“Ülküsüz insan çamurdan farksızdır.”

 Alparslan Türkeş

                Ülkü kelimesi, Türk diline ideal kelimesini karşılamak üzere girdi. Daha önce, aynı kelimenin yerini tutmak üzere Ziya Gökalp, fikir kökünden mefkûre kelimesini türetmişti. Mefkûre kelimesi bütün gayretlere rağmen, gerek imlâ dilinde, gerekse günlük konuşma dilinde ideal kelimesini bütün nüanslarıyla karşılayamadı ve dilimizden yavaş yavaş çekildi.

İdeal kelimesi, özellikle felsefi düşüncede, Eflatun’dan beri çok zengin bir muhteva ve nüanslar kazanarak fikir tarihinde yerleşmiş bir kavram idi. İlim dilinde beynelmilel bir kullanışa bu kadar uzun bir zamandan beri mahzar olan ideal, idealizm gibi kavramları için yeni karşılıkları kabullendirmek mümkün olamamıştır. Konuşma dilinde ise, mefkûre kelimesi ideal mefhumunun ismini karşılıyor ama sıfat olarak yeterli olamıyordu. “İdeal bir ev kadını” “ideal bir öğrenci” “ideal bir cemiyet” gibi, idealin sıfat olarak kullanışında manaları mefkûre kelimesi ile ifade etmek mümkün olamadı; mefkûre bir cemiyet, mefkûre bir kadın!

Ülkü kelimesi için de aynı şeyler tekrarlanabilir. Bu kelime de uzun yıllar boyu, Peyami Safa’nın ifadesiyle, apartmanlara ve bir kısım insanlara isim olmaktan ileri gidemedi. Ancak, son on beş yılın hızlı akışı içinde durum değişti.

Kelimeler emirle var olup emirle varlıklarını sürdüremezler. Canlı kalabilmek için muhtevalarını yaşanan hayattan almak zorundadırlar; düşünce hayatından, sanattan veya günlük yaşayıştan. İşte, ülkü kelimesi de, ülkücü hareketin seyri içinde zengin ve milli bir muhteva kazanmış ideal kelimesi karşısında istiklal ve şahsiyetini kabul ettirmiştir. Bu yazımızda, ülkücülük kelimesinin kazanmış olduğu bu yeni mana ve muhtevayı milli kültürümüzün kavramlarıyla kısaca açıklamaya çalışacağım.

Ülkücülük ilk planda, insana has bir vasıf olduğuna göre, önce insandan kısaca söz edelim. Milli kültürümüzü temellendiren ve yoğuran dünya görüşüne nazaran insan ruh ve bedenden oluşan bir varlıktır. Kâinatın yaratıcısı, Hicr suresinin 28 ve 29. âyetlerinde şu mealde buyurmaktadır: “Rabbim meleklere: ‘ Ben balçıktan, işlenebilen kara topraktan bir insan yaratacağım. Onu yapıp ruhumdan üflediğimde ona secdeye kapanın’ demişti.” Yine Tin suresinin 4 ve 5. âyetlerinde, “Biz insanı en güzel şekilde yarattık. Sonra onu aşağıların aşağısına çevirdik.” mealinde buyurulur. Düşünce tarihimizde, insanın kötülüğe meyleden aynı nefs veya nefs-î emare diye isimlendirilir. Nefis, insandaki bencil, zevkci ve materyalist temayülleri temsil eder. Yine milli kültürümüzde insanın “İşlenebilir kara topraktan” yani çamurdan yaratılmış olan maddi yanı da nefs-î emmari temsil eder. İnsan, nefsinin bütün isteklerini Allah’ın koyduğu ölçülerle disipline etmek ve bu suretle ruhunu yüceltmekle mükelleftir. Dünyanın bütün nimetleri insanlar için yaratılmıştır ve onlardan en güzel şekliyle istifade etmemiz emredilmiştir. Ancak, bu yararlanmada Allah’ın koyduğu ölçüleri ve sınırı aşmamakla sorumluyuz. İşte, sınır tanımayan insan nefsi bu ölçülerle disipline edilecek, böylece gerçekten insanlaşmak ve Allah’ın rızasını kazanmak yolunda mesafe alınacaktır. İnsana gösterilmiş olan gaye budur.

Bu gaye istikametinde sarsılmadan yol almak çetin bir iştir. Ülkücü Bir Gençle Sohbetler isimli yazısında Galip Erdem şöyle söylüyor: “Ülkü yolunda yenilmemenin tek şartı vardır: Nefsini yenmek. Ama nefsini yenmek, söylendiği kadar kolay bir iş değildir. Nefsini yenebilen yiğit, bütün dünyayı yenmiş sayılır”. Hz. Peygamberimiz bir savaş dönüşünde, “Küçük cihad bitti, şimdi büyük cihad başlıyor.” diye buyurmuşlardır. Bu büyük savaşın ne olduğu sorulduğunda da, herkesin kendi nefsi ile yapacağı mücadele olduğunu ifade etmişlerdir. Demek oluyor ki her Müslüman Türk insanı, esasen nefsiyle sürekli bir mücadele halinde olmak, onun, emredilen ölçülerle disipline etmek zorundadır. İşte bu ceht, ülkücülüğün temelidir.

Yukarıdaki kısa açıklamaların ışığı altında diyebiliriz ki, ülkücülük, en geniş anlamı ile nefsini aşma cehdidir. Türk ülkücüsü, inandığı mukaddesleri, milleti, devleti uğruna nefsini hizmete koşan; inandığı yüksek değerleri gerçekleştirmek için gerektiğinde nefsini feda edebilen insandır.  Nefsini feda hali, ruhen yükselişinin doruk noktasıdır. Demek ki, insan inandığı davası uğruna nefsinden fedakârlık edildiği ölçüde ülkücüdür ve o ölçüde ruhunun yücelmesini sağlamıştır.

Görülüyor ki, ülkücülük ruhun bir vasfıdır. Eğer insan sadece nefsinin emrinde olursa, sadece bu kaynaktan gelen heveslerinin esiri olarak yaşarsa, daha yüksek değerler, ülküler yolunda nefsini aşmak cehdini gösteremez, ruhunu yüceltmek iştiyakı içinde olmazsa, yani o insan ülküsüz olursa, çamurdan farksızdır. Çünkü o insan, kendini insan yapan yanını, ruhunu unutmuştur. Ruhunu körelten, yitiren insanın sadece bedeni kalır ki, o da çamurdan yaratılmıştır.

Ülkücülüğün en büyük örneğini, ufuk insan Peygamberimiz vermiştir. O’nun hayatı baştan sona, ülkücülüğün bir destanı, tam peygambercesidir. Bilindiği gibi, kendisine Mekke’nin ileri gelenleri gelmiş ve bir insan nefsinin arzu edebileceği her şeyi vermeye hazır olduklarını ifade etmişlerdir; ülkenin en zengini yapalım, Mekke’nin en güzel kızları cariyelerin olsun, istersen emirimiz ol, tek şu peygamberlik dâvasından vazgeç. Cevap mâlumdur: “Bir elime güneşi, bir elime ayı koysanız ben dâvamdan dönmem.”

Kürşat’ın kırk yiğidi, Türk tarihinin bilinen ilk büyük ülkücüleridir: Türk Milleti kurtulsun, Türk Devleti var olsun diye bir imparatorluğa başkaldırmış ve göz kırpmadan uçmağa varmışlardı. Anadolu’yu fethedenler ve o muazzam imparatorluğumuzu kuranlar, bugün isimlerini bile bilmediğimiz ülkücü kahramanlardır; yazık ki henüz destanları bile yazılamamıştır. Derviş gazilerden, akıncılara, uç beğlerinden hakanlarına kadar Osmanlı tarihimiz ülkücü şahsiyetlerin bir mahşeri gibidir.

Bugün ise genç yaşında toprağa düşerek Tanrı katındaki yüce yerlerini almış olan seksen altı şehidimiz, ülkü kelimesine yeniden can vermişlerdir.

Ülkücü millet olur mu? Olur. Eğer bir millet, gücünü başka ülkelerin zenginliklerini ve inançlarını sömürerek kendi zenginliğini artırmak için kullanmıyor da, inandığı bir dâva için hizmet ediyorsa o millet ülkücüdür. İnsanlık tarihinde bunun örneğini bulmak çok zordur.

Batının bütün tarihi, ya ülkesinin insanlarını yahut başka ülkelerin insan ve zenginliklerini istismar etmekle, zulmetmekle geçmiştir. Bugünkü, maddeten zengin batı medeniyetinin temelinde Afrika’dan uzak doğuya kadar milyonlarca insanın asırlarca akmış gözyaşı, kanı ve ızdırabı yatmaktadır.  Emperyalizmin kendinden olmayan insanları maddeten ve manen sömürüp tüketmesi, batının vazgeçilmez alışkanlığı haline gelmiştir. Cezayirli düşünür Malik bin Nebi, başka ülkelerin insanlarını sömürmek alışkanlığından kurtulamayan kapitalizm, bu alışkanlığı ile kendi ülkesinin insanları da gaddarca sömürmekten kurtulamamıştır diyor.

Batı ve onun batısındaki ve doğusundaki uzantıları tarihleri boyunca hiçbir üstün ideali taşımamış, ulaştıkları yerlere üstün bir değer getirememişlerdir.

Türk tarihi ise bir ülkücülüğün hikâyesinden ibarettir. Bu millet hiçbir zaman zenginliğini ve büyüklüğünü zulüm üstüne bina etmemiştir. Daima gözü yükseklerde ve dünyanın maverasında olmuştur. Dünyayı ve dünyanın güçlerini, yüksek ülküleri için bir vasıta olarak kullanmış, onlara mahkûm olmamıştır. Milletimizin asırlar boyunca ardında koştuğu ve her adımında biraz daha büyüdüğü bu Kızılelma, Allah’ın adını yüceltmek, nizam-ı âlemi kurmak ve insanları adaletle idare etmek fikridir. Bu yüksek ülküye inanan insanlar için, küfür ve zulüm altındaki insanlara, adalet götürmek, onları insanlık haysiyetlerine kavuşturmak için gidilir. İstismar edip zulmetmek için değil. Bu ülküye inananlar, insanı, sırf yaratanından ötürü ve yaratılmışların en şereflisi olduğu için severler, ona saygı duyarlar; onun kanı ve ızdırabı üstüne kendi mutluluklarını kurmazlar.

İşte, özellikle tarihimizin Osmanlı asırları ve ülkünün müesseseleştiği, hayata hâkim olduğu ve damgasını vurduğu devirlerdir. Bu ülkücülük açısından hâkimiyetimiz altında yaşamış her cinsten milyonlarca insana nasıl davrandığımızın misallerini vermek, Osmanlı tarihini yeniden yazmak gibi olur: tarihi bu dikkatle okumak gerekir. Sadece şunu ifade edeyim ki, Tunuslu tarihçi Osman Kazak,  Kuzey Afrika’da Osmanlı Müesseseleri isimli kitabında, Tunus topraklarının hizmetine sunulmak üzere Osmanlılar tarafından vakıf haline getirildiğini yazmaktadır. Geriye kalan toprakların bir kısmı resmi daireler için ayrılmış, diğerleri de Tunusluların mülkü olarak kalmış. Bir millet düşünün ki, hâkimiyeti altına aldığı ülkenin zenginliklerini teşkilatlandırıp, müesseseleştirip, hâkimiyeti altına aldığı insanların hizmetine sunuyor…  Batılının hodgâm, bencil, materyalist kafası bunu almaz, anlayamaz. Çünkü batılı için insan sadece istihsalin bir unsurudur, makinadır, istismarı gereken bir şeydir; Türk için ise, Allah’ın mukaddes bir emanetidir, saygı gösterilmek gerekir, adalet gösterilmek gerekir. Macaristan’da mahsül iyi olmadığı yıllarda Osmanlı merkez maliyesinden oraya yardım gönderilirdi; Mekke ve Medine gibi kutsal şehirlerin ise her yıl muntazaman gönderilen özel tahsisatları vardı.

Medeniyetimizin, tarihimizin temsil ettiği bu ruh yüceliğini bizden başkası anlayamaz, kavrayamaz. Biz de, bunu anladığımız, hayatımıza hâkim kıldığımız ölçüde ve sürece büyürüz. Bir avuç çamur olmaktan kurtulup insanlaşmanın, yücelmenin fert olarak da, millet olarak da yolu budur. Batı kültürünün ve onun gayri meşru çocuğu sosyalist düşüncenin gözlerimize çektiği perdeyi yırtıp atalım ve “Türk Milleti titre, kendine dön,” buyruğundaki mânayı burada bulalım. Yüreğimizde bu imanın sıcaklığını duyduğumuz gün, bilelim ki, Türk’ün büyük istikbali vadedilmiştir ve pek yakındır.

Genç arkadaş, 15 Mart 1977, sayı:4-5

Ülkücü hareket cilt:4 sayfa:109-111

Bir yanıt yazın