“Osmanlı’nın son dönem aydınları inanmışlıkları ve inançları uğruna rahatlarını hatta hayatlarını verebilişleriyle gerçek ülkücülerdir.“ Eğer bir nesil bir imparatorluğu kurtarmaya yetseydi o mübarek nesil birden fazlasını omuzlayabilirdi. Ama tarihin kanunu bu değildir. Ve onlar sönen kibritin son aleviydiler ve o kadar parlak ve coşkun, tarihin içinden aktılar. Yürekleri büyük insanlardı, hayalleri kadar, fedakârlıkları da gerçekleri aşıyordu. İşte Cumhuriyet, işte Türkistan milli mücadeleleri, işte Teşkilatı Mahsusa ve sayısız, isimsiz kahramanlar… Çanakkale’den Galiçya’ya, Medine’den Kudüs’e, Sakarya’dan Tanrı Dağları’na kadar her yerde oldular; Yemen’de kırıldılar, Sarıkamış’ta dondular, Irak Cephesi’nde tifodan, tifüsten öldüler ve hep dimdik yürüdüler. Onların bize bıraktıkları, cumhuriyet kadar değerli bu tavır, bu üsluptur. Onlar bir hilal uğruna batan güneşlerdi; bizim dedelerimizdi. Tarihimizin ve kültürümüzün bu yalçın kayalarını rahmet ve minnetle anıyoruz.”
“Enver Paşa Osmanlı’nın son neslinin simgesiydi. Onlar, Türk tarihinin belki de en ağır ve zor bir çeyrek yüzyılının sorumluluğunu omuzlayıp hayatlarını, avuçlarında bir kor yığını gibi taşıyarak yaşadılar. Başarılı olamadılar; hatta koca Devlet-i Aliyye onların kollarında can verdi ama Cumhuriyet de onların kollarında doğdu. Ülkücüydüler; her zaman, uğrunda can verecekleri bir idealleri oldu; coşkun yaşadılar ve gerektiğinde gözlerini kırpmadan ölmesini bildiler. Yüz binlerce şehit veren başka hangi nesil yaşamıştır?
Yükselişin olduğu gibi çöküşün de kahramanları vardır. Bunların hayatı daha destansı ve trajiktir. Çöküşün kahramanları en büyük fedakârlıklarla ve sarsılmaz imanlarıyla, nice yıkılmalar ve acılar bahasına, sonunda hayatlarını öne sürerek görevlerini yapanlardır ve Enver Paşa’nın neslinde bu insanlar o kadar çoktur ki bu kahramanların varlığıyla imparatorluğun çöküşünü birlikte izlemek şaşırtıcıdır ve insanı isyana götürür.
Her türlü hayat mutluluğunu feda ederek, sonunda hayatını pazara sürerek yapılan bu mücadelelere bu eşsiz insanlara rağmen Devlet-i Ali Osman’ın çökmesi haksızlık gibi görünür…
Bu insanları değerlendirmek de kolay değildir, bunlar çöküşün kahramanıydılar, yürekleri dağ gibi idi; hayalleri de öyle… Asla küçük düşünmüyorlardı. Yüce devleti kurtarmak için, her biri imparatorluğun uzak köşesinde can teslim ederken, hayalleri sadece Turan’ı kurmak değil, bütün bir İslam âlemini Batı’ya karşı ayağa kaldırmaktı. Yani, ülkesi ve devletiyle kendisini kurtarabilmek için ateşlere atılırken, bütün Müslüman dünyayı kurtarmayı düşünüyor ve bunun heyecanı ile sarsılıyorlardı. Büyük düşünmek, büyük rüyalar görmek, büyük yürekli olmak, büyük zamanların tezahürleridir; hâlbuki bunlar çöküyorlardı ve çökerken bile yüreklerinde ve kafalarında bu büyüklükleri terk etmiyorlardı.”
Büyük bir imparatorluğu kaybetmiş olmanın nedenlerini, ekonomi politik boyutlarını, felsefesini, jeopolitiğini, psikolojisini, sosyolojisini düşünmeyen, analiz etmeyen ve her kötülüğü kişilere, gruplara, iç ve dış güçlere, ya da aynı anlama gelmek üzere kadere bağlayan bakış açısının en somut ve uç örneği, bu konudaki ittifakla sergileniyordu. Eh, bu kadar kesin bir icmâ olduğuna göre, bizlere de ezberleri tekrarlamak düşüyordu.
Saray içi paşalar çekişmesinin ya da batılı ülke konsolosluklarının kullanmaya çalıştığı bir aydın muhalefeti durumundaki Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyeti’nin, çapının çok ötesinde etkili olan bir siyasal partiye dönüşmesi asker olarak Enver Bey’in ve sivil olarak da Talat Paşa’nın sayesinde mümkün olmuştu.
Devlet Cihazının, yeniden millete açılmasıydı söz konusu olan. Milli hâkimiyet fikri böyle doğmuştu. Nitekim çok partili hayata serbest seçimlere de ittihat ve terakki ile giriyorduk. Bu sürece yol açan esas saik ise, yaklaştığı iyice belirginleşen büyük çöküntünün harekete geçirdiği saklı dinamikler ve reflekslerdi. Devletin ve milletin içindeki dağınık ve küskün sağduyu, çöküşün ayak seslerini hissedince sahnede olan en teşkilatlı ve dinamik bir harekete el atıp yeniden kurgulayarak sürece el koymuştu. İttihat Terakki hareketi, en genel anlamda çok cepheli ve çok veçheli yapısıyla işte bu iradenin adıdır.
Devletin ve vatanın birliği, güvenliği, güçlenmesi, yenilenmesi, ortak amaçtı. Ama bunun hemen hiçbirinin muhtevası hakkında etraflıca malumat sahibi olmadığı Kanun-i Esasi‘nin ilanıyla sihirli bir şekilde gerçekleşeceğine inanılıyordu. Türk aydınının bu kolaycı inancının kökü ta Tanzimat’a kadar gider, 1. Meşrutiyette artarak devam eder, 1878 den bu yana yüz kırk bir yıldır da hiç değişmeden devam etmektedir.
Tarihçi Prof. Dr. Şükrü Hanioğlu diyor ki:
“On dokuzuncu yüzyıl ortalarından itibaren “Kânûn-ı Esâsî”nin bütün meseleleri halledecek bir “gümüş kurşun” olduğunu düşünen, daha sonra ise yaklaşık bir buçuk asırda altı anayasa yapmakla kalmayarak bunları sürekli biçimde tadil eden, bu çerçevede yasama yürütme dengesinde sonu gelmeyen ayarlamalar yapan bir toplumun anayasa ve siyasi sistemi kutsallaştırdığını görmekteyiz.
Tarihi tecrübelerimiz, “anayasa ve sistem” değişikliklerinin idari ve siyasi yapıdan kaynaklanan meselelerin çözülmesinde sınırlı bir tesir icra ettiğini ortaya koymaktadır. Bir buçuk asırdır, siyasi tartışmalarımızın “anayasa”, “sistem” değişimine odaklanması, fetişleştirmenin yanı sıra bunların “amaç” haline getirilmesine, “anayasa” ve “sistem”in bir demokrasinin araçları olduğunun göz ardı edilmesine de sebep olmaktadır.” (Bkz. Sabah Gazetesi 05.03.2017 tarihli makale)
Özellikle “Devlet”in, batılı büyük devletlerin insafına esir düştüğü bir vasatta, İttihat Terakki’nin tecrübesiz ama idealist, sert ama rasyonel müdahalesine teslim olması kaçınılmazdı. Devlet aklının son temsilcisi olarak II. Abdülhamit’in düvel-i muazzama’ya dönük ana siyaseti, yani Almanya ile ötekileri dengelemek, İttihat Terakkinin de kaçınılmaz çizgisiydi. Bu manada Sultan Abdülhamit’i tahttan indirenler, sadece onun yerine geçti ve kaçınılmaz sonun yok olmasını engelleyecek bir görkemli direniş teşkilatlandırdı.
“Sultan Abdülhamit Osmanlı’yı ayakta tutmaya çalışıyordu, İttihatçılar ise yere düşen büyük bir kütleyi can havliyle ayağa kaldırmaya çalışıyorlardı ama altında kaldılar. Gönül isterdi ki Abdülhamid’in ihtiyatlılığı ve bilgeliğiyle İttihatçıların gençliği, coşkusu, enerjisi bir araya gelsin. Olmadı işte.” Çünkü tarihte geç kalmışlığın askeri olmayan sebepleri, askeri bir tarım imparatorluğunun üzerine çökerek felç etmişti. Bu şartlarda yapılabilecek olan en anlamlı şey, II. Abdülhamit ile başlayıp Mustafa Kemal ile noktalanan dönem boyunca yapılmış olandı; yani çöküşü düşmana pahalıya ödetmek ve elde tutulabilecek olanı sonuna kadar tutmak. II. Abdülhamit ve Enver, pahalı ödetilen bir bedel yarattı ve bu sayede Mustafa Kemal, elde kalan üzerinden yeni bir sayfa açtı.
Bütün bu objektif şartların içinde Enver’in ve İttihatçı önderliğin ‘günahları‘nı bulup çıkarmak ve tüm olan biteni onların sırtına yıkmak, sadece vefasızlık değil, bugünde gerekli olan bir iradenin boğulması manasına geliyor. Vefasızlık, çünkü bütün hayatlarını çöküşü engellemek için harcayan ve karşılığında ne maddi ne de manevi olarak ‘hiçbir şey’ almayan bir neslin şahsında bizatihi adanmışlık, fedakârlık, cesaret, haysiyet ve savaşçılık mahkûm ediliyor...
Enver Bey Trablusgarp’a giderken notlarında şöyle yazıyor: “Vazifem bu sefer beni hiçbir maddi netice alamayacağım bir gayeye doğru götürüyor. Trablus, zavallı memleket şimdilik kaybettik -belki de ebediyen-. Peki, o zaman niye gidiyorum? İslam dünyasının bizden beklediği bir ahlaki görevi yerine getirmek için.”
Bu satırlar sadece kendisinin değil, bütün o kahraman neslin sorumluluk şuurunun ve haysiyetinin yüksekliğini göstermektedir.
Aynı Enver Bey kendisini bu işten vazgeçirmeye çalışan Talat Bey ve İttihat Terakki’nin Genel Sekreteri Halil Menteş’e hiç tereddüt etmeden cevap verir; “Ben ve arkadaşlarım sizler gibi düşünmüyoruz bir vatan parçası, ona bağlı olanlar hayatta nefes aldıkça, elleri silah tuttukça ve atacak kurşun da varsa, utanç içinde terk edilemez. Biz Trablusgarp’ı Türk ordusunun şeref ve haysiyet sahibi mensupları olarak sonuna kadar savunacağız. Sizden de hükümet olarak beklediğimiz, bize engel olmamanızdır. İşte o kadar…”
Yine ‘Soğuk Savaş’ alışkanlığı olarak Batıya bağımlı Türkiye gerçeğinden hareketle gerek Almanlarla İttifakta gerek Orta Asya serüveninde, daima tek yönlü ve aleyhimize komplolar aramak, kullanıldığımızdan dem vurmak, hiç aksini düşünmemek kendine güvensizliğin ürünü kalıcı bir ortak özellik durumundadır. Oysa bu ülkeye, vatana ve millete sonuna kadar bağlı oldukları hayatlarının sonuna kadar verdikleri mücadele ile sabit kadroların birileri tarafından kullanılmış olmaları ne kadar mümkündür? İnsafsızlık o boyuttadır ki, Osmanlı’yı kurtarmak için ölümüne kavgaya tutuşanlara Osmanlı’yı yıktılar denmiş, bir büyük direnme azmine sürekli çamur atılmıştır. Çünkü onlar artık yoktur ve onların davalarını güdecek bütün objektif şartlar teker teker temizlenmiştir.
Ufuklarında güneş batmayan büyük Britanya imparatorluğu en büyük savaş gemilerini Çanakkale boğazının derinliklerinde, yüzbinlerce askerini Conkbayırı’nda Seddülbahir’de Anafartalar’da Kut’ül Amare’de, Kafkaslar’da bırakarak çekildi. Onlara bu büyük mağlubiyetleri yaşatan Enver paşa ve arkadaşlarının komuta ettiği Osmanlı ordularıydı. Bu sebeple de İngilizler ve müttefikleri Enver paşa, Talat Paşa ve diğer ittihat terakki kadrolarını asla affetmediler. Sonuçta müttefiklerimiz yenildiği için bizde yenik sayıldık ve silah bıraktık.
Tarih, yenenlerin lehine yazılır ve ayakta kalanlar ölenleri suçlar. Hiç kimse de gerçeği merak etmez. Artık dışarıda kazanan İngiltere’nin, içerde ise İttihatçıların tasfiyesi sonrası egemen olanların kendilerine yonttukları bir tarih vardır.
Eğer bugün bir bağımsız Azerbaycan Cumhuriyeti Devleti varsa bunu Bakü ve Azerbaycan’ı işgal eden İngilizleri ve Ermenileri mağlup eden Kafkas İslam Ordusu’nun komutanı Nuri Paşa ve askerlerine borçlu olduğumuzu, Nuri Paşa’yı bu harekâta yönlendiren, görevlendirenin de Enver Paşa olduğunu bütün namuslu tarihçiler kabul ve ifade etmektedirler. Bugün Gazi Mustafa Kemal Paşa için yazıldığı zannedilen ve her seferinde coşku ile söylenen “İzmir Marşı”nın aslı Azerbaycan Türklüğü tarafından Enver Paşa, Nuri Paşa’ya ve Kafkas İslam Ordusu’na ithafen söylenen “Kafkasya Marşı”dır. İlk dörtlüğü de şöyledir:
“Kafkasya dağlarında çiçekler açar
Altın güneş orda, sırmalar saçar.
Bozulmuş düşmanlar hep yel gibi kaçar
Kader böyle imiş ey garip ana
Kanım helâl olsun güzel vatana.”
Bunun böyle olması şüphesiz Gazi Mustafa Kemal Paşayı küçültmez. Lakin haklıya hakkını teslim etmek de bir namus ve vicdan borcudur. Nitekim Milli Mücadelenin devam ettiği yıllarda, Enver Paşanın şehadet haberi gelince Gazi Mustafa Kemal derin bir üzüntü ile yerinden kalkar, sigarasını yakar, gözleri buğulanmıştır ve şöyle der: “Enver bir güneş gibi doğmuş, bir gurûb ihtişamıyla batmıştır; arasını tarihe bırakalım.” Hakikati öğrenmek isteyenler biraz tarih okurlarsa, Hindistan’daki hilafet hareketinin, İran’da İngilizlere karşı ihtilal başlatanların, Filistin kurtuluş hareketinin ilk kurucusu Kudüs Müftüsü eski bir Osmanlı subayı Şerif El-Hüseyninin, Trablusgarp’ta İtalyanlara karşı mücadele veren Ömer Muhtar’ın ve Kuzey Afrika’da bağımsız mücadelesinin öncülerinin, Enver Paşa’nın kurdurduğu Teşkilat-ı Mahsusa ile irtibatlı olduğu görülecektir.
Enver Paşa Türkistan’a giderken, buralarda böyle bir mücadelenin imkânsız olduğunu söyleyen Hacı Sami’ye şu cevabı verir: “Uzun zamanlardan beri Türkistan Türklüğü ile Osmanlı Türklüğü arasındaki irtibat kopmuştur. Ben, Osmanlı ordularının Başkomutanının ve İslam Halifesinin damadı olarak oraya gelir ve Türkistan’ın bağımsızlığı uğruna ölürsem, bu köprüyü kurmuş oluruz.”
Daha sonra da Zeki Velidî Togan’a şunları söyleyecektir: “Muvaffak olamazsak hiç olmazsa cesedimi buralarda bırakmakla Türklüğün istikbaline hizmet etmiş olurum.”
Üzerinde düşünülmesi gereken bir başka konuda batı özellikle İngiliz gizli servisi kaynaklı İttihatçılar aleyhine propaganda ve dezenformasyon malzemesinin, 1950’lerden itibaren sol ve özellikle bazı İslamcı-Milliyetçi çevrelerce de ezber olarak tekrarlanmasıdır.
Enver Paşa ve İttihatçıları unutmak, hatırlayınca da İngiliz yavelerini ezberden sıralamak, Türk sağının mayalandığı ve kodlandığı dönemi, sağa yapılan aşıyı, biçilen görevi, çizilen sınırları anlamamız için elverişli bir ölçü sunar. Enver Paşa’ya ve İttihatçılara küfür edilecektir.
Sol Kemalizm ise, II. Abdülhamit ve İttihatçılarla başlayan ve Mustafa Kemal’in 1930’lara kadar sürdürdüğü milli kalarak modernleşme, dindarlığı yenilikle barıştırma, mülk ve siyaseti yerlileştirme çabalarını çarpıtarak, devletle din, orduyla dindar, dinle modernlik ve Türklükle Müslümanlığı çatışan ters devreler haline getirip aralarına da mayınlar döşeme görevi görmüştür. Demek ki, İngilizlerle ilişkileri şaibeli sol Kemalistlerin ve Amerikalılarla ilişkileri netameli sağ muhafazakârların İttihatçılık düşmanlığında buluşmalarında bir ‘hikmet’ bulunmaktadır.
Hâlbuki tarihe mal olmuş şahsiyetleri günahıyla sevabıyla, artısıyla eksisiyle kabul etmek gerekir; eleştirilebilirler ama hakaret ve ötesinde cümleler kullanılmamalıdır.
Vatanseverliğinden ve cesaretinden rakipleri dâhil kimse şüphe duymamalıdır ama hayalcidir ama düşleri vardır. Kimisini gerçekleştirmiş kimisini gerçekleştirememiştir. Bundan dolayı eleştiride ölçülü olmak gerekir. Hayatta hiç kimse tamamen suçlu hatalı, başarılı ya da tam tersi değildir.
Bu ülkedeki anlamsız kavgaların, dışa bağımlılığın, mal ve şehvet düşkünü sağcılığın, din ve millet düşmanı solculuğun, küçük adamların, sahte kişiliklerin, aymazlık, yobazlık ve korkaklığın, yabancı devletlere olan hayranlığın, güce tapmanın, sahte dindarlığın velhasıl Osmanlıdan beri bir gram bile değişmeyen bu milli(!) hasletlerimizin(!) yenilgi travması ve İttihatçılık düşmanlığı ile bağlarını merak ediyoruz doğrusu. Enver Paşa ve arkadaşları siyaseti yalanlarla, parayla değil yüce gayeler için; bilekleriyle, yürekleriyle, haklılıklarına yaslanarak, çile çekerek ve ellerinde avuçlarında ne varsa feda ederek yapıyorlardı.
Enver Paşa ve arkadaşları doğru ya da yanlış, bir şeylere inanır ve onu sonuna kadar savunurlardı. Bir fikirleri, bir sözleri, bir namusları vardı. Gerektiğinde fikirleri ve inançlarını için gözünüzü kırpmadan ölüyorlardı. Yiğitlik şanları, mertlik karakterleriydi. Rakiplerinin dahi karakterini geliştiren bir tesirleri vardı.
Bugün, bir şeylere inanmak değil, ‘ne istediğini bilmek’, ‘bir şeyler elde etmek’, ‘pazarlığı ve hesabı bilmek‘ revaçta. İhtirasların ve arzuların şehveti hayatımızı esir aldı. Zalimlerin ve ayaktakımının ahlâkı bütün ülkeyi işgal etmiş durumda.
Onlar; o yoksulluk, çaresizlik, imkânsızlık günlerinde, yurtdışına adam gönderir, teşkilatlar kurarlardı, yabancı elçiliklerle görüşür değişik siyasi hamleler yaparlardı, uzak diyarlarda isyanlar çıkartır düşmanı oyalarlardı. Enver Paşa’nın oğlu Ali Enver, 1940’larda Londra’da öğrenim görürken, Londra büyükelçimizin aracılığıyla Churchill’le görüştüğünde Churchill ona, “Senin baban benim siyasi kariyerimi yirmi yıl erteledi” demiş. Onların görkemli savaşları, o zaman İngiltere’de, Rusya’da, Fransa’da, İtalya’da iktidar ve hükümet değişimlerine sebep olmuştu.
Bugün ise, ülkemiz bütün istihbarat örgütleri ve örtülü operasyonların laboratuvarı durumunda. Okumaya gönderdiğimiz çocuklarımız ya buradaki zulümlerden bıkıp bir daha dönmez oluyor veya ‘iyi ilişkiler’ kurabilmişse paraşütle dönüyor.
Enver Paşa ve arkadaşları, Irak’taki İngiliz işgaline, Kanal Harekâtı, Filistin direnişi, Kut-ül Amere zaferi ve Medine müdafaası ile cevap vermişti. Enver Paşa ve arkadaşları çürümüş bir hanedanlığın, tükenmiş bir İmparatorluğun, cehalet ve yoksullukla malul bir milletin çocuklarıydı. Bin bir imkânsızlık, karmaşa ve devletler oyunu içinde büyüyüp çöküşü durdurmak için sonuna kadar ve yiğitçe döğüştüler.
Bütün Osmanlı’nın, bütün Avrasya’nın, bütün Doğu’nun direnme ve dayanma çabasıydı Enver Paşa ve arkadaşları. Ama maalesef, başaramadılar.
Günümüzde de Emperyalizm kazanmaya, biz yenilmeye devam ediyoruz. Bir gün ABD ve batılı kapitalist emperyalistlere yaklaşıyor kısa bir süre sonra tarihin en kanlı diktatörlüklerinden biri olan kızıl Çine göz kırpıyor bir başka gün demokratik diktatör görüntüsü veren Putin’in Rusya’sından medet umuyoruz. Devletimiz tam bir kuşatma altında.
Milletimiz, artık her şeyi boşlamış, gündelik dertleri dışında herhangi bir şeyle meşgul olmak, hatta düşünmek, tartışmak, yorulmak istemiyor. Aydınlarımızın bir kısmı iktidar yağcılığı, bir kısmı rejim bekçiliği, bir kısmı da Tanzimatçı şaklabanlıklar yapıyor. Sermaye sahiplerimiz henüz ‘burjuva’ bilinci ve seçkinliğine sahip değil. Gelecek endişesi ve hukuk devletinin varlığına olan inancın sarsılması sebebiyle on milyarlarca dolar sermaye bu gayri milli burjuva tarafından yurtdışına kaçırılıyor.
Bir kısım sözde iş adamımıza ise yabancı sermaye acenteliği ve adrese teslim yağlı ihalelerle devleti soyma uğraşı yanında bu işler biraz fantezi geliyor. Durum, sandığımızdan da kötü aslında. Enver Paşa ve arkadaşları yaşasaydı, hemen durumdan vazife çıkarırdı. Enver deyince aklına hemen yayılmacılık ve macera gelenler, onun hiçte macera olmayan ve sadece savaşı tüm Asya’ya yayarak Anadolu’yu rahatlatan bir savunma hattı örmeye çalıştığını unutuyorlar. Üstelik lazım olduğunda da Neo-Osmanlıcılık, bölgede etkili olmak, Musul- Kerkük hikâyeleri üzerinden Enver Paşa’yı çağrıştıracak sözde emperyal ajitasyonlar çekiyorlar.
Oysa Enver, evvela soylu bir savunma ve kararlı bir var olma davasıdır. Bu ufuk bir yayılma değil; dağılmama, en azından yenilmeme iradesi ile sınırlıdır. Bu nedenle Enver Paşa ve İttihatçılık, önce içerde toparlanmanın, sağlam durmanın, dayanmanın ve yenilenmenin adıdır. Bu iradeyle, bütün iç meselelerimizi çözecek ve dışa bağımlılığı asgariye indirecek Milli demokratik bir restorasyondur. 1. Cihan savaşı yıllarında yüzyıllardır batılı ülkelere tanınmış olan bütün kapitülasyonları (ticari ayrıcalıkları) 9 Eylül 1914’te 1 Ekimden itibaren geçerli olmak üzere -müttefikimiz Almanların bile karşı çıkması ve protesto etmesine rağmen- kaldırmış ve bunu tüm yabancı elçiliklere bildirmiştir bu aynı zamanda milli bir iktisat politikasının ittihat terakki iktidarı tarafından başlatılması anlamına gelir.
“İşte bunun için İttihatçılıkla, yani o kendine güven, haysiyet, vatanseverlik ve cesaretle tanışma ve barışmamız gerekir diyoruz. İşte bu manada Enver diyoruz. Şehit na’şının cebinden bir büyük harita, bir Kur’an-ı Kerim, yarım kalmış bir mektup ve birkaç kuruş para çıkan Enver.”
Yaşadığımız kâbusun şifreleri dışında geriye hiçbir şey bırakmayan; bir komutan, bir devlet adamı, bir eş, bir insan nasıl olurmuş düşmanına bile ispat eden, bir yalnız ama büyük adamdır Enver Paşa.
Ruhu şad, makamı cennet olsun.
KAYNAKÇA
KÖSOĞLU Nevzat, Şehit Enver Paşa, Ötüken Yayınları, İstanbul, 2008
AKSUN Ziya Nur, Enver Paşa ve Sarıkamış Harekâtı, Ötüken Yayınları, İstanbul, 2005.
GÖLBAŞI Yavuz, Sarıkamış Düş-tü, Türkiye İş Bankası, 2013
ASLAN Emir Şekip, Sürgünde Üç Ölüm, Çev. Aziz Akpınarlı, Truva Yayınları, 5. Baskı, İstanbul, 2010.
AYDEMİR Şevket Süreyya, Makedonya’dan Ortaasya’ya Enver Paşa, Cilt 1, Remzi Kitabevi Yayınları, 2. Baskı, İstanbul, 1972.
CİHANGİR Erol, Emir Şekib Aslan ve Şehid-i Muhterem Enver Paşa, Doğu Kütüphanesi Yayıncılık, İstanbul, 2005.
ÖZCAN Ahmet, Davası Olmayan Adam Değildir, Yarın Yayınları, İstanbul, 2015.
ÖZCAN Ahmet, Açık Mektuplar, Yarın Yayınları, İstanbul, 2004.
Mete Muhsin, Tacikistan Günlüğü, Almıla Dergisi, Ankara, Sayı:27.
ÜNAL Aydın, Sarıkamış: Savaşlardan Bir Savaş, Yeni Şafak, 27 Aralık 2018