Güneş, uçsuz bucaksız uzanan bozkırın önüne set çeken kel tepelerin ardından yüzünü göstermeye başlamıştı. Cümle mahlûkat ve nebâtat asırlardır bu ânı beklemişçesine neşeyle günü karşılıyordu; her gün ve usanmadan. Gün ışığı üstlerine düşende onlar yeniden doğuyor, kâinatın muazzam ahenginin bir parçası olmaya devam ediyorlardı. Ancak nebâtat içinde bir nevi vardı ki onun hâli bambaşkaydı. Günsüz yaşamaya namüsait yaradılışı günâşığının zaafını ele veriyordu. Öyle ki ömrünün her safhasında güneşten başka şeye bakmaktan imtinâ eden gözleri ustalıkla başına söz geçirir; başı da boynunu itinayla güneşe çevirirdi. Yaşamaktan gayesi yalnızca güne bakmak değildi elbet ama gelin görün ki güne bakmaktan başka vazifesi yokmuşçasına bu âlemde varlığını devam ettirirdi. Günle yatar, günle kalkar, sâdece güne bakardı. Böyle garip bir çiçekti işte günâşığı. Bitkiler âleminde onun bir benzeri olmamasından garip diyoruz da esasında insan nev’inde bir eşi vardı… Tarladaki onlarca günâşığı güneşe bakadursun, biz başımızı bizim günâşığına çevirelim.
Bozkır için oldukça büyük denilebilecek bir çayırın orta yerinde tüm heybetiyle misafirlerini ağırlayan söğüt bugün bir başka güzeldi. Hoşgörüde sınır tanımayarak hem misafirlerine kalkan olur hem de onları selamlamak için önlerinde saygıyla eğilirdi. Yanı başındaysa küçük bir dere kendi hâlinde usul usul akar giderdi. Bu tabiî bütünlüğü bozmayan Günâşığı ise söğüdün altında bağdaş kurmuş, derenin karşı kıyısında söğüde yarenlik eden kavakların dalları arasından süzülen ışık huzmesini sessiz sedasız izliyordu. İlk bakışta kavakların dalları arasında bir şey görmek istiyormuş gibi baktığı zannedilebilirdi. Oysaki hakikat bu hükümden çok uzaktı. Gözünün özlediği bir şey vardı ancak bu, yeşil yaprakların da ötesindeydi. Özlediğini dalların arasından belli belirsiz süzülen ışıklarda görmeyi kuvvetli bir şekilde istiyordu. Bu istek onu güneşe bakmaya daha çok sevk ediyor; güneşe baktıkça özlediğini daha da çok görmek istiyordu. Ve bu kısır döngü çoğu zaman böylece devam edip giderdi. Bazense dışardan gelen münasebetsiz müdahaleler utanmadan güneş ile arasına girerdi. Bu durum gönlünde ânî bir öfkeye sebep olur ancak saman alevi gibi hemen sönüverirdi.
Bugün de söğüdün altında öylece oturmuş, kavaklara her zamanki gibi özlemle bakarken omzuna şefkatle dokunan bir el Günâşığı’nın irkilmesine sebep oldu. Başını usulca elin uzandığı yana doğru çevirdi. Baba Sultan’la göz göze geldiğinde bu seferki bölünmenin gayet isabetli bir müdahale olduğunu anlamıştı. Bilge ihtiyar bir sabînin tebessümünü andırır bir seste selâm verdi. «Selâmünaleyküm hay deli!» «Aleykümselam…» İşte Günâşığı’nın mühürlenmiş iki dudağını aralayacak sır bu selâmda gizliydi. Yaradanın o güzel ismi tüm kilitli kalmış kapıları açmaya muktedirdi.
Günâşığı Baba Sultan’ın yanında birinin daha olduğunu fark etti. Başını beklenmeyen misafire doğru gayriihtiyârî yöneltti. Gözleri bu Tanrı misafiriyle buluşur buluşmaz öylece kalakaldı. Zaman tüm anlamını yitirmişti. Şu bir çift göz, Günâşığı’nın yıllardır bakıp da göremediğini göstermeyi vaat ediyordu. Bu kapkara gözler Yesi’den, Semerkant’tan selâm getirmişti. Az önce güneşten gelen ışık huzmeleri şimdi bu üzüm karası gözlerden süzülüyordu. İşte tam da karşısındaydı. Pir-i Türkistan yürek delen şefkatli bakışlarıyla Günâşığı’nın gözlerini okşadı. Usulca attığı birkaç adım onu bağrı yanık deliye ulaştırmıştı. Eğildi, elini Günâşığı’nın omzuna koydu. Günâşığı vücudunun titremesine mâni olamadı. Yıllar önce bir dağ köyündeki küçük bir tekkede Hazret-i Türkistan’ın vefat haberini işitmişti de yüreği yanmıştı. Şimdiyse Hoca canlı kanlı karşısında duruyordu. Düş müydü yoksa gerçek mi kestiremiyordu. O esnada gözleri de kurak bir yaz günü yağan yağmuru kucaklayan toprak misali bu kutlu misafiri sarıp sarmalıyordu. Baba Sultan tüm bu olanları sükût içinde seyrediyordu. Pir-i Türkistan ona döndü ve hafifçe başını eğdi. O da buna mukabil tatlı bir tebessümle yanlarına geldi. Önce Pir-i Türkistan ardından da Baba Sultan Günâşığı’nın iki yanına oturdular. Yesi topraklarının kutlu pınarı, Günâşığı’nın gözlerinin içine bakarak «Bugün beni iyi dinle oğlum. Sana üç sır vereceğim. Âdemoğlu bunlara erişmek için cihanı dolaştı, kitaplar yazdı, ülkeler fethetti. Ne yazıktır ki o kadar emek harıl harıl çalışan o kullara bir fayda getirmedi. Esasında tabiatları onlara Hakk’ın emarelerini altın tepsi de sunmuştu. Onlarsa bu kıymetli izleri ellerinin tersiyle ittiler, yazık. Sonra da kendi hiçliklerinde yok olup gittiler… Bizlerse hakikat yolunu iyice belledik. Her gün Tanrı’nın sonsuzluğunda sona ermek için nefes alıyoruz. Ne mutlu o sonsuzluğa erişebilenlere… »
Hâlâ şaşkınlığını atamayan Günâşığı Hazret-i Türkistan’ı can kulağıyla dinliyor, ağzından çıkan her bir kelimeyi israf etmemek için özenle aklına yerleştiriyordu. Şimdi içindeki ateş daha da harlanmıştı. Ömrü boyunca güneşe bakarak görmeyi arzuladığı hakikatin bu sırların içinde olduğunu iliklerine kadar hissediyordu. Gözleri bir an için Baba Sultan’ı aradı. İhtiyar bilge verilen zor bir işin üstesinden gelen oğlunu gururla izleyen baba edasıyla sükûnetini bozmadan Günâşığı’nı seyre dalmıştı. Yüzünde belli belirsiz bir tebessüm vardı.
Gözlerin konuşup gönüllerin coştuğu bu kısa vaktin ardından Pir-i Türkistan derin bir nefes alarak kaldığı yerden devam etti. «Seni hakikate ulaştıracak ilk sır şudur ki evlât, Tanrı’yı bilmeyen sevmeyi bilemez. O’nu bilmeden dalınan sevda ummanları birer aldatmacadır. Bu dünyada her neye gönül vermek istersen yolu Tanrı’dan geçer bilesin. » Günâşığı tefekkür ettiğini bildiren dalgın kara gözlerini belli belirsiz kıstı. Tanrı’yı sevdiğine emindi. Yüreği O’na kavuşmak için yanıp tutuşuyordu hatta. Ancak bir an O’nu tanıyıp tanımadığını düşündü. Nihayetinde O’nu tanımadığına ancak sevdiğine kanaat getirdi. Bir şeyi bilmeden sevmek mümkün müydü? Bilmiyordu…
Pir-i Türkistan Günâşığı’nın ilk sırrı gönlünün gizli kapılar ardında kalmış bir odasına özenle bıraktığını bildi ve ikinci sırrın yolda olduğunun habercisi olan bir tebessümle: «Parçadan gidersen bütüne ulaşırsın evlât. Şuan gözünün gördüğü her şey parçaların terkibidir ve yine muhakkaktır ki hepsi bir bütünün birer parçasıdır. Mühim olan, bu parçalarda bütünü görebilmektir.» Günâşığı’nın gönlüne hemencecik güneş düştü. Uzun denilebilecek bir süredir o parçada hakikati görmek için çabalıyordu ama bütünü görmek bir yana umutları da tükenmeye başlamıştı.
Günâşığı’nın yeise kapıldığını sezen Hazret-i Türkistan onun derdinin devâsının son sırda olduğunu bilerek devam etti. «Görmek bir sırdır evlât. Bu sırrın anahtarı ise sabırdır. » Artık fazla söze hâcet yoktu. Bu son sır Günâşığı’nın yüzüne derin bir hüzünle beraber büyük bir umut da bırakmıştı. Sabrettiği takdirde, özlediğini göreceği ile müjdelenmişti. Çok geçmeden başı yavaşça çayıra düştü…
Günâşığı uyandığında yanında ne Pir-i Türkistan ne de Baba Sultan kalmıştı. Yoksa hiç burada olmamışlar mıydı? Kendinden beklenmeyecek çeviklikle etrafına bakındı. Pir-i Türkistan’ın oturduğu yerde kemik bir tesbih gözüne ilişti. Usulca alıp yüreğine bastı. Artık gitme vakti geldiğini hissetti. Söğüdün yanı başına bıraktığı hasırını da alıp yola koyuldu. Yıllardır yürüdüğü toprak yollar şimdi ona daha fazlasını vaat ediyorlardı. Biraz yürüdükten sonra toprak yolun kıyısında aşık oynayan iki oğlan çocuğunu gördü. Küçük olanın uzunca bir müddettir istediği zaferi elde edemediği âşikardı. Yaşlı gözlerini ovuşturuyor, tekrar tekrar aşığı vurmaya çalışıyor ama bir türlü denk getiremiyordu. Günâşığı, ümitsiz çocuğa doğru adımladı. Delinin kendine doğru geldiğini fark eden ufaklık şaşkın gözlerle onu izledi. Şimdiye kadar insanların varlığından bîhaber gibi görünen bu adam şimdi neden yanına geliyordu? Günâşığı sevgi dolu bir tebessümle ufaklığın al yanağını okşadı. «Sabır…» dedi. Çocuklar daha ne olduğunu anlayamadan Günâşığı geldiği gibi usulca ardını dönüp gitti. Onlar da ardından bakmakla yetindiler. Şimdi bu deli, uçsuz bucaksız bozkırın ta ötesinde görünen tepelerin ardından gözden kaybolmuştu. Bir daha köyde onu ne gören ne de duyan olmuştu. Nereye gittiğini ise ancak Tanrı bilirdi.