Her milletin kendine mahsus bir dünya görüşü, bir yaşama üslubu ve zevki vardır veya olmalıdır. Fertler için bir millete mensubiyet de, bütünlenen bu milli dünya görüşüne uygun bir mantık ve muhakemeye sahip olmak ve milletinin üslubunda yaşamaktır. Rahmetli Yahya Kemal’in “ Türk olmak, Türk gibi düşünmektir.” sözü meşhurdur. Her millet için, daha doğrusu, haysiyetli ve tutarlı her dünya görüşü için bu böyledir. Nizamın kendine mahsus ve özellikle onu diğerlerinden ayıran bir uyuş ve düşünüş tarzı; muhakeme değerlendirme ve yorumlarına esas olacak temel ölçüleri, a priorileri vardır. Bu ölçüler bozuldu mu veya araya başka cinsten ve sistemin bütünlüğüne aykırı ölçüler sokuşturuldu mu, nizam tutarlılığını ve asaletini kaybeder. Kendi kendisi olmaktan çıkar. İnsanlara saadet ve huzur veremez olur. Bu sebeple, sağlam bir muhasebe ve mukayeseye dayandırılmadan yapılan kültür iktibasları, bir değer kargaşası yaratarak, umulan fayda yerine zarar tevlid ederler.
Türk milletinin kendine mahsus, muhteşem âsûde eski dünyası, zamanın tökezleyeni ezip geçen, insafsız bakışına ayak uyduracak bir düşünce dinamizmi gösterilemediği için köhneleşti. Yapılan rastgele iktibaslarla da büsbütün yıkıldı, gitti. Bizler, tarihimizden, bu yıkıntıdan geçerek yeniden kendi kâinatımızı kurmak gibi ağır ve şerefli bir vazifeyi devralan nesilleriz.
Zamanın geçmesiyle kıymeti artan, nadide mücevherler gibi, tarihin sinesinde parlayan millî hasletlerimizle tarihimizin en büyük ve mutlu bir inkılâbı olarak 900 sene önce idrak ettiğimiz yüce İslâmlık, bu kendi kâinatımızın temel direkleri olacak, asıl seviyesini teşkil edecektir.
Bu yeni medeniyet ve kültür hamlesi, tek yönlü, anormal bir inkişaf içindeki çağdaş medeniyet ve buhranlarla kıvranan bütün beşeriyet için de son derece uyarıcı ve istifadeli olacaktır.
Büyük bir medeniyet davası için öne çıkan kişilerin, her şeyden önce, getirmek istedikleri nizamın temel önermelerini, aslî mantık ve seciyesini iyi kavramış olmaları gerekir. Bir nizamın muvaffakiyeti, o nizamın mantığı ile mümkündür. Getirilmek istenen nizamın mantığından başka bir mantıkla elde edilen bir başarı makbul sayılamaz. Keklik avına avcı, keklik yerine bol bol karga vurarak dönmüşse, muvaffak olmamış demektir! İdealizmde ikamecilik olmaz. Gündelik akışların önü sıra sürüklenenler değil, bütün bir tarihi akışa yön verebilecek olanlar, millet ve insaniyet için bir şey yapabilmek şansına sahiptirler.
Müslüman Türk gibi yaşamak ve düşünmek hasletleriyle büyük tarihi ülkücü dirayeti kazanmamış olanların, Müslüman Türk medeniyeti yolunda muvaffakiyetleri düşünülemez. Müslüman Türk düşünce ve hayatı en kâmil ölçüleri ile Allah’a iman mihrakı etrafında şekillenir. Allah’a iman ise diğer esaslarıyla birlikte “ O’nun hükmünün halk üzerinde geçeceğini kat’i olarak bilmektir. Fayda, zarar, izzet ve zilleti O’ndan görmektir. Nefsini Allah için saymak ve bütün varlığı Hakk’ın saltanatı içinde görmektir. Bundan sonra şansın için O’nun arzusundan başkasını seçmemek ve bütün işleri O’nun için yapmaktır.” Allah rızasına uygun bir dünya nizamı başka türlü kurulamaz.
Allahsızlık ve din düşmanlığını temel değer olarak benimsemiş olan Sovyet Rusya’nın İkinci Dünya Harbinde “ moral!” gayesiyle cami ve kiliselerde Kızıl Ordu’nun zaferine dua edilmesini serbest bıraktığı hatta teşvik ettiği söylenir. Bunun onlar bakımından bir zaaf ve taviz olmasıyla şu an için ilgili değiliz. Yalnız, bu kabil bir inanışa komünist düzende bile rastlanırken, Allah’a imanı sadece “ inandım, inanıyorum” demekten ibaret kalan bütün muvaffakiyeti maddeden ve dünyevî kuvvetlerden bekleyen, zafer ve mücadele hesaplarında İlahi Murada ve Bedir’de azı çoğa üstün getirmekle anlayış sahipleri için kesin bir ibret numunesi göstermiş olan ilahi teyide hiçbir zaman yer vermeyen kimseler, Müslüman Türk’e nasıl önder olurlar? Muvaffakiyet için vasıta ve vesile olmak kadar bir kıymeti olduğunu unutarak beş katlı bir binaya yahut da bir iki milyon paraya, bir emri ile kâinata vücut verip bir emri ile de ortadan kaldıracak olandan daha fazla güvenenler, komünizm- materyalizm veya Yahudi mamulü bir başka nizam için harekete geçseler daha isabetli ve akıllıca davranmış olurlar. O takdirde başarıları da mümkündür.
Hangi köke bağlı olursa olsun dünyevi, maddi ve beşeri bir alanda mücadelesini verip hükmünü geçirecek olan her davanın dünyevi, maddi ve beşeri birtakım kuvvetlere, vasıta ve vesilelere muhtaç olduğu, zaruret ve bedahet hükmündedir. Ancak davanın özünden ayrı ve özü ikinci plana iten bir vasıta ve vesile kaygısı olamaz. Üzerlerinden her türlü korku ve hüzün kaldırılmış olan müminlerin “bütün varlığı, mameleki, Allah ve Peygamber aşkıdır. Bu insan bu aşkla denizlere ve karalara sahip ve hâkim olacağına inanır!” Zaten bu ölçüde şuurlaştırılan dava özü, kişiyi birtakım vasıtalara zaruri olarak sevk edecektir. Hâlbuki özden ayrı bir vasıta endişesi büyük bir ihtimalle iman çizgisinin yani asıl davanın dışına çıkartır.
Davanın hakikatini unutmadan yönelinen vasıtalar davaya uygundur. Zira gaye vasıtasına kendi özüyle tayin etmiş, onu kendine layık hale getirmiştir. Gayenin vasıtayı meşru hale getirmesini böyle anlamak lazımdır. Gaye vasıtasını seçerek alır, ne bulursa ona yapışmaz. Ülkü kavgası çocuk döğüşü değildir, bu kavgada, ele geçeni fırlatmak yoktur.
Bu fasılda, “düşmana silahıyla mukabele etmek” meselesini de doğru anlamalıdır. Düşmana silahıyla mukabele etmek, düşmanın silahını tesirsiz bırakacak silahla mukabele etmektir. Yoksa düşmanın silahını aynen kullanmak, hangi silahı kullanacağını düşmana danışmak ve bir nevi ödünç almak olur! Mesela milliyetçilik, Müslümanlık adına komünizmle kavga, komünist usülleriyle yapılamaz. Müslüman mücadelesinin Müslümanca bir takım ölçüleri olmalıdır. Aksi halde, yani kavgası yapılan sistem, kendine mahsus usül ve vasıtaları bulamamışsa eksik ve zayıf demektir. Varsa, böyle bir zaafı kedi özünden tamamlamak yerine, bir de aykırı ve yabancı vasıtalarla telâfiye kalkışmak davayı büsbütün öldürmek, bindiği dalı kesmek olur. “Ölmek şanından olmayan, daimi hayat sahibi Allah’a değil de, “maddi şeylere güveneni Allah, güvendiği şeyle belâya sokar.”
Hak yolunun davacısı, davaya uygun bütün vesile ve vasıtalara en uygun biçimde tevessül ve müracaat ettikten sonra da bilecek ve inanacaktır ki, zafere ulaştıracak olan imanıdır. Vasıtaların zaferi diye bir şey olamaz. Bizim iman ve dava mihrakımız Allah’tır: binaenaleyh bizim zaferimiz yalnızca Allahtan’dır.
Dün de bize hala şeref veren, varlığımızı ve vatanımızı borçlu olduğumuz düzen. Bu mantık ve imanla kurulmuştu:
“İradetullah müteallik olacak, cemî kâinat hilâfına sa’y itseler müfid olamaz. Gene husûlu kolay bir kaziyeye iradetullah munzam olmasa, cümle âlem vücud vermeğe kasd eylese zafer bulunmaz. Bu hususta itimadım ne vefret-i mâl-ü menâl ve ne kesret-i aşâkir ü ibdal tekasür’ü esbâb-ı ceng ü cidaledir. Belki mahzâ Hakk’ın lütfuna ve inâyetinedir. Garaz-ı aslî dahi izhar-ı şeâyir-i islamdır, gayrı değildir.
Eğer ol kal’anın benim elimde feth olunması mukadder olmuş ola, burc u bârûmarı senkü hâkten değil, âhen-i pâkten dahi olursa, ateş-i hışm u kahırla eridüp mum gibi nerm eylemem.”
Fatih Sultan Mehmet Han
Başka söze mecal var mı?
Ocak Dergisi, Mart 1970 Sayı 27