun düşüncelerine fikirlerine, gurur duyuyorsun. Ondan önce de Nobel Ödülü alan oldu. Kimse getirip Ata’nın huzuruna bırakmadı. Gerçek milliyetçidir Aziz Sancar. Bugünün Türk milliyetçi gençliği Aziz Sancar’ı örnek almalı. Ben de dahil hepimiz gerçek bir Türk milliyetçisi olmak için Aziz Sancar’ı önek almalıyız. O gerçek bir Türk’tür. Gerçek bir Türk milliyetçisidir. Gerçek bir dünya bilim adamıdır.

Bir yanıt yazın