Bu efsane, Şarköy ile Gelibolu arasında söylenir; bir burunun, İncir Burnu’nun efsanesidir.
Bir çoban vardır; Şarköy ile Gelibolu arasındaki deniz kıyısı köylerinden birinde yaşamıştır. Asıl adı unutulmuştur; çok uzun ve çok kaba olan burnundan dolayı bu çobanın adına halk “Burun” deyip çıkmıştır işin içinden. Çirkindir bu çoban; ufak tefektir. O zamanki okulların hiçbirine gidememiştir. Yoksul bir ana-babanın oğlu olduğu için, burnunun çirkinliğinden utandığı için, ufak tefekliği yüzünden öteki haşarı çocukların can acıtıcı şakalarından korktuğu için artık neye yorarsınız yorun okula gidip de iki kelime öğrenememiştir. Bildiği bir tek harf vardır: Elif!.. Bu kelimeyi de şöyle bir duymuşluğu vardır; kutsal bir ses diye içinde saklamıştır.
Çocukluğundan beri köyün sığırını davarını gütmektedir; konuşmaya konuşmaya, dilini unutacak gibi olmuştur ama sığırı ve davarı önünde kıra çıktı mı kurdundan kuşuna, çiçeğinden böceğine, ağacından dalına varıncaya kadar bir gizli konuşmanın iç ürperten ve baş döndüren sihirini öğrenmiş, içten içe duymuştur. Gün olmuş sığır ve davarıyla halleşmiş; gece gelmiş yıldızlarla, pırıl pırıl yanan ay ile söyleşmiştir. Böylece, günden güne ve geceden geceye, kendisini de farkında olmadan, bir bilinmeyen zenginliğin sırrıyla dolmağa başlamıştır.
Çoban Burun, sığırları ve davarlarıyla halleşmelerinden ve yıldızlarla dilleşmelerinden başka, kendi kendinde bulduğu ve ışığıyla ışıklanıp dolduğu Tanrı ile de gönlünce alışveriş ederdi. Fakat bu alışveriş hemen hemen hiçbir canlıya nasip olmamış bir samimiyete bürünürdü. Böyle ânlarında, Çoban Burun, birden içinde bir şeyin coşup taştığını, kabına sığamadığını hisseder, dayanamayıp fırlar yerinden, uçacakmış gibi dönmeğe, eliyle yüreğini döğmeğe başlar ve sonunda secdeye kapanırdı. Bu esnada ağzından sık sık ve tek kelime hâlinde bir harf çıkardı: Elif!..
Elif, bildiği ve tekrarladıkça huzur duyduğu tek kutsal harf idi…
Bir gün, oralardan pek kimseler geçmezken, Çoban Burun ’un coşkunluk ânında bir gün iki derviş çıkageldi nerden geldiyse. Bir çobanın kepeneğine bürünmüş dönüp durduğunu, secdeye vardığını, “Elif!.. Elif!..” diye haykırdığını görünce şaşırıp durdular. Bu deli çobanın kendine geleceği ânı beklediler. Ve o zaman, deliliğinin sebebini sordular.
Çoban şaşırmıştı, üzülmüştü de. Utanarak:” Tanrıma ibadet ediyorum.” dedi. Boynu bükülü kaldı öylece.
Dervişler, büyük bir bilgiçlik içinde, bu hareketinin günah olduğunu ve nasıl ibadet etmesi gerektiğini uzun uzun anlattılar, ibadet şeklini gösterdiler ve: “Bizim gibi yap!” diyerek deniz kıyısına indiler. Çoban da indi arkalarından. Orada, dervişler, hırkalarını çıkarıp denize saldılar ve üzerine oturup bir sal üstünde gider gibi uzaklaştılar…
Çoban, gözlerini iri iri açılmış, farkında olmadan kumlara oturup avuçlarını sımsıkı yapıştırmış hayretler dervişlere bakıyordu. Bu nasıl olmuştu? Niçin batıp boğulmamıştı bu dervişler?
Ama nesine gerekti… O, yarım kalan ibadetini tamamlamalı idi; fakat nasıl? Dervişlerin söylediklerinin hiçbiri aklında kalmamıştı; yaptığı ibadetin yanlış olduğunu da söylemişti dervişler, şimdi ne yapacaktı? Tanrısına nasıl ibadet edecekti?
Bu endişe ile fırladı yerinden. Dervişlere doğru: ”Hey!..” diye bağırdı; “Durun! Söylediklerinizi unuttum ben, durun!.. Durun!..”
Ve bir yandan da koşuyordu… Kepeneğine dolan avucunda kalan kumları döke döke koşuyordu. Koştuğu yer denizdi; derya idi. Kumlar, denize dökülüyordu avucundan ve eteklerinden.
Dervişler, suya saldıkları hırkalarının üstünde dehşetle titrediler. Denizde yürüyüp gelen çobanın arkasından, dökülen kumlar, kocaman kayalar halinde büyüyüp geliyordu. Kıyı, denize doğru bir burun olup, çobanın adımlarıyla denize giriyordu…
“Dur !..” diye bağırdı dervişler; ”Dur!.. Tanrı’nın aşkına dur!.”
Ve çoban durdu. Bir kepenek heybetiyle durdu olduğu yerde. Dervişler, çobanın durduğu yere geldiklerinde çobanı değil; içi çobansız, içi bomboş kepeneği buldular.
Kıyı ile kepeneğin arasını bir kara parçası doldurmuştu; o günden bu yana, bu kara parçasına İncir Burnu dediler.