“Ey mavi göklerin beyaz ve kızıl süsü,
Kız kardeşimin gelinliği, şehidimin son örtüsü”
5 Ocak 1940’ta Adana’da Bayrak şiirini yazarak bayraklaşan şairimiz Arif Nihat ASYA, yine bir başka 5 Ocak’ta, 5 Ocak 1975’te hakkın rahmetine kavuşarak, ebedi âleme göçmüştür. (1904-1975)
Arif Nihat, milletimizin varlık yokluk mücadelesine şahit olmuş, Osmanlı devletinin çöküşünü, Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşunu yaşamış bir şairdir. Tarih ve mazi onun şiirlerinde şanla, şerefle yerini alırken ruhunu besleyen iman ve inanç bütün samimiyetiyle şiirlerinde dile gelmiştir. Onun şiirlerinde sahip olduğumuz coğrafyanın taşını toprağını, dağını ovasını, akarsuyunu denizini, ağacını çiçeğini bir yurt güzellemesi gibi seyrederken; kahramanlarımız ve kahramanlıklarımız ise ezelden ebede sürecek bir destanın ayrılmaz parçaları olmuştur.
Bizim için çok değerli bir şair, bir yazar hatta bir ağabey, bir öğretmen olan Arif Nihat’ı her yeni yılın ocak ayında şiirleriyle, nesirleriyle anarken şimdilik şükürler olsun sene de bir defa da olsa, ondan aldığımız ilhamla sönmeye yüz tutmuş olan ocağımızı tekrar canlandırıyor; kaybetmek üzere olduğumuz heyecanımızı yeniden diri tutmanın zevkiyle bir hoş oluyoruz.
Hani o, bize bir şeyler hatırlatmak ve kaybettiğimiz gücü, kuvveti yeniden duymamızı sağlamak için Selimler şiirinde;
Tarihin muazzam takı altından
Ağır ve şahane geçti Selim’ler,
Bellerde palalar altın kabzalı,
İri kavuklarda iri dilimler…
diyordu ya, biz de onu kalbimiz çarpa çarpa dinliyorduk ya ve sonra yine aynı şiirinden bir başka dörtlük okuyup;
Ağlasın taşlara kapanıp tarih:
Selim’ler gelir de Yavuz’lar gelmez,
Kağanlar, hakanlar, başbuğlar doğar
Cengiz’ler, Gazi’ler, Oğuz’lar gelmez!
diyerek biraz hüzünleniyor hatta ümitsizlik çukuruna doğru yuvarlanıyorduk ya işte o zaman Arif Nihat Asya yeniden ortaya çıkıp bir öğretmen edasıyla bize;
Yelkenler biçilecek, yelkenler dikilecek;
Dağlardan çektirilen, kalyonlar çekilecek;
Kerpetenlerle surun dişleri sökülecek!
Yürü; hâlâ ne diye oyunda, oynaştasın?
Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın!
deyince birden bire ayağa kalkıp doğruluyor, büyük bir coşkuyla Fetih Marşını tamamını okuyor, kendimizden geçiyorduk. O an damarlarımızda dolaşan asil kanın heyecanıyla diyorduk ki:
Kopardılar ayı gökten
Bir ipek dala astılar
Yurt dediler gölgesine
Ayaklarını bastılar.
…
Onlardan kaldı bu toprak
Biz gezip tozmayalım mı?
Yabanlar kıskanır diye
Destan da yazmayalım mı?
Elbette kim ne derse desin, hem destanlarımızı okuyacak, anlatacak hem de yeni destanlar yazacağız. Çünkü biz, tarih sahnesine çıktığımız günden beri büyük kahramanlıklar göstermiş bir milletiz. Tarih bizi böyle yazıyor.
Edebiyat tarihçileri ise destanlarımızı İslamiyet’in kabulünden önceki ve sonraki dönemlere ait destanlar diye iki başlık altında topluyorlar.
Bu dönemlerle ilgili destanlarımızdan birkaçını hatırlayacak olursak mesela: Sakalar dönemine Alp Er Tunga’yı, Hunlar dönemine Oğuz Kağan’ı, Göktürkler dönemine Ergenekon destanını koyabiliriz. İslamiyet’in kabulünden sonraki dönemlere ise Manas, Battal Gazi, Köroğlu gibi destanları örnek olarak verebiliriz.
Bu destanlar sözlü edebiyat ürünleri olup aynı zamanda manzumdur ve Türk milletinin ortak ürünüdür, yani anonimdir. Bir başka deyişle destanlarımız milletimizin efsanevi tarihi sayılır. Onlarla çetin ve zahmetli günlerimiz, sevinç ve tasalarımız anlatılarak nesillerden nesillere aktarılmıştır.
Evet, büyük denizler gibi med ve cezirleri yaşayan bu milletin hayatında elbette unutulmayacak büyük destanları vardır: Mesela, Oğuz Kağan destanını bunlardan biridir. Şimdi dikkatinizi bu destana ve bu destanda yer alan önemli bir noktaya çekmek istiyorum.
Hepinizin bildiği gibi Oğuz Kağan destanı, M.Ö. 209-174 tarihleri arasında hükümdarlık yapan Hun hükümdarı Mete’nin hayatı üzerine kurulmuştur. Bu destanda Hun Hükümdarı Mete’nin doğuşu, kağan oluşu, Türk birliğini kuruşu; ölümünden önce de ülkesini oğulları arasında paylaştırması anlatılır.
Şimdi destandan küçük bir bölüm:
Bir gün Oğuz Kağan büyük bir toy(şenlik) verir. Toydan sonra Beylere ve halka şunları söyler:
Ben sizlere oldum Kağan
Alalım yay ile kalkan
Nişan olsun bize ”buyan”
”Bozkurt” olsun bize uran
”Demir kargı” olsun orman
Av yerinde yürüsün ”kulan”
Takı taluy takı müren
Kün tuğ olsun, kök kurıkan (1)
Oğuz Kağan bu toydan sonra dünyanın dört bir tarafına elçilerle şu mektubu gönderir ve “Sizden itaat dilerim. Kim benim emirlerime baş eğerse, hediyelerini kabul eder ve onu dost edinirim. Kim baş eğmezse, gazaba gelirim. Onu düşman bilirim. Onunla savaşır ve yok ettiririm.” der ve dediğini de yapar. Kısa zamanda oldukça geniş bir coğrafyayı avuçlarını arasına alır.
Bu büyük yürüyüş sırasında gök tüylü, gök yeleli, bir erkek kurt Oğuz’un ordusuna kılavuzluk eder. Bu ordu dağları, nehirleri, ovaları bir bir geçerken, Oğuz Kağan, ordusundaki bazı yiğitlere becerilerine ve yaptıkları işlere göre yeni isimler yeni unvanlar verir.
“Oğuz Kağan’ın beylerinden Uluğ Ordu Bey İtil Irmağını geçmek için ağaçlardan sal yaptı ve böylece karşıya geçtiler. Oğuz’un bu buluş hoşuna gittiği için bu Uluğ Ordu Bey’e “Kıpçak” adını verdi…
…Oğuz Kağan’ın çok sevdiği alaca atı Buz Dağa kaçtı. Oğuz Kağanın çok üzüldüğünü gören kahraman beylerinden biri Buz Dağa çıktı ve dokuz gün sonra alaca atı bularak geri döndü. Oğuz Kağan, atını ve karlarla örtünmüş kahraman beyi görünce çok sevindi. Atını getiren bu beye: “Sen buradaki beylere baş ol. Senin adın ebediyen Karluk olsun.” dedi.
…Bir savaş sonrası elde edilen ganimetler oldukça fazlaydı… Oğuz’un bir eri vardı, akıllı tecrübeli, Bir kağnı arabası, yapıp koydu içine, Oğuz’un beyleriyle, halkı şaştılar buna, Kağnılar yürür iken, derlerdi: “Kanga! Kanga!” Bunun için de dendi, artık bu halka “Kanga”. Oğuz bunu görünce, güldü kahkaha ile dedi: “Adınız Kangalug olsun, belgeniz de araba!”
Evet, işte bu üç olay ve üç isim bir destan kurgusu içinde dünden bugüne ulaşırken bu durum bana ister istemez, yakın tarihimizin bir başka kahramanını ve onun arkadaşlarına verdiği isimleri hatırlattı:
Mustafa Kemal Atatürk’ten bahsediyorum. Çünkü o da bir destan kahramanıdır. 19 Mayıs 1919’da başlayan Türk kurtuluş mücadelesi de destanlara sığmayacak kahramanlıkları ve kahramanları içinde barındıran dünyada eşine az rastlanır bir destandır.
İşte bu destansı mücadeleyi başlatan ve Türkiye Cumhuriyetini kuran Mustafa Kemal, TBMM’de 21 Haziran 1934 tarihinde kabul edilen soyadı kanunundan sonra, arkadaşlarından ve dostlarından bir kısmına Türk tarihinden, mitolojisinden esinlenerek seçtiği adları, soyadı olarak vermiştir. Böylece Türklüğün asırlardır unutulan tarihi ve kültürü kişilerin kimliğinde yeniden hayat bulmuştur.
Birkaç örnek:
Berç Keresteciyan,1935’ten itibaren üç dönem Afyonkarahisar Milletvekilliği yaptı. 1949 yılında İstanbul’da hayata gözlerini yumdu.
Kurtuluş Savaşı’nda Hilal-i Ahmer Cemiyeti’nin ikinci başkanı olarak Anadolu’ya takalarla ilaç sandıkları gönderme işini bizzat organize etti.
Sakarya Savaşı’nın en kritik anlarından birinde top ateşleme mekanizmaları satın almak için Mustafa Kemal’in ricası üzerine, aynı gün şahsi hesabından 15 bin Lira yardım yaptı. İşte “Ne mutlu Türk’üm diyene” sözünü ilke edinen bu vatansevere, Atatürk “Türker” soyadını verdi.
Dr. Fuat Mehmet Bey, 1920-1950 Bolu ve Kırklareli Milletvekilliği yaptı. Türk çocuklarına verdiği kıymetli hizmetlerden ve Çocuk Esirgeme Kurumunu kurmasından dolayı Atatürk Eski Türk dilinde çocukların koruyucusu kutsal Umay’a atfen kendisine “Umay” soyadını verir.
Salih Bey, çocukluk arkadaşı, silah arkadaşı, başyaveri… 10 Kasım 1938’te “Başkomutan, başyaversiz” gidemez diyerek kalbine kurşun sıkarak intihara teşebbüs eden ve fakat ölmeyen bu adama, Salih Bey’e, Atatürk, Yozgat ve Bilecik’ten milletvekili seçilmesinden dolayı Oğuzların önemli bir kolu olan “Bozok” soyadını verir.
İşte gördüğünüz gibi biri Türk birliğinin kurucusu, diğeri Türk’e ikinci Ergenekon destanını yaşatan lider. Her ikisinin de adı Türk’ün tarihine altın harflerle yazılmıştır.
Evet, nerden nereye dediğimiz türden bir yazının sonuna yaklaşırken tekrar başa dönüyor, Bayrak Şairimiz Arif Nihat Asya’ya Allah’tan rahmet diliyoruz. Yazımıza son demeden yine onun şiirlerinden kopardığımız birkaç mısrayı “Bâki kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş.” diyerek sizlere ikram ediyoruz.
Destan
O zaferler getiren atların
Nalları altındanmış
Gidişleri akına,
Gelişleri akındanmış.
…
Zembereğini kuran
Onlarmış bu dünyanın…
Onlar ki kurt doğuran
Obaların kanındanmış.
…
Yoğuz
Yoksa şu yaprakta Yavuz
Yoksa şu sayfada Oğuz
Bizde yoğuz bizde yoğuz
…
Kahrolsun “yol” diye diye
Bu kervanı haramiye
Peşkeş edecek kılavuz!
…
Kervanımız dizi dizi
Bırakma Allah’ım bizi:
Biz ki yalnız sana kuluz!
Boz yelelim, kanatlı gel;
Yolları kesmeden ecel,
Başlamadan son uykumuz!
Yoksa şu yaprakta Yavuz
Yoksa şu sayfada Oğuz
Bizde yoğuz bizde yoğuz
KAYNAKÇA
(1)Buyan: Uğur, Uran: Sembol, Kulan: Yabani at, kısrak, Takı: Daha, Taluy: Deniz, Müren: Akarsu, ırmak, Kün: gün, Tug: Bayrak, Kök: Gök, Kurikan: Çadır
(2)Berç Keresteciyan, (1870-1949) Afyonkarahisar Yerel Tarih Araştırmaları Merkezi