Sevgili peygamberimiz ve kurtarıcımız:<< Beni kendi nefsinizden daha fazla sevmedikçe tam iman etmiş olmazsınız.>> diye buyurmuşlardır. Bunları işiten sahabeler heyecanlanarak, <<Ey Allah’ın Resulü, biz seni canımızdan daha aziz bilir ve severiz.>> cevabını vermişlerdir. Bunu fiilen de ispat etmişlerdir. Uhud Savaşı’nda peygambere gelmekte olan oklara göğsünü geren ve şehit olan sahabe ile yine O’na yönelen kılıç darbelerine elleri ve kolları ile karşı koyarken bu uzuvlarını kaybederek kanlar içinde yere yıkılan sahabe, daha niceleri ile birlikte << Allah’ın Resulü’nü canından aziz bilmenin>> imtihanını veriyorlardı.
İman öyle bir <<aşk ve sevgi>> derecesi ifade eder ki, o noktada artık can ve malın bir toz zerresi kadar değeri kalmaz. Kur’an-ı Kerim, inananları can ve malları ile Allah yolunda savaşmaya davet ederken, iman ile <<nefs u mal>> arasındaki tercihlerini ve tavırlarını ortaya koymalarını istemektedir.
Tasavvufta <<salik>>, öyle muhteşem bir sevgi ile üstadına bağlanmalıdır ki, kendini yok bilmelidir, yani <<fenâ fiş-şeyh>> olmalıdır. Üstadın etrafında toplanan gönül erbabı birbiriyle o derece kenetlenmeli, sen-ben olmaktan çıkmalı, <<fenâ fil ihvan>> ölçüsünde biz haline gelmelidir. Fena fillah mertebesindeki veli o kadar Allah’ta yok olmuştur ki, kendine gelmeyi küfür bilir.
Bütün bunları şunun için yazıyoruz: Kendini sen-ben kavgasına kaptırmış, bütün kaygısı <<nefsanî saadet>> ile mal ve mülk kazanmaktan ibaret olan, gece ve gündüz küçük dünyevî hesaplar peşinde koşan, araba, apartman, makam, mevki ve şöhret arayan; vatanı, milleti, bayrağı, dini, dili tahrip edilirken masasından ve kasasından başka tasası olmayan zavallıları uyandırmak istiyoruz.
Dehşetle görüyoruz ki, bir millet için en büyük felaket insanların idealizmini kaybederek, küçük nefsanî hesaplara kapılmalarıdır. Gerçekten de insanlar, kendilerini adadıkları hedef ve ülküler kadar büyümekte veya küçülmektedirler. Gönlünüzde yatan en büyük sevgi ne ise <<Tanrı>>nız odur. Ne için savaşıyorsanız onu tanrılaştırmış olursunuz. Bu sebepten İslâmiyet sadece ve ancak Allah için savaşmamızı istemektedir.
Türk- İslâm ülkücüleri için İslâmiyet, Allah’ın dini; kurtarıcımız ve kâinatın efendisi Allah’ın Resulü; şanlı Türk milleti Allah’ın <<İslam’a hizmetle şereflendirdiği millet>>, Türk ordusu <<Allah’ın ordusu>>, Türk bayrağı mukaddes ay ve yıldızı ile yüce İslâm’ın ve al rengi ile Allah için can veren şühedanın kanlarının ifadesidir. Üzerinde <<ezan-ı Muhammedî>> okunan aziz vatanımız ise İslam’ın ebedi güneşinin hiç batmadığı en büyük ümit ve hayat kaynağımızdır. Şunu kesin olarak biliyoruz, Müslüman-Türk Milleti yeniden tarihine layık bir diriliş ve yükseliş hareketinden başarıya ulaşırsa, İslâm, bütün ihtişamı ile tekrar bütün âlemi parlatacaktır. Tarih diyor ki, Türk milleti yücelmişse İslâm da yücelmiş, Türk milleti çökmüşse İslam dünyası da perişan olmuştur. Bu sebepten bütün küfür Türk’e düşmandır.
Türk-İslâm ülkücüsü kimdir biliyor musunuz? Kendini Allah ve Resulü’nün davasına adamış, sırf Allah rızası için canını, malını, makam ve mevkiini, din ve devleti, mülk ve milleti için fedaya hazır, şanlı ve mukaddes ay-yıldızlı al bayrağın gölgesinde dövüşen, nefsini düşünmeyen ve ülküsünde fâni olmuş yiğitlerdir. Onlar büyük ve şanlı Türk tarihinin doğurduğu, Allah ve Resulü’nün hizmetine sunduğu ulvî kadrodur. Küfrün bütün oyunlarını bozan, cesaretini kıran, yolunu kesen bu dinamik kadrodur. Bu sebepten küfrün her çeşidinin husumetine maruz kalmaktadır.
Nefsanî ihtiraslardan kurtulmanın Türk-İslâm ülküsünde fâni olmanın zamanıdır.
Türk İslam Ülküsü 1 s. 155-156