Coğrafya, zaman, toplum düzeni gibi çeşitli unsurlar medeniyet inşâsında etkilidir ancak medeniyetin temel taşı insan, harcı da kültürdür. İnsan unsuru göz ardı edilmiş bir medeniyet tasavvuru yapmak mümkün değildir. Peki, insan ile koskoca bir medeniyet arasında kurulan bu köprünün sırrı nedir? Cevap esasında ‘insan’da gizlidir. O insan ki yaratılmışların en şereflisi olup kendisine tayin edilmiş misyonu gerçekleştirmek üzere ömür tüketmektedir. Bu süre zarfında insandan esas beklenen ise bir şahsiyet kazanmasıdır. Şahsiyet tek başına bir insana özgüdür. Şahsiyetin sık sık farklı fertlerde tekerrür etmemesi yani ferdin Peyami Safa’nın bahsettiği ‘sürü adamı’na dönüşmemesi için şahsiyet reçetesini iyi idrak ve tatbik etmek gerekmektedir. Şahsiyet; ferdin doğumuyla yanında getirdiği fizikî ve psikolojik unsurlarla birlikte hayat tecrübelerini, mensubu olduğu milletin kültürüyle harmanlayarak ortaya koyduğu özgün bir eserdir.

Bir milletin çatısı altında bulunan fertlerin şahsiyetleriyle, o milletin var olduğu günden beri süregelen millî kültürü paralellik arz etmektedir. Elde edilen bakiye için tüketilen süre insanda bir ömürken, millette bütün bir tarihtir. Milletin varlığının teminatı millî kültürün devamlılığıdır. Millî kültür dil,  musiki, ahlâk, fikir, inanç, sanat, örf, âdet gibi renklerin bir tabloda buluştuğu mütenasip bir terkiptir. Medeniyet ise çoğunlukla terkipte yüksek muvaffakiyet göstermiş bir millî kültürün etrafında kümelenmiş farklı kültürlerin ahenkli birlikteliğidir. Bu yüzden millî kültürün derinliği ve zenginliği, güçlü bir medeniyetin kapısını aralar.

Konunun ehemmiyetini kavramak adına az evvel bir çerçeve çizdik. Bu çerçevenin içini tam mânâsıyla doldurmayı iddia etmemekle birlikte önemli bir parçasını sizlere sunacağıma inanıyorum. Mevcut nesiller millî kültürün devamlılığı ve milletin bekası hususunda mazi ile ati arasında kurulmuş, kıymetli bir köprü vazifesi görmektedirler. Bu köprünün yıpranmış yerlerinin onarılması ve geçmişten geleceğe geçme gayesi olan değerlerin muhafaza edilmesi için çocuklarımızı millî kültürle yoğurmamız elzemdir.

Kimliğin inşâ edilmesinde millî kültür şayet bu denli önemliyse, kültür aktarımını sağlayan en güçlü araçlardan biri olan edebiyat da o derece önem arz etmektedir. Bir milletin millî karakterini destanlarından, acılarını ağıtlarından, sevdalarını türkülerinden öğrenebiliriz. Ancak milletin seciye ve ahlâkının aynası olan hikâyelerin yeri bugünkü kimlik inşâsı bahsimizle doğrudan ilgilidir. Namık Kemal’in de İntibah romanının girizgâhında belirttiği üzere ‘hikâye; bazı millî, ahlâkî değerleri telkin etmek için Ahlâk-ı Alâî misali ahlâk kitaplarından daha tesirli olabilmektedir.’

Şimdi bu hikâye hususuna gereken ehemmiyeti gösterip yaşadığı dönemde iz bırakmayı başarmış ve hâlâ günümüz nesillerini de şekillendirmeye devam eden, Türk milletine mâl olmuş bir şahsiyeti hatırlayacağız. Ancak öncelikle yazarımızın yaşadığı dönemi kısaca incelemekte büyük fayda görüyorum.

Milletlerin yükselme devirleri olduğu gibi belli dönemlerde kırılmalar da yaşarlar. Bu kırılmalar, esasında millî kültürde açılan gediklerin sosyal, siyasi ve kültürel sahalarda tezahürüdür. İşte 19. yy.’ın ikinci yarısıyla 20. yy.’ın başları Osmanlı İmparatorluğu için büyük bir kırılma dönemidir. Bu buhran döneminin sebepleri ve sonuçları üzerinde uzun uzadıya durmanın bahsimiz açısından lüzumu yoktur. Ancak dikkat edilmesi gereken bir husus vardır ki o da millî kimliktir. Bu kırılma döneminde millî kimliğini muhafaza ederek ayakta kalacak bir millet geleceğe ümitle bakabilecektir. Bu esnada münevverlere düşen vazife büyüktür. Ömer Seyfettin de vazifenin ehemmiyetini genç yaşta kavrayarak millete, milletin öz değerlerini hatırlatmak için kollarını sıvayan münevverler arasındadır. Hikâyeleriyle toplumu eğitme gayesi taşıyan yazarımız ‘Ahlâk Bozgunu’ yazısında milletin ruhunda kökleşmiş akidelerin, dimağlara iman olan değerlerin bir bir eridiğinden bahsederken, milletin ahlâkının kahramanlık, vatan sevgisi, fedakârlık, sabır, şükür gibi bir takım değerlerle tekrar ayağa kaldırılması gerektiğinden; bu değerleri canlandıracak ideal kişiliğin inşâ edilmesinden bahsetmiştir. Buna binâen kısacık ömrünü çocukların milliyetperver olarak yetiştirilmesine vakfetmiştir. “Bir çocuk nasıl Türk milliyetperveri olur?” sorusunu şu şekilde cevaplamıştır:

  1. Konuştuğu Türkçe’yi sevecek, İstanbul Türkçesini herkese öğretmeye çalışacak,
  2. Türk tarihini, Türk cihangirlerini ve Türk âlimlerini her fırsatta anacak,
  3. Her yerde, her vakit yorulmadan, bıkmadan, üşenmeden birinci olmaya çabalayacak,
  4. Vücudunu izcilikle ve idmanla, fikrini bilgi ile fenle kuvvetlendirecektir.

Ömer Seyfettin hikâyelerini de bu prensipler doğrultusunda kurgulamıştır. Nazar-ı dikkatinizi celbettiyse ortaya konulan prensiplerdeki amaç; nesillerin millî kültürü muhafaza edebilecek kabiliyette yetiştirilmesidir.

Millî hikâyecimizin iki önemli eserinden örnekler vererek konuyu toparlayalım.

Öncelikle ‘İlk Namaz’ hikâyesine bir göz atalım. Bu hikâyede mânevî dünyası eskisi kadar saf ve temiz kalamamış bir gencin çocukken kıldığı ilk namazı hasretle anımsaması anlatılır. Annesinin tatlı sesiyle onu uyandırışı, tarif edildiği gibi ılık suyla abdest alıp namazını edâ etmesi ve nihayetinde annesiyle el açıp dua etmesi hafızasında ilk günkü tazeliğini korumaktadır. El açtığında da evvelâ Müslüman olması hasebiyle şükrettiğini; sonra vatanın birliği için, ardından perişan hâldeki tüm Müslümanlar için, en son da kendi akıbeti için dua ettiğini hatırlamıştır. Ne de mâsumdur o vakitler! Sonra annesi mektebe daha çok vakit olduğundan küçük Ömer’e yatmasını tembihlemiş ancak Ömer uyanık kalıp annesinin billur sesiyle okuduğu Kur’an-ı Kerim’i dinlemek istemiştir. Tilâvet nasıl da mest ediyordur küçük çocuğu! Yazarımız burada İslâm’ın temel değerlerini öyle ustalıkla tasvir etmiştir ki bu hikâyeyi okuyan Müslüman bir Türk çocuğunun içinin titrememesi mümkün değildir.

İncelemeye değer bir diğer hikâye de ‘Diyet’tir. Başkahraman olan Koca Ali küçük yaşta yetim kalmış, vezir olan amcasının tahakkümü altına girmemek için Anadolu’yu gezmeye başlamış, gâzilerin kılıçlarını imâl ederek hayatına devam etmektedir. Ağzı duâlı, İslâm üzre yaşamaya gayret eden Koca Ali bir gün iftiraya uğrar. Tüm deliller aleyhine olduğundan elinin kesilmesine karar kılınır. Askerlerin yalvar yakar zengin bir kasabı ikna etmesiyle Koca Ali’nin cezası ömür boyu o kasaba hizmetkârlığa çevrilir. Koca Ali bir hafta boyunca söylenen her işi layıkıyla yapmasına rağmen kasap onu hep aşağılamaktadır. Ve nihayetinde bir gün kasabın “Hay tembel! Hay miskin!” demesi Koca Ali’nin sabrını taşırır. Koca Ali satırı kaptığı gibi elini keserek kasabın önüne atar. “Al diyetinin karşılığı!” diyerek köyü terkeder. Tüm ahali Ali’nin gittiği yerden bîhaberdir. Bu hikâyede ise kuvvetli bir şekilde telkin edilen değer kula kulluk etmemek, kimseye muhtaç olmamaktır. Eminim ki bu hikâyeyi okuyan çocukların zihin dünyasında Koca Ali hâlâ apayrı bir yerdedir.

Görüldüğü üzere Ömer Seyfettin yüz yılı aşkındır nesillerin zihin dünyasını millî kültürle bezemektedir. Millî kültürle yoğrulmuş olan şahsiyetler Türk seciye ve ahlâkının yılmaz bekçiliğini yapmaktadırlar. Bu nesiller binlerce yıldan geriye kalan Türk millî bakiyesine katkıda bulunmuş, bu bakiyeyi yine binlerce yıl sonrasına aktarılmak üzere gelecek nesillere emânet etmişlerdir. Millî kültürünü muhafaza eden Türk milleti tarihte kadim bir medeniyetin mimarı olmuştur. Velhâsılıkelâm medeniyetin inşâsı ve sürekliliğinin yegâne anahtarı millî kültürle yetişmiş şahsiyet sahibi nesillerdir.

Bir yanıt yazın