Munzur dağı, Kemaliye’den Başpınar köyüne, Başpınar’dan Yeşilyazı’ya bir üçlü çizerseniz aşağı yukarı ortasında kalır. Diyeceğim Munzur bu üç yerden de görünür, daha başka yerlerden, çok ötelerden bile de görünür ya, ille bu üç yerden daha bir heybetli bakar durur. Böyle kaşları çatılmış mı gizliden gülümsediğini belli etmiyor da gözlerini belertip duruyor mu ne? Aslını ararsanız Munzur dağı yumuşak mı yumuşak, içli mi içli, gözlerden ırak bir köşede yeyip içmeyi, oturup kalkmayı hele hele başını dinlemeyi sever fukaradan, yoksul bir Türkmen dervişi gibidir. Öyle de neden bu heybet, neden bu çatak çatak baş kaldırıp kaş yıkma diyeceksiniz?
Bilir miyim ben? Ben de ilkin sizin gibi sordum soruşturdum, aklınıza geleni öğrenmek istedim. Gözümü, yüzü kırış kırış beli iki büklüm ama dağı sıksa gözelerinden suyunu çıkarır sandığınız bir ihtiyar dede açtı. “Deh orda, bir civere içimi git bir taş durur görürsün, orda benden beter biri var, ona sor.” dedi.
Yüzünde ve gözlerinde, kırış kırışlığın aralarında öylesine bir temiz yorgunluk vardı ki inanmak dediğimiz şey o yorgunluktaydı, ister istemez o “bir civere içimlik yer”e gitmek gerekiyordu.
Bir eylül güneşi henüz doğmuştu, geceden kalma yağmur artıklarını eylül yapraklarında ipildetiyor, göleklerde pırıldatıyordu. Yol hep patika bazen keçi yolu, arada bir genişleyerek ama tozlu topraklı yamru yumru uzanıyor hep dik çıkıyordu. Tırmanıyordu. Çıt yoktu. Yaban bir sessizlik iki yanımdaydı. Bir civere içimi nerde, çıka çıka civerelerin boyu bitmek bilmiyordu. Göğsüm hırıldıyordu, kulaklarımda garip bir dağ sızısı: soğuk, bıçağımsı… Dönebilirsen dön geriye, ihtiyar dede bir kere “Deh orda benden beter birisi var.” dedi mi demedi mi? On civere içimi de olsa çıkılacak bu keçi yolu…
Çünkü Munzur dağı sisli, bulutlu… Ağlamaklı desem değil, öfkeli desem hiç değil. Munzur dağı bir yalnız dağ, yapayalnız!
Vereceğini vermiş, alacağını alamamış, boşalmış. Belki susanlara küskün, acıyor. “Neden açıklanır ki her şey? Gizlilik güzel değil mi? Bilinmeyiş, bilinmemek… Ne olduğunun bilinmemesi. Âlem varsın kötü sansın seni; âlem varsın senin ayağını kessin, kolunu kessin sen içinde zenginsin ya… İçindeki hazineyi sakla… Onu kendin gör…”
Munzur dağı hazinesinin üstüne de oturamamış, oturtmamışlar ki. Sırları açıp dört bir yana saçmak niçin? Keçi yolu çıkar da çıkar, eylülün yeni doğan güneşi sıska, hastalıklı, erguvan mı leylâk mı ne? Ama güzelce… “Nerde bu bir civere içimlik yerdeki senden beter?” diye bağırmak geliyor içimden. Hâl kalmamış. Soluğum göğsümde katı, buz tutuyor.
Tâ ötelerde, şu Munzur’dan çok pek çok ufak sıra dağların, parçalı kayaların dibinde Murat nehri akıyor. Kulaklarım mı patlamak üzere yoksa o dağların ardından Murat’ın homurtusu mu kulaklarımda? Murat’a Munzur suyu da karışıyor. Munzur suyu az biraz hırçın, yaramaz bir çocuk gibi, duyuyorum sağ yanımdan, aşağıdan Munzur suyunu.
Munzur suyu böyle böyle gidecek, doğuya, sağa doğru kırılıp bükülecek. Köpüklü beyaz su… Mavi köpüklü olduğunu da gördüm. Sonra sağdan Mercan dağlarından gelen bir başka su ile köpükler içinde kucaklaşıyor. Munzur suyu da, Munzur dağı gibi görünüşünden farklı, buzlu soğuk ama sıcakkanlı. Mercan dağlardan gelen suyu kucaklayıp, boz bulanık aşağı doğru iniyor yine başka bir suyu, tâ Pülümür’den gelen suyu kucaklıyor, sonra yine aşağılara… Peri suyunu da bağrına basıyor… Ve az sonra Murat!
Munzur, Murat’a eriyor, Munzur dağı Munzur suyunda yumuşayıp eriyerek aka aka Murat’a kavuşuyor. Meğer istediği de oymuş.
İstediğinin bu olduğunu ben düşünerek buldum, aslını ihtiyar dedenin aşağıdayken “deh orda, bir civere içimi ötede benden beter” dediği adam anlattı.
Adam diyorum ben, siz birkaç bin yılı pamuk pamuk yumuşatın, kaya kaya dişleyip parçalayın. Sonra etlerin en sıcağını topraklaşmış mübarek bir deriyle kemiklere sarın. Tarif edilen adamı görürsünüz.
Bana Munzur’u anlattı, Munzur Baba’yı… o boynu bükük, gözü sevmekten yorulmuş ve yüzü insanlara eğik o Türkmen babasını, o en eski Oğuz erini… Benim ve senin mayanda var olanı gülüm.
Munzur, Munzur suyunun çıktığı şekilde yurt yuva kurmuş, od ocak töretmiş malı mülklü bir Oğuz Beyi’nin yanında çalışmış. Koyununu güdermiş, davarını otlatırmış. Çobanmış amma bereketli çoban. Siz Munzur’un gecelerini tatmadınız bilmezsiniz, geceleri gökten ışık yağar, yıldız çadır olur ipil ipil dağa iner. Dağ yıldız ışığında görülmeze karışır. Çoban Munzur ise yarı dağ yarı yıldız… Toprağın hasını bulmuş.
Bir gün Bey Hac’a gidecek olur, hazırlık görülür, yol yordam düzülür. Bey Hac yoluna düşerken, varını yoğunu karısını kızını Munzur’a emanet eder.
Vay bu emanet ediş ne beterdir ya. Kızı kıskanır, karısı kıskanır. Hele oğlu öfkeden tut ki kaya parçası… Ama ne gelir elden, söz Bey sözüdür. Oğuz Türkmen’de Bey sözü buyruğun has damarıdır.
Bu öfke bu kıskançlık başka bir şey yaptırmaz da Munzur’u eğlencelik yaptırır. Kız bir yandan ana öte yandan, oğlanlar desen büsbütün bela, eğlenip dururlar akılları sıra.
Günlerden bir gün, evin hanımı helva pişirir. Yağın, unun, balın kokusu bütün dağı tutar, gökyüzü yeryüzü meyâneleşir, vadiler meyâleneşir, aşağıdan akan su yağ, un, bal karışmış meyâneleşir akar. Munzur, hanımının helva pişirişini seyrederken “ Ah… Ah!” demiş o dolu dopdolu yüreğinden. “Beyim de olsaydı ki… Şimdi oralarda bu helvayı da bulamaz.”
Hanım da, kız da oğlanlar da eğlenceyi yakalamışken kaçırmak istemezler. Hanım tencereden aldığı iki kaşık helvayı bir kaba koyar, Munzur’a uzatır. “Al.” der “ Götür de beyine ver. Yesin.”
O bir andır işte, o anı tarif mümkün değildir. Munzur uzanıp iki kalık helva kabını alır. Gidiş o gidiş, yarım saat mi sürer bir saat mi ne… Dönüşünde boş kabı geri verir. Kimsenin yüzüne bakmaz, gözleri uzak sular gibidir karanlıkta, akışı sessiz. Yüzü bulutumsu.
Günler geçer, hacılar döner. Bey de döner. Bey’in karşılayıcıları çoktur. Herkeste bir sevinç, bir huşu, bir hoşluk. Fakat Bey sabırsız, gözleri aranmakta… Munzur’u bir kayaya dayanmış görünce kalabalıktan uçarcasına sıyrılır. “Beni bırakın, beni bırakın. Asıl hacı bu Munzur’dur, öpün elini ayağına düşün.”
Herkes şaşırır. Bey, Munzur’un dizlerini öpmektedir. “Mekke’de konuşmadın benimle Munzur’um.” diye niyaz halindedir. “Canımın helva çektiğini nasıl bildin? O sıcağı tüten helvayı nasıl yetiştirdin? Neden yüzüme bile bakmadın Munzur’um?”
Kalabalık birden koşar. Olanları anlamışlardır. Ama Munzur, bilinmeyenin açığa çıkmasından üzgün, kalabalığın o korkunç kurtuluş isteğinden dertli, geriler… Geriler… Geriler… Kayanın içine içine… Kaya Munzur’a yol verir, kucak açar.
Munzur, kayanın bir ucunu tuttuğu anda kaya buğulanır. Bir garip kabarış ve fışkırış… Köpük köpük bir süt buğusu çağlar. Çoban Munzur’ u köpükleştirir.
Munzur suyu önce köpüklü, ak, yumuşak süt akmış. Çoban Munzur’un parmak uçları kayalardan iz iz bu akışa bakmış ve Munzur dağı yapayalnız öylece kakılıp kalmış.
Munzur suyu, neden sonra sütten suya dönmüş… Bilmem, anlatabildim mi?
Türk İslam Efsaneleri, Sayfa 156-160