“Türk töresinin bir diğer şartı da haddini bilmektir. Haddim bilmek… Ne kendinizi dev aynasında göreceksiniz; herkese tepeden bakacaksınız ne de kendinizi aşağıda göreceksiniz, aşağıdan bakacaksınız.”

Başbuğ Alparslan Türkeş

Türk milliyetçilerinin her vesileyle rahmet ve gururla andıkları cennetmekân Başbuğ’un bilgeliğine tek başına delil olmaya kâfidir yukarıdaki satırlar. Kendisini necip bir mefkûre ile hemhâl kılabilmiş bir dava adamının, Başbuğ Türkeş örneğinde olduğu gibi, bulunduğu tarihi noktadan geçmiş ve gelecek arasında bir bağ kurabilirse aynı zamanda münevver bir şahsiyet olduğunu söylemekte beis yoktur.

“Türk münevverliği ” ya da “günümüz aydınları(!)” çok daha ehil kimselerin üzerinde tefekkür ettiği ve ilgilisine sunduğu pek mühim hususlar olduğu için bu acemi satırların yazarı olarak konuya girmekten imtina ederim. Esas arzum Başbuğ Türkeş’in “Türk töresinin şartı” olarak ifade ettiği ve pek çok mecliste defaatle üzerinde durduğu “haddini bilmeye”  farklı bir nazar ile bakabilmektir.

Ülkücülüğün kendi sistematiğine sahip, kütüphaneler dolusu fikir terakkisinden ibaret olduğu ya da bu fikri altyapıyı barındırmadığı düşünülemez. Ancak aynı şekilde Ülkücülüğün eylemden, amelden münezzeh olduğu ya da sadece tepkisel bir hareket olduğu da düşünülemez. Düşündüğü gibi yaşamak gayreti Türk milliyetçilerinin vazgeçilmez bir şiarıdır. En azından bir zamanlar böyle olduğunu görüyor ve böyle olması gerektiğine de iman ediyoruz. Öyleyse Türk milliyetçileri, Ülkücüler dünya hayatının her mecrasında bu fikrin muhteviyatına uygun eylemlerde bulunmak zorundadır. Yine aynı şekilde karşılaştıkları sorun ne olursa olsun bu soruna dair analiz ve sentezlerini Ülkücü bir “bakış açısı” ile yapmalıdır, buna gayret etmelidir.

İster fiiliyatta ister fikriyatta, bu bakış açısının ehemmiyeti tartışmaya açık değildir. Nasıl ki görme zorluğu yaşayan bir insan gözlüğü olmadan büyük müşküle düşüyor;  yeri geliyor takılıp düşüyor ya da karşısından gelen dostunu seçemiyor, bulanık gördüğü dünyayı hisleriyle algılamaya ve yönünü bulmaya çalışıyorsa Ülkücü de bu “gözlük” olmadan teşbihi bir müşküle düşer. Zaten bakış açısına sahip, eylemlerinde tutarlılığa ve düşüncelerinde berraklığa ulaşabilmiş olana Ülkücü denilmesi gerekir ki ancak bu kişi kendine mefkûre edindiği istikamet üzere yol alabilir.

Peki, Türk töresi bahsi geçen bakış açısını kazanmakta ne kadar elzemdir? Çok. Öyleyse tekrar töreye kulak verelim. Ne diyor töre; haddini bil. Başbuğ Türkeş, tevazu ile özgüven arasında bir had, sınır işaret etmiş. Korkaklıkla saldırganlık arası olarak da düşünülebilir bu sınır. Bir bakıma her düşünce veya fiilin kendine has yapısı içerisinde farklı adlandırmaları olabilir ancak ana omurga bellidir; ne tepeden bak, ne aşağıdan gör. Bu sınırın kaybolması, dikkate alınmaması ya da bile isteye çiğnenmesi durumda ne olur? Yani haddini aşmanın sonuçları nedir? Arzu ederseniz bunu bir olgu çerçevesinde izah etmeye gayret edelim; millete yabancılaşmak.

Yabancılaşma kavramını, nedenleri ve çeşitlerini, millete yabancılaşmaya yol açan muhtelif nedenleri bir kenara bırakalım, yok sayalım. Yukarıdaki sorulara cevap ararken bir düşünme nesnesi olarak kullanalım.  Zira biz bu olgunun kendisini incelemek niyetinde değiliz (elbette ki bu oldukça önemli ve üzerinde düşünülmesi gereken ve düşünülen bir husus). Yine bu olguyu daraltarak Türk milletine mensup bir ferdin milletine yabancılaşmasını konu edinelim. Millete yabancılaşmanın nedenlerinden birinin yanlış tarih algısı ve okuması olduğu bir gerçektir. Türk tarihinin okunmasında tarih yapmaktan yazmaya vakit bulamamış bir milletin tarihi ya da bir diğer ifadeyle aktarımında sözlü anlatımın hâkim olması gibi kendine has bir kısım zorluklar mevcuttur. Bunların ötesinde tarihin ilmî zorluğu vardır. Hepsinin ötesinde  “tarihçi” dar kalıbının içerisinde hapsolmuş ufuksuz şahsiyetlerin tarih yazarlığı yaptığı düşünülürse durumun karmaşıklığı katbekat artmaktadır.

Her insan “Ben kimim, nerden geldim, aslım nedir, neslim nedir?” sorularını sorar ve sormaya da devam edecektir. Bu sorular doğal olarak insanı tarihin patikasına sokar. Patikanın başına gelindiğinde insanlar için beş tercih ama dört yol olduğunu düşünüyorum. Tercihlerin yollardan fazla olmasının nedeni yolların hiçbirine girmeyen, şöyle uzaktan bir bakıp geri dönenlerin varlığından kaynaklanmaktadır. Tarih şuurları oluşmaz, yukarıda bahsi geçen sorulara cevap bulamazlar ve neticede yabancılaşma ya da daha vahimi başka milletlere öykünme illetine düşerler. Yönleri tarif edip istikametlerinin nereye vardığını tespite çalışalım.

İlk yol, kendi tarihini okurken kasıtla, düşmanca anlatılan biçimiyle okumadır. Sonu kendi milletini yermeye hatta suçlamaya varır. Her nevi şerrin milletinden kaynaklandığına kani olur. Orhan Pamuk’un Nobel Edebiyat Ödülü aldırıldığı eserinde(!) “Bilmem ne kadar insanı şöyle yaptık, böyle ettik, biz ne kötü ne fenayız.” ağlantıları somut örnek olarak karşımızda.

Patikanın ayrımlarından bir diğeri şuursuzluk, algısızlık yoludur. Kişi burada ilerlerken tarihi sadece sebep-sonuç ilişkisiyle bağlı kronoloji olarak görür, algılar. Şuursuz tarih okuması yapan bu kişilerde millet algısı oluşmaz çünkü olayların oluş tarihini tarihin kendisi sanmaktadır. Hâlbuki o eylemlerin arkasında yatan gaye, niyet, ideal nedir bilinmeden tarih okuması yapılır ve bahsi geçen sorulara bu okuma ile cevap verilmeye çalışılırsa sonuç yine felakettir. On, yirmi bilemediniz yüz yıllık hedefleri olan kısır ve faydasız algılarıyla hareket eden, milletin aslını bilemediği için ona yabancılaşan, tepeden bakan ve tepeden inmeci davranan bir kitleyle karşı karşıya kalınır. Tariften yola çıkarak pek çok örnek bulunabilir lakin gerekli görmüyorum.

Üçüncü güzergâha dönenler için sonda söyleyeceğimi başta söylemek isterim; kendinize gelin, ayaklarınız yere sağlam bassın. Zira tarih okumasında benmerkezciliğin sınırlanırını zorlar ve nefislerinin bayağılığını tarihe mal etmeye kalkarlar. Elbette milletimize olan mensubiyetimizle gurur duyuyoruz. Elbette Türk insanlık âlemi içerisinde bulunduğu günden bu yana pek necip bir millet olduğunu çok vesileyle ispat etmiştir. Ancak bu tarihin bireysel ya da toplumsal bir övgü malzemesi olarak değerlendirilmesini gerektirmez. Bu durum yukarıdaki şuursuz okumaların başka biçimidir. Hataların görülmediği, yanlışların yok sayıldığı, kusurların göz ardı edildiği bir okumadır. Yaşanmış ve bilinen tarihin beğenmedikleri kısımlarını yok sayar ya da tahrif ederler. Bu tarz bir algının neticesi de yine yabancılaşmadır. Nasıl sorusunu sorabilirsiniz. Şöyle ki bu yolda ilerleyenler sosyolojik olarak milletin varlığını bütünüyle kavrayamadıkları için yerine kendi iç dünyalarında yarattıkları mükemmeliyet abidesini, ütopyalarını yerleştirir. Gerçeklikten her kopuş da bir yabancılaşma değil midir? Üçüncü güzergâha misal bulmak için “Uhud’da okçu” olan arkadaşların(!) sapkınlıklarına şöyle bir göz atılması kâfidir.

Şu ana kadar bahsi geçen yollardan çok daha farklı olan son ayrıma giren kişiler tarihin bulanıklığıyla bir başlarına baş etmek zorunda değillerdir. Çünkü patikanın bu son ayrımını tercih edenler Türk milliyetçileridir ve kendilerine has bakış açılarıyla bu yola takip etmektedirler. Gözlük örneğinde olduğu gibi bulanıklığı ortan kaldıran bir algı ve bilinçle tarihe bakarlar. Farklı istikametlerden gitseler de aynı sona varan, yabancılaşma illetine tutulanlardan farklı bir akıbetleri olacaktır. Çünkü evvela patikaya girmeye sevk eden soruları bilinçle sorarlar ve istekle bu yola girerler. Eylemsiz kalmak onlar için bir seçenek değildir. Sonrasında ise ne övgü ile gerçeklikten kopanlar gibi ne yergi ile milletini aşağılayanlar gibi ne de şuursuz okumalarıyla kendilerini daraltanlar gibi raydan çıkmazlar. Çünkü onlar “haddini bilir”.

Törenin kendilerine işaret ettiği sınırlarının farkında olma mesuliyetiyle bu yolda yürürler. Patikada attıkları her adımda bu şuurla hareket ederler. Bitmek bilmeyen bu yolculuklarının her safhasında, karşılaştıkları her tarihi olay, olgu veya kişiye bir Türk milliyetçisinin bakması gerektiği gibi bakar, değerlendirir ve bunu kaydederler.

Türk milliyetçiliğinin kazandırdığı “bakış açısının” ve Türk töresindeki “haddim bilmenin” bu bakış açısındaki önemini, yabancılaşma illetinin bir sebebi olarak gördüğümüz tarihi anlama ve okumadaki yanlışlıklardan uzak tutması yönüyle örneklendirmeye çalıştık. Had, sınır bilmeyi de Türk milliyetçiliğinin önemini de pek çok farklı konularda sınırsız sayıda örneklerle izah etmek elbette mümkündür. Kaldı ki Türk milliyetçiliğinin böyle bir izaha ihtiyacı yoktur. Bu satırların âcizane yazarı olarak gayem; Ülkücülerin ancak ve yalnızca, tatbik edilmiş ve onanmış bir yöntem ve müfredat ile merhaleler halinde kurgulanmış bir “eğitim”den geçerek ancak bu “bakış açısına” sahip olabilecekleri aksi takdirde hamaset çölünde kaybolup giden bireylerin kendisine Ülkücü dediği bir yığın haline dönüşecekleri son sözünü söyleyebilmekti.

Son olarak belirtmek isterim bu yazının muhteviyatını oluşturan fikirlerin tümü şahsıma ait değildir, pek çoğu olamayacak kadar da değerlidir zaten. Ülkücü camiaya dair kuru tespitler yapmakla yetinmeyen, tedaviye gayret gösteren, Türk milliyetçiliği müktesebatını bir derya görüp bu deryada “Yeni Ufuklara Doğru” besmeleyle sefer eyleyen dostlarımız, büyüklerimiz ve kardeşlerimizle yapmış olduğumuz sohbetlerin derin izleri, o meclislerin tadına varmışlarca, bu yazıda aşikâr şekilde görülecektir. Selam ve dua ile…

Bir yanıt yazın