Zile’de, bir kıyı mahallede, derme çatma küçücük kapısı bir çöplüğe bakan, bir fakir ev vardı. Bir yaşlı kadın, yarı kötürüm yarı hasta ama hep başkalarının derdinden dertli, başkalarının acısından acılı bir yaşlı kadın bu fakir evde otururdu, oğlu demirciydi.

Kadının demirci olan oğlu evlenmemişti. Üç kuruş kazandıysa üç kuruş; beş kuruş kazandıysa beş kuruş ne geçerse eline, yarısını bir köşeye saklardı, öteki yarısıyla da anasının ve kendisinin eğer arttıysa da kalanıyla kendilerinden daha yoksul kişilerin karnını doyururdu.

Yıl 1783 idi ve sıcak bir yaz Zile’yi kasıp kavuruyordu. Ekinler kurumuş; toprak susuz damarlarını çatlatmıştı. Ağaçlarda bir dirhem yeşillik yoktu; varsa bile kavurucu yazın sıcak ağzına doğru uçacaktı.

Demirci, anasından, o yaz sıcağında izin istiyordu; sanki o da o yapraklardaki bir dirhem yeşillik gibiydi, uçmağa hazırdı. Uçacaktı, uçuyordu, Hac’a gidecekti. Bütün bir ömür boyu biriktirdiği paralar tamamlanmıştı.

Anası “ Peki.” dedi. “Sen beni düşünme. Bu, Hak yolculuğudur. Seninle gelmek isterdim ama görüyorsun hâlimi, gelemem. Fakat yüreğim bütünüyle seninledir.”

Demirci, anasından helâllik dileyip, o fakir evden ayrıldı. Hazırlığı zaten azdı, bütün yükü gönlünde, o avuç içi büyüklüğündeydi, yüreğinde olanların ne hazırlığı olabilirdi?

Hemen yola çıktı ama daha son evlerden henüz uzaklaşmamıştı, ekini iyice yanıp kavrulmuş bir bahçenin önünden geçiyordu. Birden irkildi. Bir yaşlı ve yorgun sesin, Tanrısına yalvardığını duydu: “ Tanrım… Görüyorsun, ekinimden hayır yok. Borçluyum da üstelik. Yaşlı ve yorgunum, hastayım da. Bu halde ölürsem borçlu öleceğim. Sana borçlu kalmaktan korkmuyorum fakat kul borcundan utanıyorum. Huzuruna kul borcuyla gelirsem? Yerin dibine geçerim. Çare? Tanrım buna bir çare…”

Demirci adım atamadı. Bir ân kımıldayamadı da sonra yavaş yavaş adama yaklaştı. Borcunun miktarını sordu usulca. Adam donup kaldı, kekeledi, şaşırdı. Fakat büyük bir umutla demircinin ellerine sarılıp borcunun miktarını söyledi. Korkunçtu… Adamın söylediği miktar, demircinin cebindeki paranın tamamı kadardı.

Çıkarıp verse olduğu gibi, bütün parasını adama verse, Hac’a gidemeyecekti. Hac’a gitse? Adama hiçbir şey veremeyecekti.

Ama uzun uzadıya düşünülecek zaman da değildi. Cebindeki keseyi yavaşça çıkarıp adama uzattı. “Al…” dedi , “ Bu para senin için biriktirilmiş demek ki…”

Adamın tutulan dili ve şaşıran gözleri önünde uzaklaştı. Artık Hac’a gidemezdi, geriye anasına da dönemezdi. Bir ıssız vadiye çekildi ve orada bütün Hac süresince bekledi. Günler ve geceler boyu gözlerini yumup kendini kutsal topraklarda sandı… “Lebbeyk” çığırdı.

Hac süresi bitmişti. Hacılar, yurtlarına, yuvalarına dönüyorlardı. Demirci de vadiden ayrılıp evine döndü. Fakat o yoksul evin yoksul kapısı yemyeşil idi… Pırıl pırıldı… Nur içindeydi.

Ve Hac’dan dönen Zileliler, daha evlerinin kapısını çalmadan gelip demirciyi kutladılar. Çünkü orada, Arafat’ta, milyonlarca hacının içinde, yüzü nurlu ve pırıl pırıl, başının üstünden hiç eksik olmayan gölge bulutu ile dolaşan tek hacı olarak onu, demirciyi görmüşlerdi.

                                                                                              Türk İslam Efsaneleri, Sayfa 149- 151

Bir yanıt yazın