Dünya var olduğundan bugüne kadar sürekli bir değişim içerisinde kıyamete doğru ilerlemektedir. Öyle ki sürekli değişime işaret eden Herakleitos, ‘‘Aynı nehirde iki defa yıkanılmaz.’’ sözüyle durağan ve değişmez bir varlığın olmadığını savunmuştur.
Evrimsel süreç bu değişmez değişim yasasının en bariz göstergelerinden biri olarak her geçen gün kanıtlanmaya devam ederken ne yazık ki bizim bu gerçeği yüzeysel olarak değerlendirmemiz alacağımız verimi düşürüyor. Sadece biyolojik bir kavram olarak baktığımız evrim sürecinin diğer alanlardaki yansımalarını da görmek değişimin devamlılığını göstermesi açısından önemlidir. Örneğin, büyük ekonomik şirketlerin küçük esnaf olarak tabir ettiğimiz mikroekonomik yapıları yutması evrimdeki güçlü güçsüzü yok eder anlayışının bir başka tezahürü olarak karşımıza çıkmaktadır. Spencer, Darwin’in teorisini sosyal alanda kullanarak genişletmiş ve adına ‘Sosyal Darwinizm’ demiştir. Fikirlerin de evrimi vardır, tıpkı soyağacındaki dallanmalar gibi fikirler de ana gövdeye bağlı kalarak birtakım değişimlere uğramışlardır. Türkçülük fikrinin içerisinden Türklük ve Müslümanlığı dengeli bir şekilde teraziye oturmuş ülkücülük, zamanla İslâmî yönü ağır basan ‘Alperenlik’ kavramlarının çıkması düşüncelerin evrimine örnek teşkil etmektedir. Kaçınılmaz gerçekliğe yani değişimin statüko ile ilişkisine değinip çuvaldızı kendimize batırmayı deneyelim.
Mevcut kurulu düzen yani statüko dediğimizde her zaman somut varlıkları aklımıza getirmek meselenin geniş bir perspektifte değerlendirmemizi engellemektedir. Kurulu düzen bazen devlete hükümet eden parti, lider diktası, tutucu bir öğretmen olabileceği gibi bazen mahalle baskısı dediğimiz mücerret bir durumu da ifade etmektedir. Statükolarla mücadele etmek sanıldığı gibi kolay bir süreç değildir. Güce ve menfaate tapan hegemonya sahipleri değişimin önündeki en büyük engeli teşkil etmektedir. Eyyamperestlerin gücü elinde bulundurarak egemenlik alanlarını genişletmeye dair çabalarını iktidarlarına hizmet edecek diğer beslenme kaynaklarını da ele geçirmeye odaklanmalarında aramalıyız. Medya, sivil toplum kuruluşları, meslek odaları, sendikalar ve kalburüstü ekonomik zenginliğe sahip sınıfa egemen olmak kök salmaları için birinci şart olarak görülmektedir. Eğer değişim isteği iktidar sahiplerinin çıkarlarına balta vuracaksa bunun karşısında durmaları normaldir. Halka da bunu empoze etmeye çalışırlar. Değişimin toplum yararına olacağı konusunda kamuoyunu bilgilendirme görevi o ülkenin aydın kesimine aittir. Çünkü yeniliği algılayabilecek olanların ortak özelliği toplam kalite felsefesinde kendini bulanlardır. Öyle ki, İnsan kalitesi ve sistem kalitesini aynı anda görebilmek ve bunu uygulayabilmek özgür ve donanımlı insanların zihninde şekillenebilir. Siyasetçiler bir medeniyet yaratamaz, medeniyet taşlarını birleştirmek münevverlerin hüneridir. Değişime odaklanmış aydının önünde engel teşkil edebilecek durumlara karşı iki vasfın varlığını önemli görüyorum. Birincisi ekonomik bağımsızlık yani başkalarına muhtaç olmayacak bir gelire sahip olmak diğeri de siyasal bağımsızlık ve ideoloji saplantısına kapılmamak, irade ve özgürlüğünün yegâne temsilcisi olmaktır. Bu iki vasfın varlığı statüko temsilcilerinin egemenliği altına girmesini engellemektedir. Osmanlı döneminde matbaanın gelişinde de değişim ve statüko kavramlarının karşılaşmasını görmekteyiz. Rızkını el yazması kitaplardan sağlayan dönemin esnafı statükoyu temsil ederken daha hızlı çoğaltmayı teklif eden matbaacılar da değişimi temsil etmektedir. Toplumun yararına olduğu belli olan bu değişime karşı aydının fikrini savunması hem siyasal özgürlüğüne hem de ekonomik bağımsızlığına bağlı olduğunu görebiliriz. Çünkü ne iki taraftan rüşvet alarak farklı söylemlerde bulunmamalı hem de otoritelere karşı düşünce özgürlüğünü koruyabilmelidir. Günümüze dönüp siyasal partilerin durumuna bir göz atalım. Siyasal organizasyonlarımızın felç olduğunu göreceğiz. Kendilerini demokrasinin kalesi olarak gören partilerin mutlak bir statükoyla yönetildiği aşikârdır. Hâkim olan anlayış oligarşik parti liderliğidir. Ona karşı gelenler ya tasfiye olunur ya da hain ilan edilirken Türkiye’nin seçim manzaralarını anlatan durum burada da kendini gösterir. Mevcut tabloyu tersine çevirmek gereklidir. ”Devlet yönetiminde rekabetin en geniş bir şekilde teşvik edilmesi gerçekleştirilmelidir. En başta ‘oligarşik parti liderliği’ni ortadan kaldırılacak bazı anayasal ve/veya yasal düzenlemeler yapılarak parti liderliği için yarışma imkânı yaratılmalıdır. Bu çerçevede parti liderlerinin -ve aynı zamanda belirli kamu makamlarını işgâl eden kimselerin- ‘ görev süresi sınırlandırılması’ yönünde bir reform gerçekleştirilmesinde yarar vardır.” Devlet kademelerinde başarısız olanların da değiştirilmesi gereklidir. Türkçülük fikrinin iktidar olması için partilere ihtiyaç yoktur. Mevcut durum düşünüldüğünde buna imkân da yoktur. İslami hassasiyeti olduğunu söyleyenler en çok İslamî söylemde bulunanlara yönelirken, Atatürkçüler de aynı refleksle Kemalistlere yöneliyorlar. Çünkü toplumda hassasiyeti olan değerleri savunduklarını düşünüyorlar. Peki ya Türklük hassasiyeti ne kadar etkili oluyor, andımız kararından sonra meydanlar neden boş kalmıştı? Türklük şuurunun hâkim olduğu bir toplumda iddia ediyorum ki Türk milliyetçiliğinde yarışacak partiler görülecektir. Türk milletine Türklüğü sevdirmek, Türklük şuurunu kazandırmak bugünkü vazifelerimiz arasında öncelikli olan görevimizdir.
Değişimin sıkıntısız atlatılması eğitim düzeyi yüksek, demokrasi bilincine sahip bireylerden oluşan toplumlarda mümkündür. Bunun da baş prensibi özgürlük ve sivilleşmedir. Sivilleşmeyi biraz daha açmakta yarar görüyorum. Nedir bu sivilleşme, ne işe yarar? Muhalif kavramının Türk toplumunda henüz hak ettiği anlamı bulamadığını görüyorum. Toplumumuz muhalif kelimesinden, çarşı her şeye karşı, gibi bir anlam çıkarıyor. A’nın icraatlerini beğenmiyorum, eksik noktaları olarak şunları görüyorum dersiniz, vatandaş boş durur mu yapıştırır cevabı o zaman sen de B’cilerdensin deyiverir. Aslında muhaliflik kavramı hiçbir otorite karşısında eğilmemektir. Doğruya doğru yanlışa yanlış demesini bilen kişidir muhalif. Nihal Atsız’ın hayatı boyunca eğilmemesi, devletin en üst kademelerine kadar eleştiri yapması, doğruyu söylerken çekinmemesi bunun en güzel örneklerinden biridir. Bir diğeri de yakın zamanda kaybettiğimiz Ozan Arif(Ruhu şâd olsun) olmuştur. Bu iki örnekte aynı iki vasfı görmek mümkündür. Ozan Arif’in dizeleriyle açalım isterseniz. Ozan Arif, ‘Herkes Bilmeli’de şöyle der: ‘‘Yaydıkları gibi paraya pula tapmadım, tapmam da mümkün değildir.’’ yine Ozan Arif’in ozanlığından devam edelim. ‘‘Allah varken Allah, kuluna kulluk yapmadım yapmam da mümkün değildir.’’ demektedir. Ömrünü nasıl tamamladığına gelince orası da siyasi bağımsızlığını göstermektedir. Otoritelerin susturamadığı diliyle çağımıza hoş bir seda bırakmıştır. ‘‘Ben Türkeş’ten başka bir lider eli öpmedim, öpmem de mümkün değildir.’’ Hüseyin Nihal Atsız ise kendisine teklif edilen milletvekilliği teklifini geri çevirirken aynı özelliği ortaya koymuştur. Çünkü onlar Türkiye’deki oligarşik parti liderliğine karşı muhalif bir tavır içerisinde olmuşlardır. Sivilleşmek, muhalif tutumu korumanın en önemli yanı özgürlük gibi bir değere sahip olmaktır. Özgür bireyler kimseden bir şey beklemezler. İç ve dış özgürlüğün sağlamanın önemi üzerinde duran Erich Fromm, ‘‘Birisi putperest bir tarikatı destekliyor ve kendi özgürlüğünü yok ediyor; bir başkası kültürümüzün, insanı insanlıktan çıkaran yanlarını, bütün değerlerin ticarileşmesini, reklam tanıtım çalışmalarının yalanlarını, çaba getirmeyen doktrinleri, öz-farkındalık, neşe, esenlik diye güzelce paketlenen geleneksel değerlerin sapkınlığını benimsiyor.’’ Her türlü statükoya karşı direnmek ve sivilleşmek değişimin olmazsa olmazları arasındadır. Peki demokrasi değişim neresindedir?
Demokrasi de toplumdaki özgürlük ve sivilleşmenin, şuurun ve ülke durumunu iyi analiz eden bireylerin elinde anlam kazanır. Kıbrıs’ın yerini bilmeyen birinin Kıbrıs için tartışılan konuları anlamasını bekleyemeyiz. Onlar sadece otoritelerin ağzına bakarak karar verebilirler. Liderlerin yapacağı yanlışların bedelini ise topyekûn bir milletin ödediğini tarihe bakarsak görürüz. Demokrasinin işlerlik kazanmasında önemli gördüğüm bir diğer husus da meritokrasidir. Meritokrasi, yönetim gücünün, yeteneğe ve kişilerin bireysel üstünlüğüne yani liyâkata dayandığı yönetim biçimidir. Liyâkatli kişiler arasında seçim yapmak demokrasinin gereği değil midir? Liyâkatli olduğuna karar verebilecek kişide olması gerekenleri yukarıda saymıştık. Liyâkati göremeyen, görmek istemeyenleri bir kenara koyup liyâkatsizliğin nelere yol açabileceğini bir örnekle açıklamaya çalışalım. ‘’17.yüzyıldan itibaren ise liyâkat ve adalete dayalı düzen bozulup rüşvet, iltimas, adam kayırma vb. ahlâksızlıklar başlayınca Osmanlıda da düzen bozulacak ve devlet duraklamaya, sonra gerilemeye başlayacaktır. Sonuç ise çöküştür. Bu gidişatı durdurmak isteyenler de oldu. 17.yüzyılda 4. Murat zamanında sarayda önemli görevlerde bulunan Koçi Bey, devlet idaresinde meydana gelen boşlukları görmüş ve bir felakete doğru gidildiğini padişaha bir risale (rapor) ile sunmuştur. 1631 tarihli risale, Osmanlı’da o tarihe kadar padişaha sunulan ilk yazılı rapor olma özelliği taşımaktadır. Bu risalede Koçi Bey: ‘Giderek her işe hatır karışmakla ve her işe göz yummakla hak sahibi olmayanlara hadden aşırı mevkiler verilip, eski kanun bozuldu. Eğitim ve adalet işlerinde dahi Kazaskerler, memuriyetlerin çoğunu rüşvet ile ehliyetsizlere verir oldular.’ demiştir.’’ (1) Anlaşılacağı üzere günümüze uyarlarsak liyâkate önem vermeyen zümrelerin elinde demokrasi bir silah olarak kullanılabilmektedir.
Velhâsılkelam demokrasinin olması için liyâkatin işlev kazanması, liyâkati görebilmek için donanım ve özgürlük bilinci gereklidir. Yoksa güce tapanların elinde bir oyuncak haline gelmek öğrenilmiş çaresizliğimizin katmerleşmesini sağlayacaktır. Statükolara karşı sivilleşmiş bireylere, donanımlı zihinlere ihtiyacımız vardır, susmayan, susturulamayan.
KAYNAKÇA : (1) https://www.habererk.com/analiz/demokrasi-mi-meritokrasi-mi-h90022.html