Aziz milletimizin, önüne dikilmiş sun’i engelleri devirip gerçek demokrasi iklimine gireceğinden artık şüphe edilemez. Ünlü Fransız mütefekkiri Voltaire’in dediği gibi, düşünmesini bilen bir millet er geç selamet yolunu bulur. Ancak Türk Milletinin kıymet hükümlerine ve gelecekteki sosyal yapısına dair ileri sürülen mütalaalar arasında ne tarihi-içtimai realitelerle, ne de milli menfaatlerle uzlaştırılması mümkün olmayanlar dikkati çekecek kadar çoktur. Türk Milliyetçilik anlayışı etrafındaki hatalı görüşler bunlardan biridir ki, yerli-yersiz tefsirlerle hayli zedelenmesi yüzünden bu anlayış adeta asli mahiyetinden sıyrılarak acayip bir mefhum haline gelmiştir. Milliyetçilik meselesini Türk Sosyal Problemlerinin birincisi saymak mümkündür. Çünkü bu mevzu, hal çareleri aradığımız milli ve içtimai davalarımızın mihrap noktasını teşkil etmektedir. Sosyal gelişmeyi hürriyet nizamı içinde gerçekleştiren, beşeri kültürden gıdalanmak sureti ile medeniyet seviyesinin yükselişi ile paralel şekilde kudret kazanarak halka saygılı demokrasi sisteminin devamını sağlayan, insanın ruhi temayüllerinden kaynak aldığı için ebedilik vasfına sahip bir milliyetçilik telakkisinin husule getireceği neticelerle, bunun tam aksine milliyetçiliğin, itibardan düşmüş, geçici ve geri fikir olduğu kanaatiyle reddedilmesinin doğuracağı perişanlık arasındaki muazzam fark düşünülürse, meselenin ehemmiyeti daha iyi anlaşılır. Böylece Türkiye’de bir mukadderat meselesi mahiyetini kazanmış olan milliyetçilik, ilk manasıyla alındığı takdirde millet; huzur, sükûn ve güvene; Türklük, bir buçuk yüzyıldan beri hasreti çekilen ve artık milli vicdanda vahdetleşen ana-gayeye; hür, mesut ve demokratik düzene kavuşabilir. Fakat ikinci manada alındığı zaman, fertler arasındaki bağlar gevşeyeceği, manevi dayanışma bozulacağı, maksata ulaşmak uğrunda müştereken ortaya konan gayretler felce uğrayacağı, milli birlik ve beraberlik yıkılacağı için, millet sonu şüpheli maceralara sürüklenebilecektir.
Cumhuriyetimizin geleceği üzerinde bu kadar kesin tesirli faktör olduğu halde milliyetçilik konusun şimdiye kadar salahiyetli şahsiyetler tarafından layıkıyla işlenmemiş bulunması teessüfe değer. Meselenin, ömrünü tarihi ve sosyal problemleri incelenmesine vakfetmiş ilim adamlarımızın ve hakiki düşünürlerce ele alınacağı yerde, yalnız aktüel hadiseleri umumi efkâra aksettirmekle vazifeli, yazmaktan okumağa pek vakit bulamayan gazete fıkracılarının günlük heyecan ve heveslerine terkedilmiş bulunması memleket için cidden bir talihsizlik eseridir. Bu durumdur ki, ilmi temelden mahrum, tarihi gerçeklere aykırı, yanlış hükümler ve bozucu, ihtilal malı iddialar yüzünden memleketimizde milliyetçilik mefhumunu tamimiyle ters bir hüviyete bürünmek tehlikesiyle karşı karşıya bırakmıştır.
Türk Milliyetçiliğinin yanlış tefsirlerinden ikisi, ırkçılık ve Turancılık hakkında daha ilerideki yazılarımızda kâfi derecede açıklamalar yaptık ve tarihin ışığında, Türk Milliyetçisini kof bir nazariyeden ibaret ırkçılıkla hiçbir münasebeti olamayacağını ve bir milli kültür hareketi olarak değil, fakat yakıştırma siyasi manası ile Turancılıkla da meşgul bulunmadığını ortaya koyduk. Burada Türk Milliyetçiliğini gericilikle suçlama üzerinde duracağız. Ancak durumu daha iyi kavrayabilmek bakımından önce bir tarihi-sosyolojik vakıayı hatırlatmakta fayda görmekteyiz:
Cemiyetlerin hem insan, hem düşünce itibariyle mütemadiyen değiştiği malumdur. Her yeni nesil bir evvelkine nazaran oldukça ayrı telakkilere ve başka hayat görüşüne sahiptir ve geçmiş nesillerin görüş ve bilgilerinin geleceği intikal etmesinden dolayı da daha ileri bir seviyeyi gerçekleştirecek şartlar içindedir. Bu sebeple bir topluluk iki ayrı tarihte aynı olmayıp, manevi durum, kıymet hükümleri, hatta maddi hayat yönlerinden aralarından farkların mevcut bulunduğu iki ayrı topluluktur. Bu sosyolojik vakıa bazı düşünürleri cemiyet yaşayışını akan nehre benzetmeğe sevketmiştir. Mesela eski Grek filozoflarından Herakleitos, beşer hayatındaki fasılasız değişmelere işaretle ‘’Bir ırmağın aynı suyunda iki kere yıkanılmaz.’’ demiştir. Çağdaş tarih tetkiklerinin prensiplerinden biri de bu sosyolojik gerçeğe dayanır. Bu prensibe göre içtimai hadiselerde daimi değişmeler olduğundan, her tarihi hadisenin kendi zamanı, çevresi ve şartları içinde değerlendirilmesi icap eder. Böylece tarihte ‘’tekerrür’’ü reddeden ve sebep-netice bağlantıları esasında her hadiseyi başlı başına bir bütün olarak dikkate alan modern tarih anlayışı doğmuştur. Aksi iddia tamamıyla ilim dışıdır; çünkü cemiyetlerin olduğu gibi kaldıkları veya geriledikleri kabul edildiği taktirde, ne ilmi alandaki hamlelerin, ne fikri, felsefi cereyanların, ne pratik yaşayıştaki cereyanların, ne pratik yaşayıştaki başkalaşmaların, ne de çeşitli devirlerde birbirlerinden farklı şekilde beliren ahlak telakkilerinin değişme ve gelişmelerini izah etmek mümkün olmayacaktır.
Demek ki, hakikatte milletlerde ‘’gerilik’’ diye bir hal bahis konusu değildir ve bu, gericiliğin de mevcut olmadığını gösterir. Ancak, değişmelerin bazı cemiyetlerde daha sür’atli, bazılarında nisbeten yavaş cereyan etmesinden söz edilebilir ve gelişmeye engelleme amilleri arasında daha ziyade-Ve her topluluk için muteber olmak üzere dini itikatlardan gelen direnme ileri sürülebilir. Fakat bunun da milliyetçilikle bir ilgisi yoktur. Her millete cemiyetin dertleri üzerinde samimiyetle duran, onun medeni ihtiyaçlarını türlü vasıtalarla karşılamağa çalışan, mensup olduğu milletin saadete ulaşması uğrunda fedakârane gayretler sarf eden ve bütün bu çabalarda yol göstericilik mevkiini kazanabilmek için gerekli zekâ ve fikre sahip, aydın ve seçkin kimseler olan milliyetçileri, kültürce zayıf halk kitleleri üzerinde devamlı tesir yapabilen eski inanç ve hurafelerin zebunu telakki etmek hakikate uygun düşmez. O halde milliyetçiliğin din açısından da ‘’terakkiyi yavaşlatan amil’’ sayılması temelsiz bir görüşten başka bir şey değildir.
Fakat bizim için asıl mühim olan nokta ‘’gericilik’’e verilen ikinci manadır ki, demokratik idarenin en feyizli bir nimetini, basın hürriyetini, sömürmek niyetinde oldukları anlaşılan amatör sosyolog, amatör mütefekkir gazete fıkracılarının ve bunların yanı sıra yer alan bir kısım roman, hikâye, tiyatro piyesi yazarlarının memleket sathına yaymağa azimli göründükleri bu mana, aslında yalnız Türkiye’nin değil, fakat Dünya milletlerinin de istikbaliyle pek yakından alakalı bir plan üzerinde seyretmektedir. Gericilik propagandacılarının tahrip hedefi olarak doğrudan doğruya milliyetçileri seçmeleri de tesadüfe yorulmamalıdır. Bu, gayet sistemli bir düşüncenin neticesidir.
Bilindiği gibi, bugün milletler iki cepheye ayrılmışlardır. Yeryüzünde birbirine zıt iki Dünya görüşü, iki hayat anlayışı, hatta tabir caizse, iki inanç karşı karşıya yer almıştır. Her millet kendi isteği veya hadiselerin sevkiyle dâhil bulunduğu tarafın felsefesini geliştirmek ve sanat, edebiyat kollarının her çeşidinden faydalanılarak öğretim ve eğitim yoluyla yabancı ülkelerde ise kesif propaganda faaliyetlerine dayanılarak var kuvvetle bunun için çalışılmaktadır.
Cephelerden biri, bizim ‘’Hür Dünya’’ dediğimiz milletler grubu, gerçek demokrasiye inanır. Ona göre insanın saadeti hak ve hürriyet mefhumlarından temellenmektedir. Sosyal düzende esas, tabii ve tedrici gelişmedir. Nitekim beşeriyetin ulaşabildiği en yüksek hayat nizamı olan batı medeniyeti, ilmi felsefesi, tefekkürü ve sanatı ile yüzyıllardan beri süregelen normal bir tekâmülün mahsulüdür. Hürriyet prensiplerinden fedakârlık etmemek şartıyla insanı huzur içinde maddi refahın şahikalarına yükseltmek hür Dünyanın vaz geçilmez hedeflerinin başında gelir. En aşağı 2500 yıllık tarih, dil, ilim, fikir, din geleneğine dayanan ve demokrasiyi yalnız ekonomik ve istihsal vasıtaları alanında değil, fakat insan kültürü bütünün her yanında gerçekleştirmeği hedef tutan batılı düşünce, şüphesiz beşeriyeti selamete götürecek en emin yoldur.
Halen mevcut düzeni yetersiz bulan karşı cephenin iddiasına göre ise, cemiyet hayatında daha çabuk ve radikal davranmağa ihtiyaç vardır ki, bu da, kurulu sosyal sistemi yıkmak ve yerine başka bir devlet ve cemiyet nizamı kurmakla kabildir. Bizdeki propagandacıların dediklerine bakılırsa iş sadece istihsal-istihlak usullerini değiştirmek suretiyle ‘’fakir’’ halkı kalkındırmaktan ibaret ise de, bazı memleketlerdeki tatbikattan anlaşıldığı üzere, mesele sanıldığı kadar basit değildir. İktisadi sahada yapılan ayarlamada yalnız mülkiyet hakkının gasp edilmesiyle yetinilmemekte, fakat, insan hakları bir bütün teşkil ettiğinden, daha birçok hak ve hürriyetten vaz geçmek mecburiyetinde kanılmaktadır. Yani teklif edilen ‘’yeni nizam’’ bir kalemde her türlü hak ve hürriyetle birlikte bunların kaynağı olan 2500 yıllık kültürü, bu arada tarihte, dile bağlılık, ahlak kaidelerine riayet, geleneklere saygı gibi batılı demokrasinin prensiplerini mahkûm etmektedir. Hatta bu gayeye varmak için gerekirse zor kullanmak yapılan tavsiyeler arasındadır.
İşte kültür ve medeniyetle alakalı hemen her şeyi alt üst etmeğe hazır bu zihniyet mensupları yukarıda belirttiğimiz Avrupai demokraside ısrar edenlere ‘’Gerici’’ diyorlar.
Her ileri memlekette gerçek demokrasiyi korumak maksadıyla yerleştirilmiş en tesirli fikir sistemi milliyetçilik ve yıkıcı zihniyete karşı en sağlam baraj milliyetçiler olduğu için, karşı cepheye bağlı olanların her şeyden evvel bu müdafaa setlerini ortadan kaldırmağa çalışacakları tabiidir ve hiç şüphesiz Türk milliyetçilerinin bu hücumlar dışında bırakılmasını beklemek bir mantıksızlık şaheseri olur. Nitekim vatanın ‘’harimi ismet’’ine sokulabilmek için önce, Türk milletinin tarihi, dili, gelenekleri ve ahlakı ile kırk asırlık kültürünün bekçileri olarak ilk saflarda yer almış milliyetçi aydınların susturulmasının icap ettiğini bilen karşı taraf, biraz karışık bir manada kullandığı ‘’gerici’’ deyimi ile milliyetçileri suçlama yoluna girmiştir. Gerici sözünün, aslında arz ettiğimiz manayı ifade etmekle beraber, karışık şekilde kullanışlı da tesadüfi değil, aynı sistemli düşüncenin diğer bir belirtisidir. Çünkü kapalı, sinsi propaganda ile daha çok yol alındığı ve bu sayede, kendini münevver sanan bir sürü bön adamın kolayca ağa düşürüldüğü tecrübe edilmiştir. Bunun en açık delillerinden biri Atatürk konusunda belirir. Dikkat edilirse milliyetçiliği gerilik sayan amatör tarihçi, amatör mütefekkir bazı gazete yazarları Büyük kurtarıcıyı benimsemekte, devletçi yanını her fırsatta ileri sürdükleri Ata’nın aynı zamanda tarihimizde eşi görülmeyen ölçüde Türkçü ve Milliyetçi lider vasfını sükûtla geçiştirmekte hayret verici bir maharet göstermektedirler. Taktiklerinden o kadar başarı elde etmişlerdi ki, üniversitelerde bile ‘’Atatürkçüyüm, ama milliyetçi değilim!’’ diye adeta bir zihin hastalığının humması içinde sayıklayan gençlere rastlanmaktadır.
Fakat yakın bir gelecekte Türk basını, durulma devrine girdiği zaman elbette gerçekler üzerine eğilmesini bilecek ve yabancı, sahte görüşleri değil, milli ve hakiki olan fikirleri müdafaa edecektir. Bu arada unutulmaması gereken bir şey daha vardır:
Yalnız hakikat ebedidir. Sinesinde ebedi hakikat cevherini saklayan milliyetçilik duygusu da insanlık denen ortamda yeşerir, hak ile gelişir, hürriyet adlı çiçekler verir. Kültürler ve medeniyetler onun meyveleridir. Dünya durdukça yeryüzünde nasıl meyve ve çiçek mevcut olacaksa, milliyetçilik de insan yaşadığı müddetçe var olmakta devam edecektir. Ölümsüzlüğün sırrına ermiş bir değeri yok etmek mümkün müdür?
KAYNAKÇA:
Prof. Dr. İbrahim KAFESOĞLU, Türk Milliyetçiliğinin Meseleleri, 6. Basım, Sayfa 25