İmanını sırf psikolojik bir hal olmaktan yükseltip, hayatın yaşanma prensipleri olarak uygulama gücünü gösterebilenler saygı ve takdirle anacağımız kimselerdir. İçtimai bünyemiz, artık hiçbir milli değer bakımından koruyuculuk vasfına sahip değildir. Sosyal kontrol, ferdi, milli değerler istikametine zorlamak bir yana, tam tersi istikamette çalışmaktadır. Topyekûn kültür vasıtalarımız uzun yıllardır cemiyeti bir burjuva materyalizmi ve giderek diyalektik maddeciliğin değerler çizgisine oturtmaya çalışmaktadır. En adisinden maddecilik ve taklit kültür hayatımızın hâkim güçleridir ve gün geçtikçe fert üzerindeki baskılarını artırmaktadır. Tek kelime ile cemiyetimiz ipini koparmıştır ve buna karşı fert koruyucusuz, savunmasızdır. Kendini bu sele kaptıranlar, ruhi ve içtimai münasebetleri bakımından Türk’ten başka her şey olmuşlardır. Hala bu selin üstünde durduklarını zannedenler için ise durum daha az acıklı değildir. Belki de sadece sosyal bir verasetin şuur altlarında saklı tuttuğu değerlere lafzen sahip çıkmaya çalışanlar, zaman zaman bu kaynaktan gelen bir çatışma ve dengesizliğin buhranını yaşamakta ve sonunda ikiyüzlülüğün aşağılık perdesine bürünerek kendileri gibi, bütün diğerlerini de aldatmaktadırlar. Şüphe yok ki, her iki halde olanlar da birbirinden aciz ve aşağılıktırlar. Bunun içindir ki, tam bir Müslüman Türk gibi düşünen, inanan, ikiyüzlülüğün çemberini kırmış, inandığı gibi yaşayan insanlar, bizim asırlardır dinmeyen, doyurulamayan hasretimizdir. Bugün, milliyetçi bir düzen getirmenin kavgasını yaparken de dayanağımız bunlar olacak, ancak bu halleri ile yetinmeyeceklerdir. Çünkü inanmış ve yaşayan tek tek insanlar, içtimai bir hareketin muharrik gücü olamazlar.

Bütün içtimai inkılapların kaynağı ve hareket noktası ferdin geçireceği ruhi inkılaptır. Ancak bu değişme, ferdi bir şuur hali olarak kaldığı sürece aksiyon gücünden mahrumdur. İçtimai inkılabın gerçekleşmesi için, ferdi değiştirmeyi hakim olan prensiplerin kollektif bir şuur ve heyecan halinde tezahürü, tabiri caizse, imanın içtimaileşmesi gerekmektedir. Bir içtimai inkılabın tamamlanması ve artık semerelerini vermeye başlaması bu halin gerçekleştirilmiş olmasına bağlıdır.

Türkiye bugün, işaret ettiğimiz manası ile bir inkılabı gerçekleştirmenin şartlarından mahrumdur. Tek tek inanmış insanlar vardır; bunların tam bir Müslüman Türk gibi yaşadıkları kabul etsek bile, cümlesinin cennetin yollarını aramakla meşgul olduğundan şüphe yoktur. En halisleri kendi postlarını kurtarmanın kavgasını yapmaktadırlar. Halbuki kolektif bir düzen şuuruna ulaşılması halinde, bir Müslüman Türk gibi duyan, düşünen ve yaşayan bu seçkinler, yarınki inkılabımızın teminatı olacaklardır. Bugün, bir tesbihin kopuk taneleri gibidirler ve içtimai hareket bakımından hiçbir tesir ve güce sahip değildirler. İnkılabımızın ilk ve tek şartı bu tesbih tanelerini millet kadar çoğaltıp, onları ipliğe dizmek, ferdi şuur hallerini içtimai şuur seviyesine yükseltmektir. O zaman, “Bir millet kendini değiştirmedikçe, biz de onun halini değiştirmeyiz” mealindeki ilahi emir gereğince inkılabımız bütünleşecek ve (milletimiz), Hakk’ın kendisine yüklediği büyük tarihi görevlerin kavgasına başlayabilecektir.

Ne var ki, bütün millet olarak içtimai şuur seviyesine yükselmenin kültür vasıtalarına sahip değiliz. Türkiye’de kültür vasıtalarına sahip olan eller ve bunların yöneldiği istikametler göz önüne alınırsa, milliyetçilerin milli bir düzen şuurunu vatan sathında gerçekleştirebilmelerinin muhal olduğunu kabul etmek zorunda kalırız; çünkü bu vasıtalar, milli eğitim, basın, radyo, televizyon, tiyatro ve sinemadır ki, hepsi de bizden alabildiğine uzak ellerdedir.

Görülüyor ki, bizim inkılabımız güçlü iktidar olduktan sonra asıl şümul ve muhtevası ile gerçekleşmeye başlayacak, bu da kültür hayatının tanzimi yoluyla başarılacaktır. Bugün, inkılabımızın bir merhalesi olarak milliyetçi fikri iktidar yapmak zorundayız. Bu merhaleyi de henüz bütün bir millete hakim kılamadığımız fikrin içtimai şuur halini kendi bünyesi içinde başaran ve yaşatan bir milliyetçi kadro aşacaktır.

 

(Ocak Dergisi, Temmuz 1970, sayı:31)

Bir yanıt yazın